RÜMEYSA ERTEM: DOST

Çünkü bir kitapçı insan ruhunu ancak bu kadar huzur ile doldurabilirdi. Zamanın süslü püslü reklam afişleriyle dolu, samimiyetsiz görevlileriyle kalabalıklaştırılmış, “kitap” kokmayan kitapçılarından değil burası… Burun sızlatmayan tatlı bir rutubet kokusu, maziden şimdiye kadar süregelen dergi ve plaklar, tozlu ansiklopediler ve romanlar…

RÜMEYSA ERTEM: DOST
08 Aralık 2015 - 20:37

 

DOST’UM

“Günlerden bir gün” diye başlayan cümleler gibiydim ben günlerden bir gün. Öylesine sıradan başlangıçların, kapı eşiğinde pinekliyordum. Zaten hep tembeldi benim ruhum. Çok çalışan insanlara imrenir ama hiç çalışmazdı. Arkadaş canlısı olmam, hep gezmeye yönlendirdi beni yıllarca. Değişmedim, elbette ki hala aynıyım… Ne geldiyse bu arkadaş, dost sevdam yüzünden gelmemiş gibi, hala aynı olmaya devam ediyorum. Bu konularda, tek taraflı aşklar misali, çokça sevip çokça terkedildim. Terk ettiğim nadirdi, terkedildiğimde ise genelde “eyvallah” dedim, alışkınız. Ne yazık ki, arkadaşlar tarafından terkedilmenin ölüsünü de, dirisini de yaşamıştım…

 Velakin günlerden bir gün, yeni başlangıçların, kapı eşiğinde pinekliyordum. Zaten hep tembeldi benim ruhum. O gün okuma sevdam mı tuttu, nedir? “sahaf kitapçı var mıdır abiler!” diye dolanıyorum şehirde dörtnala. Upuzun bir sokak, adı Uzun Sokak… Bir pasajın önünden geçiyordum, pasajın içinde gözüme bir kitapçı ilişti. Ama aradığım şey bu değildi. Yine de girip sordum sahaf bulunur mu buralarda diye. Var dediler, bir alt kata in. İndim. Köşede küçük bir dükkân gözüküyor, kokusu ise merdivenin ortalarına doğru hafif hafif sürüyordu. İçeriye girdiğimde, gülünçtür ki, içimden hayranlık ve şaşkınlıkla karışık besmele çektiğimi hatırlar gibiyim… Çünkü bir kitapçı insan ruhunu ancak bu kadar huzur ile doldurabilirdi. Zamanın süslü püslü reklam afişleriyle dolu, samimiyetsiz görevlileriyle kalabalıklaştırılmış, “kitap” kokmayan kitapçılarından değil burası…

Burun sızlatmayan tatlı bir rutubet kokusu, maziden şimdiye kadar süregelen dergi ve plaklar, tozlu ansiklopediler ve romanlar… Ve dahası. Hepsi ama hepsi kapağı açılıp okumaya değer kitaplar. Abartıdan öylesine uzak, öylesine yalın, sade bir manzara… Bir de Erdoğan amcamız var orayı işleten, bir pasajın alt katlarına sıkıştırılmış küçücük dükkânda, dünyanın tüm değerlerini bir araya toplayan Erdoğan amca… Sekseninde bir adam, gözleri görmez, kulakları az duyar. Fakat sağlamdır.

İlk gittiğimde, şaşkınlığımı üzerimden atıp sordum; amca dedim, Arapça-Türkçe sözlüğün bulunur mu? İşaret parmağını kaldırıp, olması lazım dedi, şu arkaya geç de bak kızım. Hiç çıkmak istemedim o arkadan, öyle ki neyi aramak istediğimi bile unutmuştum… Bulamadım sözlüğü, çocuklara söylerim araştırsınlar yine uğra dedi. Bense başka kitaplara yöneldim ve aralarından bir tane seçtim satın almak için. Öğrenci misin diye sordu ve on beş-yirmi lira değerinde ki kitabı dokuz liraya poşetleyip uzattı elime. Yirmi lira uzattım, kaç para bu dedi, on mu? Hayır dedim yirmi. Hiç tereddütsüz çıkartıp para üstünü verdi. Gözleri görmediğinden, başkası tarafından kolayca kandırılabilirdi. Ama belli ki güveniyordu müşterilerine. Sözlük için tekrar uğrayacağımı söyleyip ayrılmıştım oradan. Hissettiğim şey, bir sevinç miydi; hüzün mü, heyecan mı yoksa tereddüt müydü kestiremiyorum. Teknolojinin benim o anki hislerimi kaydedecek boyutta olmasını çok isterdim… Daha önce yaşamamıştım böyle bir hissi, garipti. Bence orası bir sahaftan öteydi. Ben oraya sürekli uğramalıydım, her şeye razıydım.

Sözlük için tekrar uğramaya giderken, ayaklarım daha önce hiç olmayan hızındaydı. Uzun Sokak, oraya varamadığım her adım için daha da uzuyordu sanki gözümde. Varmıştım. Dost’ta idim, Dost Kitabevi’nde… Dedim ya, arkadaş meraklısı biriydim ben. Bu da beni, yine bir dosta ve yeni bir dosta itmişti. Selam verip girdim içeri, anlattım sözlük bahsini, belki unutmuştur diye. Bulmuşlar, aldım. Birkaç da soru sordum kitabevi ile ilgili. Sonra bir cümle kurdum ki amcaya, kendim bile şaştım kendime.

İçim beni dürtüyordu, “gerçekten mi, sen mi?” diyerek. Bense “galiba ben” ya da “evet, olamaz mı” gibi bir şeyler fısıldamıştım ona. Ansızın kurduğum o cümle, oraya giderken aklımda yoktu. Erdoğan amcaya, eğer istersen ben sana yardıma gelebilirim, kitaplarını düzenler, temizlik ihtiyacı oldu mu yaparım ve senden bir karşılık beklemem amca, demişim. Yani dedim. Evet, tembel ruhumun ağzını açık bırakacak şekilde hem de… Gel, olur dedi Erdoğan amca. Ah bende bir sevinç, işte bir yeni dost daha! Dedim. O sıralar ne çok şey diyormuşum meğer?

İşte o “günlerden bir gün” benim boş zamanlarıma huzur getirdi. Boş vakitlerim, sahaf ile dolulaştı. Benden önce işe başlayan iki arkadaş daha varmış, bizler Dost Sahaf Kitabevinin Sigortasız İşçileriyiz… Pek bir iş yaptığımızda söylenemez gerçi. Plak dinliyoruz Zeki’den, Muazzez’den, Gönül’den… Bir hocamız var simit getiriyor bize, bir de İbrahim amcamız var nasihat verip anılarını anlatıyor geldiğinde. Kitabevinin kapısında İbrahim amcanın bir sözü asılıdır. Bu kapıdan selam ile girilir, kelam ile çıkılır der İbrahim amca.

Ben Ayşe’yim orada. Çünkü benim yaşlı ama bir çınar gibi hala dinç duran dostumun, Erdoğan amcanın, ismimi söylemeye dili dönmüyor. Olsun varsın, ben Ayşe kalayım. Hem de hep… O okumamızı istiyor bizden hep. Her hafta bir kitap alıp okuyoruz, bitirince getirip yerine koyuyoruz. Ah benim canım amcam; elleriyle fındık, ceviz kırar, yanındaki rafa koyar hep birlikte yeriz. Elma kurusunu da çok sever. Sağlıklı beslenir hep. Gözlerini, bir ameliyat hatasıyla kaybetmiş. Seccadesi yanı başında durur, ezanın vakti geldi mi haber ederiz ona. Eski devrimcilerden imiş kendisi. Dinlenmeye değer bir geçmişi var. Hayranları da çok, genel olarak daimi müşterileri var…

Keşke daha sık uğrayabilsem Dost’a, sekseninde bir çınar olan dostuma. Eskiden bahsederiz genelde onunla. Eskide yaşamak istiyorum bende, eskide yaşlanmak. Eski de yaşayınca da, daha eskiyi arzulamak. İstediğim bir plak gibi takılıp kalmak değil de, hep geri gitmek. Geri sarmak sonsuz bir kaseti, evvela ömrümü... Bir ömrün içinde, öğrenmek diğer ömürleri; bir hayatın içinde aramak Nazım’ı, Necip’i, Cemal’i… Yaşamak istiyorum bunlarla ve yaşlanmak. Asıl maziyle yaşayamam belki. Ama Erdoğan amcanın, elinde hafifçe kavradığı çay bardağını tutarken, söylediği cümle ile yaşayabilirim: Biz mazinin kırıntılarıyla yaşıyoruz ve onu hep dile getiriyoruz Ayşe… Dedi. Rümeysa demeye dili dönmeyen samimiyetiyle…

 

Evet, biz dükkânı kapattığımızda çay içmeye gidiyoruz ekipçe. O sıcak muhabbete bir de çayı ekliyoruz. Daha ne istenir yaratandan… Keşke hep Dost ile kalsam, Dost’la olsam. Kocaman dünyada bir ülkeye; bir ülkede bir şehre; bir şehirde bir pasaja; bir pasajda bir dükkâna sığdırılmış, küçücük bir dünya var burada… İçinde bulunduğum, orada olmaktan mutluluk duyduğum. Elbette, herkesin hayatında, bazı belirli mekânlar vardır. Oraya giderken ki hızlı adımlarınız, ayrılırken ki, yavaşlığınız, ağırlığınız…

 

Oradayım.

 

Ben oradan hiç ayrılmayayım; saatler geriye sarsın, adımlar geriye atsın, günler geri gitsin. Ve ben hep oracıkta kalayım. Ve bin yol olsun. O yol hep Dost’a çıksın. Dost’a çıkmayan yollar taş ve çamurdan ibaret sayılsın. Ya da bir yol olsun… O yol yalnızca Dost’tan ibaret olsun…

Keşke…

Ah keşke…

 

6.12.15 Rümeysa ERTEM

(Merak edenler, bir gün yolu düşerse uğramak isteyenler için) Adres: Uzun Sok. Kristal Pasajı Altı. No:226 DOST KİTABEVİ. ERDOĞAN GÖNÜLLER-TRABZON/MERKEZ

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 2 Yorum
  • Bilge Sena Bulut
    8 yıl önce
    Ellerine düşüncelerine sağlık Rümeysa ablacım. Bir Dost bu kadar güzel mi anlatılır diye düşünüyorum. :)
  • Berivan Çiçek
    8 yıl önce

    Çok güzel yazmışsın ablaların en en geçerlisi. Düşünen beynine söyleyen ağzına yazan eline ve o güzel yüreğine sağlık.