RÜMEYSA ERTEM: BİR YUDUM SEVİNÇ

“Canım Babam, Baba sen dünyada ki en en en güzel babasın seni çok seviyorum babacım bir dediğimizi iki etmiyorsun sen benim canım babamsın. Çok şey istesek bile alıyorsun. Çünkü hep bizi düşünüyorsun seni çok ama çok seviyorum babacım doğum günün kutlu olsun hep ama hep bizimle ol lütfen. Kızın Sevinç “

RÜMEYSA ERTEM: BİR YUDUM SEVİNÇ
10 Haziran 2013 - 20:19

BİR YUDUM SEVİNÇ

 

Mevsimlerin sonbaharıydı, ağaçlar tek tek vazgeçiyordu yapraklarından. Güneş bir başka bakıyordu yeryüzüne, öncesi gibi değildi. Mutlu bir yuvası vardı Şükran’ın. Belki de o öyle sanıyordu. Aynaya uzaklardan bakmayı tercih ediyordu. Oysa yakından baksa yüzeyde oluşan kirleri görecekti bir bir. Fakat bakmıyordu, bakamıyordu. Gençti, evliydi, üstelik iki canlıydı. Evlendikten iki yıl sonra karnında bir can yaşattı. Bir ay, üç ay, beş ay derken geçirdi sekiz ayını hasretle. Minicik yavrusuna kavuşmaya yaklaşık bir ay kalmıştı. Fakat başına geleceklerden haberdar değildi, olamazdı da zaten. Kim görebilirdi ki geleceğini o görsün… Bir fecaat yaşayacağını hiç ummuyordu sadece. O sabırla beklediği yavrusunun kokusunu duyma özlemiyle yanıp tutuşuyordu.

 

İki hafta daha eksiltti ömründen, İki hafta daha müddet bırakıldı bebeğine. Bir gece karanlık çökmüş iken gökyüzünün üzerine, ona da çöküyordu sanki pervasızca. Kalbi sıkışıyordu, yüreği daralıyordu. Nedenini bilmeksizin dönüyordu yatağında durmadan. Sağına bakıyordu ışığı açık bir lamba, soluna bakıyordu ter-ü tazeliğiyle mışıl mışıl uyuyan kocası. Fakat ne olabilirdi onu bu kadar zor duruma düşüren? Yürek bağlarına halat çekip, düğüm düğüm eden his neydi? Ah, Şükran… O da bilmiyordu tabii atacağı çığlıkları… Bilmiyordu tüm dertlerinin bir bir meydana çıkacağını…

 

Sabahı zor etmişti Şükran. Gecenin ağırlığını üzerinden atmak istiyordu, endişeli düşüncelerden uzaklaşmak… Sabahleyin gözlerini açtığında dünyaya, zamanı merak edercesine saatine baktı. Bir hayli geç olmuştu. Ortalığı toparladıktan sonra, en sevdiği öğün olan kahvaltıyı hazırladı. Birkaç dilim peynir, üç-dört zeytin, reçel ve bal, teyzesinin gönderdiği tereyağı ve kızarmış ekmeklerinin yanında ki demli çayıyla yoktu keyiflerine dokunan. Doğmamış güzel kızını ve kendini doyurduktan sonra, akşam için planlar hazırlıyordu zihninde. Bir kızına soruyordu, bir kendisine. Sonra hoş bir edayla sorduğu soruları cevaplıyordu. Ne kadar da mutluydu…

 

Giyindi, salıverdi uzun sarı saçlarını, taktı koluna çantasını, aldı eline pazar arabasını. Gideceği yere huzurlu bir şekilde yön verdi. Bir kilo patlıcan, bir kilo patates, bir demet maydanoz, bir tutam pirinç derken geçirdi iki buçuk saatini sokaklarda. Yorulmuştu tabii, ama değerdi. Akşama eşiyle birlikte kocaman sofrada, güzel bir ziyafet çekecekti. Sürpriz yapacaktı evinin direğine. Çıkardı çantasından telefonu aradı ve kız kardeşinin İstanbul’dan geldiğini akşam annesinde toplanacaklarını, orada kalacağını duruma göre gelme ihtimalinin olduğunu, gelirse haber vereceğini fakat onunda eve geç dönmemesi gerektiğini söyledi. Bu sadece tozpembe bir yalandı onun için. Çünkü akşam kocasını şaheser bir tablo karşılayacaktı. Ya da o öyle hayal ediyordu. Bilmiyordu fatalitesini. Eşi de hiç itiraz etmemişti.

 

Tekrar evin yolunu tuttu Şükran. Ahmet’in en sevdiği yemeklerin listesini yaptı. Patlıcanlı börekten, patates salatasına, elmalı kurabiyeden, az yağlı sarmasına kadar her şeyi üşenmeden; emeğini, sevincini bir de sevgisini katarak hazırladı. Salondaki yemek masasına, annesinin çeyizine özenle koyduğu masa örtülerini, hiç kullanılmamış çatal bıçak takımını, çiçekli desenlerle adeta göz boyayan tabaklarını yerleştirdi. Masanın tam ortasına güllerle donanmış bir vazo iki yanına da mum yerleştirdi. Sevincini kızıyla paylaşmak istercesine; “Biraz fazla mı güzel oldu yavrum, ne dersin?” diyerek ıslıklar çala çala yatak odasının yolunu tuttu. Sanki bugün içinmiş gibi, bir hafta önce mağazanın vitrininde görüp de hayran kaldığı elbiseyi almıştı. Şimdide nazikçe yerleştiriyordu karnı şişkin ama ince belli vücuduna. Uzun ince telli saçlarına söylenecek söz bulunamazdı zaten. Salıverdi omuzların üzerine, birkaç tarayıştan sonra. Yüzü pürüzsüz değildi, ama bu çirkin olduğu anlamına gelmiyordu. Makyaj yapmadan da güzel olmayı beceriyordu Şükran. İnceden bir sürme çekti derin kahverengi gözlerine, hafif bir dokunuş yaptı pudrasıyla elmacık kemiklerine. Kalktı aynanın karşısından salına salına geçti salona. Önce narince dokundu masa örtüsüne, sonra ufak bir tebessüm attı şişkinliğin içindeki görülmeyen güzelliğine… Bekledi, fakat saat ilerliyordu, kocası hala dönmemişti. Oturdu dayadı sırtını koltuğa. Karanlığın içinde yanan mum gibi o da ışık saçıyordu etrafa…

 

Odada saatin “tık tık” sesinden başka ses duyulmuyordu. Zaman aktıkça daha da stres yapıyordu Şükran. Kolları bağlı oturduğu yerde, çatık kaşlarıyla bekliyordu Ahmet’i. Dayanamadı aldı telefonu eline. Aradı, aradı, aradı. Fakat açmadı evinin direği, gözünün nuru. Saat bir hayli geç olmuştu. En azından diğer güne merhaba denmişti. Sinir küpü haline gelmemişti fakat gelmek üzereydi.

 

Ah, evet… Sonunda anahtar sesleri duyar oldu. Hemen kalktı ayağa sandalyeye dayadı elini, bekledi. Fakat konuşmalar geliyordu, kahkahalar… Gittikçe yakınlaşan sesler kalbine hançer gibi saplanıyordu Şükran’ın. Bir anda odaya girdi birileri, ışık açıldı. Önce karanlıktan çıkmışçasına karardı gözleri. Eliyle engellemeye çalıştı, fakat o da ne? … Ahmet ve yanında ki… Beyninden vuruldu karanlıktan kararan gözleri şimdi niçin kararıyordu? Sinirden mi? Hüzünden mi? Acıdan mı? Yoksa beklenmedik vakadan mı? İyice sıktı sandalyeyi, kapadı gözlerini, başı hafiften öne gider gibi oldu ve tekrar açtı gözlerini. Etraf bulanıktı, ona doğru yaklaşan birileri vardı ama göremiyordu, ayakta durmakta zorluk çekiyordu, sesler yankı yapıyordu. Kasıklarında, tam bebeğinin olduğu yerde acılar hissetti. Bir sıvı rahminden aşağı doğru süzülüyordu… Derin derin nefes alıp vermeler başladı, acı çığlıklar attı. Yumruğunu sıktı, yüreğinde düğümlenen halatları bir bir kopardı.

 

Ahmet ona yardım etmek istiyordu fakat Şükran itiyordu. İstemiyordu ona dokunmasını, hak etmiyordu. Ambulans arandı, komşular kapıdan pencereden bakınmaya başladı. Feryadı insanın ciğerine dokunmayacak gibi değildi. Ara sıra bağırmamak için ceht gösteriyordu, dişini sıkıyordu. Ne fayda… Hüzün yağmurları kalbinin deltasına doğru akmaya yüz tutmuştu…

 

Yetişti hastaneye Şükran. Şu an yoğun bakımda körüklenmiş hisleriyle savaşıyordu. Can çekişiyordu ama yılmıyordu. Bir anda doktorların tebessümleriyle ve bebeğin hıçkırıklarıyla bıraktı kendini. Derin bir nefes aldı fakat “oh!” çekemedi. Kızının bu şekilde dünyaya merhaba demesini hiç istemezdi… Kendi, hayata pek şükranlar duyamadı fakat kızının da annesi gibi acı çığlıklar atmasını istemiyordu. Bir umutla ömrü boyu ismini yaşasın diye, Sevinç adını koymaya karar verdi…

 

Üzerinden iki yıl geçti. Bu demekti ki Ahmet’ten ayrılalı iki yıl, kızı büyüyeli iki sene olmuştu. Bu süre içinde hayatının en soğuk günlerini yaşıyordu. Ne kadar tozlu bir yaşamı olduğu düşünse de temizlemek ona aitti, temizlememekse yine ona. Hüznü az da olsa severdi. Hüzünlü olduğu zamanlar daha çok düşünürdü. Her şeyi, herkesi, kendini… Hüzün onun için gözlerden değil kalpten akan bir yaştı. Duygularının yoğunlaştığı şehirdi. Hüzün bir şehirdi. İçinde her türlü varlığın bulunduğu; sevgi, nefret, aşk, gurur, iyilik belki de kötülük, acı bazen de mutluluğun bulunduğu şehirdi. Dünyası beyin, ülkesi kalp, şehri de hüzündü. Her şeyin barındığı o yer belki de acıların hissedildiği en doğru yoldu.

 

Kızıyla bir başına kaldıktan sonra, barınacak tek yeri vardı. Çaresizdi, fakat korkusuzdu. Gelin olarak çıkıp gittiği eve şimdi, cebri durumda dönüyordu. Sığınacak başka yeri yoktu. Biraz nadan kaldı, biraz cefa çekti. Geleceğinin tuğlalarını döşemeliydi, temelini ihzar etmeliydi. Bir fabrikaya girdi, çalıştı. Gündüz ise iş saati, geceye de fahri katıldı. O tahayyüllerinin temelini kurarken, Sevinç’e de teyzesi ve eniştesi sahip çıktı. Anne merhametiyle kucakladılar, baba şefkatiyle okşadılar. Mamasını yedirdiler, oyuncaklarını aldılar, sevgilerini kattılar. Öz annesinin, öz yavrusunu görüp hasret gidermesi kısıtlı zamanlar alıyordu. Çalışmak zorundaydı Şükran. Kendi için değil, kızı için. Yıllarca böyle akmaya devam etti yaşam ırmakları. Fakat bir sorun vardı. Belki şimdilik bir sorun değildi ama Sevinç’in geleceği için büyük bir talihsizlikti. Büyüyene kadar eniştesinin şefkatle okşadığı Sevinç, babasızlığın bilmezliği içerisinde onu babası bellemişti. “Baba, baba!” diye koştururken yamacından, eniştesi de “Kızım!” diye cevaplıyordu sevgiyle. İki çocuğunu hiç ayırt etmezdi Sevinç’ten. Sorsalar kaç çocuğun var diye, hep üç derdi… Bir lokmayı ikiye değil üçe bölerdi… Öyle ya, diğer ikisi de kardeş bellediler evin neşesini. Sevinç’in sevinçleriyle sevindi aile. Fakat Şükran geçinemiyordu bir başına kızıyla. Evet, kızının masraflarını baba dediği adam hiç karşılıksız üstlenebilirdi. Fakat kimseye mahcup olmaya gönlü yoktu Şükran’ın…

 

Yıllar geçti aradan… Uzun uzadıya bir ömür tükenmeye başladı. Şükran evlendi, yeni bir yuva kurdu. Yaşadıklarını unutması güç oldu ama başardı. Ablasının evine yakın bir ev tutmuşlardı. Çünkü Sevinç babasından ayrı kalmak istemiyordu. Üvey babasına ağabey derdi. Pek umursanmazdı aslında bu durum. Öz babası bile bir kere olsun merak etmemişken kızını, onlar iki gün ayrı kaldılar mı özlüyorlardı birbirlerini. Evlerinde üç yatak vardı. Çünkü eniştesinin üç çocuğu vardı…

 

Ve bir gün manevi babası Oktay’ın doğum günü idi. Sevinç’in babasına çizdiği karalama resim ve yazdığı kısacık bir mektup, o hariç herkesin yüreğini sızlatıyordu:

 

“Canım Babam,

Baba sen dünyada ki en en en güzel babasın seni çok seviyorum babacım bir dediğimizi iki etmiyorsun sen benim canım babamsın. Çok şey istesek bile alıyorsun. Çünkü hep bizi düşünüyorsun seni çok ama çok seviyorum babacım doğum günün kutlu olsun hep ama hep bizimle ol lütfen.

                                                                                                                                                 Kızın Sevinç “

 

Şükran’ın ömrü hüzün ile çalışmak arasında nakış dokumakla geçmişti. Yeni evlendiği eşinden de bir can taşıdı, fakat en büyük ablasının vefatı üzerine, o can da hüzne dayanamayıp, uçuverdi eşsiz diyarlara… Bir roman olurdu belki de onların hayatı. Fakat kelimeler sığamadı cümlelere, gözler perperişan oldu ağlamaya… Daha faskası belindeyken bebeğinin, hüzne mağdur olmuştu. Belki de babasızlığa… Fakat yalnız değildi Sevinç, babasız değildi. Darüleytamda ki çocuklar kadar mağrur değildi.

 

Anne ve kızını güzel günler bekliyordu. Sevginin tükenmeyeceği istikametlere yön çevireceklerdi. Hayata bedbin bakmamak için istikrarlıydılar. Minval her daim umutlarını avuçlarının içinde saklayacaklarına söz verdiler. Hercai bedenlerden uzak, sebat duracaklardı ayakta. Karanlıkta ışık gibi parlayacak, savaşta fedai gibi göğüs gereceklerdi kılıca, silaha. Fakat sevgilerini hiç eksik etmeyecekler sonsuzluğa giden hayat yolculuğunda. Her ne olursa olsun hayata şükran duyup, kadere sevinç çığlıkları atacaklar inadına.

 

Nice Sevinçler geçti bu dünyadan… Hepsi gülmek istedi, hepsi küçük yaşta anne baba sevgisi tatmak istedi. Hayata tutunabilmek için hep bir dayanak aradılar. Bulan buldu, bulamayanın vay haline…

 

                                                                                                                               Rümeysa ERTEM

                                                                                                                                             28.01.2013

 

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum