"Osmanlıca diye bir dil yok, hiç olmadı"

Osmanlıca ‘soslu salçalı Türkçe' değil

"Osmanlıca diye bir dil yok, hiç olmadı"
01 Mayıs 2019 - 07:45 - Güncelleme: 01 Mayıs 2019 - 07:51

Feyza Hepçilingirler ‘Kar Altında Buğday Tanesi’nde Türkçe’yi ‘zedeleyen’ kullanımları eleştiriyor. “Osmanlıca diye bir dil yok, hiç olmadı” deyip devam ediyor: Türkçeyi kaba ve ahenksiz bulanların, içine bolca Arapça kattıkları, üzerine çeşni olsun diye Farsça serpiştirdikleri soslu salçalı bir Türkçe var. Osmanlıca işte onun adı.

Üzerinde rahatça kalem oynatabileceğim tek saha: Deneme. Denemenin belli bir muhtevası yok, her edebi nevi kucaklayacak kadar geniş, rahat ve seyyal, kalıplaşmamış olduğu için çekici…” diyor Cemil Meriç. Deneme sınırsız bir hürriyet sahası sunuyor insana. Hem yazarken hem okurken… Feyza Hepçilingirler’in ‘Kar Altında Buğday Tanesi’ adlı yeni çalışmasındaki önsöze göre kitapta yer alan yazılar, çeşitli dergiler ya da kitaplar için yazılmış. Birbirine yakın konular tasnif edilmiş. Sade bir üslup, keyifle okunan yazılar. Hepçilingirler evliliğe, aşka, martılara ve kargalara, apartmanda yaşamaya, şarkı söylemeye vs. dair, hayatın içinden onlarca detaya dokunmuş kalemiyle.  

Kitapta dikkat çeken bölümlerden biri de ‘Derdimiz Türkçe’. Feyza Hepilingirler Türkçe konusunda hassasiyete sahip bir yazar. Yabancı yer, şirket ve içecek isimlerine ya da özenmeden konuşan ve yazanlara getirdiği eleştirilere katılmamak mümkün değil: “Diline sahip çık, kimliğine, geçmişine, soyuna, ailene, ülkene… İngilizceleşmeyi çağdaşlık saymak, büyüklerden çocuklara geçti. Türkçeyi emanet edeceğimiz gençler, kendi dillerini sahip çıkılmaya değer görmemeye başladılar.” (S. 98) İşte yanlış Batılılaşmaya ve yozlaşmaya karşı geleneksel kültürü savunan gerçek bir aydın derken, şu satırları şaşkınlıkla okudum: “…Osmanlıca dil değildir ki… Türkçenin Osmanlı döneminde aldığı garip durumun adıdır. Türkçenin bir evresine verilen addır. Şunu bir kez daha söyleyelim: Osmanlıca diye bir dil YOK. Hiç olmadı. Konuşurken pekâlâ dertlerini, her türlü isteklerini arzularını anlatmaya yeten Türkçenin edebi metinler yazarken yetmeyeceğine inananların, Türkçeyi kaba ve ahenksiz bulanların, içine bolca Arapça kattıkları, üzerine çeşni olsun diye Farsça serpiştirdikleri soslu salçalı bir Türkçe var. Osmanlıca işte onun adı!” (S. 117)  

Bu düşüncenin, “Sizin klasikleriniz kimlerdir?” sorusuna “Bizim klasiklerimiz yok” cevabını veren meşhur şairimizin “garip” tavrından ne farkı var? İşin tuhafı, şu satırlar da yine Feyza Hepçilinirler’e ait: “…Kültür yaşatılmalı. Kültürün en önemli öğesi atasözleri yaşatılmalı… Yüzyıllar öncesinin kopmadan günümüze ulaşan zincirini sonraki zamanlara, sonraki kuşaklara taşıyabilmek için, çocuklarımızı söz ustası, anlatmak istediğini eksiksiz dile getirme ustası yapmak için, gereksinme duyduklarında kullanabilmelerini sağlamak için, kültürümüzün yapıtaşlarından biri olan atasözlerimizi, atasözleriyle birlikte en önemli söz zenginliğimiz olan deyimleri onlara öğretmeliyiz.” (S. 130) Bir kültüre nüfuz edebilmenin yolu, o kültürü inşa eden dilin biliniyor olmasından geçmez mi? 

Atasözlerini ve deyimleri kültürümüzün yapıtaşı sayarken “Osmanlıca diye bir dil” demek, ideolojik peşin hükümlerle açıklanabilir ancak. Kendisi de önsözde itiraf etmiyor mu zaten? “Bu kitapta politika ya da siyaset başlığını taşıyan bir bölüm yok ama bu, yazılara yansıyan siyasi bir görüş olmadığı anlamına gelmez.” (S. 11) Feyza Hanım’ın arı duru Türkçeyi savunacağım diye, tarih içinde yavaş yavaş oluşan, tekâmül süzgecinden geçerek berraklığını bulan koskoca bir dili yok saymasını, Arap ve Fars kültürlerinin basit bir taklidi olarak görmesini tasvip etmek mümkün değil. Fakat anlaşılabilir. 

Zira Osmanlıca ve dil tartışmaları yeni değil. 50’lerden bu yana ara ara gündeme geliyor. 70’li yıllarda, Batı’yı anlamak için Batı dillerini öğrenmek ne ölçüde gerekli ise “geçmiş kültürümüzü kavramak” için de liseli gençlere Osmanlıca ve hatta Arapça ve Farsça da öğretilmesini savunan aydınlarımız da oldu. Bu öneriye, “yazık değil mi çocuklarımıza!” diye karşı çıkan, Osmanlıca öğrenmenin “kafayı paslandıracağını” zanneden aydınlarımız (!) da… Esasında bu tartışma bir turnusol kâğıdı; Osmanlı kültürünü önemseyenlerle küçümseyenleri, ret edenlerle kabul edenleri görmemiz için… Kim “sahih aydın” kim “oryantalist”, saptamak için… 

Hepçilingirler’in de pek haklı olarak yakındığı bozuk ve kısır bir dil. Onun deyimiyle: “Türkilizce!” Tanpınar dirilse mezarından, Aşiyan’dan Bebek’e bir inse, her birisi Türkçenin mağlubiyetinin nişanı sayılan dükkân tabelalarına bakarak efkarlanır, “dil hezimeti” derdi herhalde… Ne de olsa serde şairlik var. 

Osmanlıcadan rahatsızlık duyanlara en güzel yanıtı merhum Ali Fuad Başgil vermiş vakti zamanında: “Mimari bir eserin milliliği, meselâ Süleymaniye Camii’mizin Türklüğü, taşında tokacında değil, inşası tarzında ve terkibindedir. Süleymaniye Camii’nin taşı, mermeri şuradan, buradan getirilmiştir diye bunları söküp atmak, o cânım şaheseri tahrip etmektir. Tıpkı bunun gibi Türkçemizin bazı kelimeleri şuradan, buradan alınmıştır diye bunları dilden çıkarmak bu millet dilini yıkmaktadır.” 

Kaynak:https://www.karar.com/hayat-haberleri/osmanlica-soslu-salcali-turkce-degil-1196519

 

K

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum