Şairlerin şehrinde bir seyyah

CELAL FEDAİ Edmondo de Amicis’in İstanbul adlı kitabı ilk kez İtalyanca tam metninden dilimize kazandırıldı. Cesare Biseo’nun gravürleriyle zenginleşen kitapta Amicis, 1870’lerde gezip gördüğü İstanbul’un bir panoramasını sunuyor. İSTANBUL, EDMONDO DE AMICIS, ÇEV.: FILIZ ÖZDEM, YKY, 347 SAYFA, 28 TL

Şairlerin şehrinde bir seyyah
04 Aralık 2011 - 13:33

 

Seyyahlar, “dünya insanı” sıfatına layık olanlar yukarıdan aşağıya doğru sıralandığında tepelerde bir yerlerde olsalar gerek. Seyyahların dünyaya, insana bakışlarındaki genişlik ve derinlik onlara ayrıcalıklı bir yer tanımamızı gerektiriyor sanki. Gittikleri her yeri kolayca ‘memleket’leri gibi benimseyebiliyorlar; oraların insanını, yaşam biçimlerini, inançlarını yargılamadan anlamaya çalışabiliyorlar. İnsanlar arasındaki coğrafi engelleri gene coğrafya üzerinden kaldırırken, başka nice engeli de azaltabiliyorlar. Elbette onların da kendilerince esaslı bir tercihleri var ama bu tercihler, üzerinde yaşadığımız dünyanın her zaman bir Babil Kulesi olduğunu hatırlatmaktan geri kalmıyor bize. Ekonomik çıkarların ve onun yedeğindeki siyasetin toz dumanı içinde bu hatırlatma, bugün için, belki her zamankinden daha değerli.

İstanbul’u serinkanlı anlatmak mı?

Seyyahların şairlere özgü sayılan bir yanı daha var ki onu, Ahmet Haşim meşhur seyahatnamesinde şu cümle ile nefis şekilde özetlemiş: “Her seyyah muvakkat bir şairdir.” Seyyahlar seyir halindeyken şairin kendi dışına çıkabilen nüfuz gücüne sahip olmalı, dışındaki dünyayla dolmalı… “Bu, o kadar kolay bir şey mi?” denilebilir. Kolay değil elbet ama gezilen, görülen yer İstanbul’sa ve gezip görme heveslisi de Edmondo de Amicis’se, güçlük ya da kolaylık düşüncesi yerini seyyah gözünden okumanın tadına bırakıyor. Seyyahların ve şairlerin şehri İstanbul, sahneyi kimselere bırakacak gibi değil; hatta şairlere, seyyahlara bile…

    Edmondo de Amicis’in İstanbul’u, İtalyanca aslından ilk kez yapılan çevirisiyle elimizde. Cesare Biseo’nun gravürleriyle bir başka güzelleşen kitabı nicedir bekliyorduk. Eserin ikinci dilden yapılan eski baskılarını artık sahaflarda bile bulmak güçtü. Bu kadar değerli bir eserin okurundan epeydir uzakta kalmasına şaşmamak elde değil. İlgilileri bu konuda düşünedursun biz, Amicis’in İstanbul’unun neden değerli olduğuyla başlayıp seyyah-şairin peşinden şehri gezelim.   

    Amicis, 1870’lerde İstanbul’a büyük bir istekle geliyor. Kendinden önce şehri gezip gören Batılı seyyahların Türklere, İslam’a ve tabii İstanbul’a dair yazdıklarından fazlasıyla haberdar olduğu besbelli. Hatta onlarla belki bir parça yazarlık yarışı içinde de sayılabilir. Ona göre İstanbul’un büyüleyici güzelliği karşısında Pertusier’nin,  Tournefort’un, Pouqueville’in, La Croix’nın tutulan dillerine karşılık sadece Chateubriand, İstanbul’a varışını şaşkınlık veren bir serinkanlılıkla anlatabilmiştir. Amicis’in uzun bir gemi yolculuğundan sonra İstanbul’a girişi pek serinkanlı bir anlatıma sahip olmasa da sonraki anlatımları, serinkanlılıktan mesafe duygusu içinde sevgiyle nüfuz etmeyi anlıyorsak eğer, fevkaladedir. Gerçi onda da 19. yüzyıl Avrupa’sının gözündeki oryantalist bakıştan izler bulmak mümkündür ama ömrünün son yıllarındaki sosyalist yönelimlerinden olsa gerek, Amicis’te ırk ve din takıntıları pek görülmez. Görüp anlamak istediğine karşı saygılıdır.

Galata Köprüsü’nde bir yabancı

İstanbul’u ilk gördüğünde Amicis, “Yaradan’a şükürler olsun, yaratılmışa da!” demekten kendini alamaz. Geminin güvertesinden görünen manzara muhteşemdir. Bu manzaradan beş saat sonra şehrin ahvali onu bir parça sarsar. Her ırktan, dinden halkın kaynaştığı bir Asya kampında gibidir. Bu insanları daha yakından görmek için Galata Köprüsü’ne gider. Köprü üzerinde bir saat durmak bütün İstanbul’un önünüzden geçmesine yetecektir. Bu ilk intibaları, kalınan otelin atmosferi de doğrular niteliktedir. Bu noktada bir gezi rehberi edasını kitabı boyunca elden bırakmayan yazar, İstanbul merakıyla yanıp tutuşan Avrupalı okuruna şunu sorar: “Ne yapmak istiyorsunuz?” Çünkü İstanbul, insan ne yapmak istiyorsa ona o imkânı veren bir şehirdir. Amicis de belli ki kendine bu soruyu sormaktadır. Seyahate beraber çıktığı ressam arkadaşı Enrico Junk’la kendilerine bir rota çizerler. Galata’dan Sütlüce’ye uzanan bir güzergâhta şehrin farklı dinden, milletten insanlarının mahallelerini bir bir gezerler. İnsanları gözlerler. Kapalıçarşı’yı gezmekse apayrı bir deneyimdir. Daha çok gayrimüslim simsarların, dükkân sahiplerinin müşteri avlama telaşına dair tespitleri okumak, yazara ilişkin ilginç bir bakış açısına ulaştırabilir bizi. Amicis, tüccarların, simsarların mal canlısı hallerinden epeyce bezmişe benziyor. Bu yüzden de, “Müslüman tüccarlar, başlı başına bir inceleme alanıdır. Aralarında Fatih’lerin, Bayezıd’ların devrinin ete kemiğe büründüğü eski Osmanlı ahlakının canlı kalıntıları olan birkaç ihtiyar Türk’e, İstanbul sokaklarında nadiren de olsa rastlamanız hâlâ mümkündür; bunlar, Sultan Mahmud’un ilk ıslahatlarıyla ilk yıkıma uğramışlardır ve günbegün, parça parça çökmekte ve değişmektedirler.” demekten kendini alamıyor. Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Amicis, Osmanlı toplumunun Müslüman yapısındaki hasletlerin olduğu gibi kalmasından yana. Ne Türklerin Batılılara benzemesini istiyor ne de İstanbul’un Doğu’nun Londra’sı olmasını… Ona göre “Yeni Türk, eskisinin değerinde değildir. Bizim giysilerimizi giyer, bizim rahatlığımızı, kusurlarımızı, kibrimizi almıştır, lakin (…) kendi sahici tabiatındaki iyi olan şeyleri de kaybetmiştir.” Türk satıcıların kanaatkârlığından başlayarak İstanbul’un kuşlarına, camilerine kadar tüm güzellikleri Amicis’i hayran bırakıyor. Ancak haklı olarak her fırsatta, Türklerin fetihten geri kalan zamanlardaki tembelliğine diyeceğini demekten de geri kalmıyor. Bu bakımdan kitabın “Türk Kadınları” ve “Türkler” başlıklı müstakil bölümlerindeki eleştirel yorumların üzerinde durulmaya değer. Yazarın ilahî hayallere dalmış, nur yüzlü evliyaları göreceğini sanarak gittiği bir Mevlevî tekkesinde soğuk bir tiyatro temsilini andıran sema ayiniyle yüz yüze gelmesini de bunlara ekleyelim. 

Dünyayı olduğu gibi sevmek

Edmondo de Amicis’in İstanbul’u hem siyasi, sosyal meselelere hem de çocukça saflığa kafa yormayı aynı kimlikte birleştirebilmiş bir yazarın kitabı. Ancak bu dediğime bakıp da kitapta o yılların Avrupalılarına, Osmanlının nasıl “medenileşeceğine” dair akıl verildiği de sanılmasın. Her şeyden önce Amicis’in seyyah kişiliğinden gelen, dünyayı olduğu gibi seven tarafı buna engel. Belki tam da bu yüzden yorumları, siyasi ve sosyal analizlerin ötesine geçip şiirin alanında neşvünema bulabildiği için bugünlere de seslenebiliyor. İstanbul, sanırım yüz yıl sonra da ilgiyle okunacak bir kitap. Bu bakımdan kitabın çevirisine gösterilen özen keşke kâğıt tercihine de gösterilebilseydi. Gravürleri sayfayı çevirmeden karartısından görmek hiç de hoş olmuyor…   

 
Bölüm: Gezi
kitap zamanıSayı: 56

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum