MERKEZİ/ÜNİTER - MİLLİ/ULUS DEVLET BAKIMINDAN PONTUS MESELESİ - ALİ GÜLER

MERKEZİ/ÜNİTER - MİLLİ/ULUS DEVLET BAKIMINDAN PONTUS MESELESİ - ALİ GÜLER
10 Temmuz 2019 - 22:17

MERKEZİ/ÜNİTER - MİLLİ/ULUS DEVLET BAKIMINDAN PONTUS MESELESİ -1-

 

Yaşadığımız Coğrafyayı Tanımalıyız

Türkiye coğrafyası, jeopolitik ve jeostratejik bakımdan tarihin her döneminde merkezi bir rol oynamış, bundan dolayı da zaman zaman şekli değişse de önemli tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu bakımdan bin yıldır Türkiye’ye sahip olan, burayı vatanlaştıran Türk milleti de farklı saldırılara tarihin her döneminde muhatap olarak yaşamıştır. Bu coğrafyanın özelliklerinden kaynaklanan sorunlar ve bunların yarattığı tehditler bugün de vardır ve yarın da olacaktır. Türk milleti ve kurduğu devletler güçlü olduğu sürece bu sorunlarla baş edilebilir ve tehditler ortadan kaldırılabilir. Tarihsel süreçten de takip edebildiğimiz kadarıyla Anadolu coğrafyası jeopolitiğin ve jeostratejinin kurallarına uygun hareket edildiği zaman sorunsuz bir coğrafyadır ve üzerinde kurulan siyasi yapıları “Dünya/Cihan Devleti” seviyesine yükseltmektedir. Yani Anadolu hem sorunlu, hem de imkânlı bir coğrafyanın adıdır. Kısaca “zor” bir coğrafyadır. Osmanlı Devleti Anadolu jeopolitiğinin kurallarına uygun bir siyasi, idari ve kültürel politika takip ederek, kuruluşundan yaklaşık 150 yıl sonra Dünya/Cihan Devleti haline gelmiş ve bugünkü moda tabirle bu “küresel güç” olma özelliğini yaklaşık 270 yıl (1453-1711) tartışmasız bir şekilde devam ettirmiştir.

Gerek devlet idaresinde, klasik çağa göre gösterilen zafiyetler ve gerek barutun, pusulanın bulunması, ticaret yollarının değişmesi ile bu rolü İngiltere’ye kaptıran Osmanlı Devleti; bilinen sebeplerle yaklaşık 250 yıllık bir çözülme/dağılma süreci yaşamış ve yıkılmıştır.

SEVR’İ YENİDEN OKUMAK

Osmanlı’nın yıkılış sürecinin belgesi olan Sevr Antlaşması, bir bakıma Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de doğuşunu hazırlamıştır. Tabiidir ki; bu doğuş Sevr’e rağmen, Sevr’i planlayan dönemin küresel güçlerine rağmen bir doğuştur. Çünkü Sevr Antlaşması sadece bir siyasal organizasyon olarak Osmanlı Devleti’ni değil; toptan Türk milletini tarihten silmeye dönük bir antlaşmaydı. Bu çapta önemli maddeler içermekteydi. Bu nedenle, Sevr’de Türk’ü tarihe gömmek için yola çıkanlar; kendilerine rağmen, adeta Anka kuşu gibi kendi küllerinden yeniden doğan Türkiye Cumhuriyeti’ni de yıkmak için kolları sıvayacaklardı.

Birinci Dünya Savaşı’nın ana nedenlerinden biri, Osmanlı’nın Anadolu ve Ortadoğu topraklarını paylaşmak idi. Savaş öncesinde ve sırasında yapılan “gizli antlaşmalar” incelendiğinde bu açık bir şekilde görülmektedir. Galiplerin dayattığı bir barış antlaşması olarak Sevr, bu gizli paylaşımı hayata geçiriyordu. Savaş sonrasında fiilen Ortadoğu toprakları kaybedilmiş, Anadolu paylaşım antlaşmalarına göre işgal edilmişti. M. Kemal Atatürk’ün önderliğinde Türk milleti Anadolu’yu kurtarmış, Sevr Antlaşması yırtılıp çöpe atılmış, Lozan Antlaşması hayata geçirilmiştir. Türk milleti burada coğrafyanın jeopolitik ve jeostratejik özelliklerini dikkate alarak bir merkezi (üniter) – milli (ulus) bir devlet kurmuştur.

Sevr Antlaşması ve onu hazırlayan Paris Barış Konferansı; Anadolu’nun parçalanması ve emperyalizmin nüfuz alanları oluşturma politikaları çerçevesinde üç “devlet doğurtmayı” öngörmüştür: “Pontus, Kürdistan ve Ermenistan.” O dönemde uygulanamayan, hayata geçirilemeyen emperyalizmin bu üç önemli projesi bugün de değişik şekillerde Türk milletini tehdit eden projeler olarak karşımızda durmaktadır.

Toplam 433 madde olan Sevr Antlaşması’nın 62, 63, 64’üncü maddeleri, “Üçüncü Bâb Mevad-dı Siyasiye Üçüncü Kısım Kürdistan” başlığı altında kurulması düşünülen “Kürt Devleti”ne ayrılmıştır. Yine Sevr Antlaşması’nın 88, 89, 90, 91, 92, 93’üçüncü maddeleri de “Üçüncü Bâb Mevad-dı Siyasiye Altıncı Kısım Ermenistan” başlığı altında tasarlanan “Ermeni Devleti”ne ayrılmıştır. Kuzeydoğu Karadeniz’de kurulması düşünülen “Pontus Devleti” ise Paris Barış Konferansı’ndaki tartışmalar sırasında Trabzon’un Ermeniler mi, Rumlara mı verileceği konusunda anlaşma sağlanamaması üzerine Sevr’e yansımamıştır. Buna rağmen, aşağıda değerlendireceğimiz gibi, Yunanistan “Megali İdea” kapsamında bu konudaki ayrılıkçı isteklerine ve çalışmalarına devam edecektir.

Milli Mücadele ve Lozan Antlaşması ile fiilen ortadan kaldırılan Anadolu’nun parçalanması ile ilgili bu temel Sevr projelerinin günümüzde yine karşımıza çıkarılmakta olduğu görülmektedir. Günümüzün küresel (emperyalist) gücü olan ABD, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” kapsamında tarihin tozlu raflarından bazı haritalar çıkarmakta ve bunları güncelleştirerek hayata geçirmeye çalışmaktadır. Bu küresel güçle rekabet ederek kendi nüfuz alanlarını genişletmeye veya korumaya çalışan AB ise, çoğunlukla ABD ile örtüşen, zaman zaman da farklılaşan başka harita ve oluşumlar peşinde koşmaktadır.

MERKEZİ/ÜNİTER - MİLLİ/ ULUS DEVLET KAVRAMI

Milli/ulus devletler, öncelikle insan unsurunu tek bir “milletin/ulusun” oluşturduğu devletlerdir. İkinci olarak bu devletler, iç ve dış “egemenlikl erini” kendileri temsil eden devletlerdir.

Ulus devletler yönetim modeli (idari) bakımdan “federal” veya “merkezi/üniter” olabilir. Mesela ABD ve Almanya “federal - milli/ulus devletlerdir”. Fransa ve Türkiye ise “merkezi/üniter - ulus devletlerdir.”

Daha Misak-ı Millî ile başlayan ve kongrelerle devam eden merkezi-milli yeni bir Türk devleti oluşturma fikrini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve gelişim süreçlerinin tamamında görmek mümkündür. İç ve dış hukukun oluşturulması, kültür ve eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanması hep bu temel esas üzerine bina edilmiştir.

Nitekim Atatürk Büyük Nutuk’ta devletin iki temel özelliğini bu arada “millilik” esasını şu şekilde ifade etmiştir: “Efendiler, bu nutkumla, milli varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devletin nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım…” Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin merkezi/üniter-milli/ulus devlet özelliği; hem ülkenin, hem de milletin bütünlüğünü, birliğini ve bölünmezliğini ifade eder. Türkçenin resmi, devlet, eğitim, bilim ve yayın dili olması; hukukun tekliği; idarenin merkezîliği; kültürel ve siyasal bütünlük bunu tamamlar.

Mevcut Anayasamızın aşağıda tek tek vereceğimiz pek çok maddesi devletin bu özelliğini belirlemiş, bu özelliklerin korunmasını pek çok bakımdan garanti altına almıştır. Anayasa, diğer bazı temel esaslarla birlikte (mesela laik devlet düzeni) devletin bu özelliğinin korunması için temel özgürlüklerin sınırlandırılabileceği esasını da getirmektedir. Hatta, olağanüstü hal uygulaması ve sıkıyönetim ilanı için merkezi-milli devlet düzeninin bozulması gerekçelerden biri olarak belirlenmiştir.Anayasamızda özellikle 3., 42., 66. Maddeler milli/ulus devlet esasını; 80., 126. ve 127. Maddeler merkezi/üniter devlet esasını belirleyen maddeler olarak öne çıkmaktadır. Anayasamızın şu maddeleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin merkezi/ üniter - milli/ulus devlet özelliğini belirlemiş ve koruma altına almıştır:

Başlangıç- “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu anayasa…”

Başlangıç- “Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin… karşısında korunma göremeyeceği…”

Madde 3.- “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Milli marşı “İstiklal Marşı”dır.

Başkenti Ankara’dır.”

Madde 5.- “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak,… için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”

Türkiye’de yayımlanan süreli yayınlar, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Cumhuriyetin temel ilkelerine, millî güvenliğe ve genel ahlâka aykırı yayımlardan mahkûm olma halinde, mahkeme kararıyla geçici olarak kapatılabilir…”

Madde 42.- “Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.

HER ŞEYDEN ÖNCE, ÜLKE GÜVENLİĞİ

Madde 14.- “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiç biri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı… amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.”Madde 26.- “Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması… amaçlarıyla sınırlanabilir.”

Madde 28.- “Basın hürriyeti’nin sınırlamasında, Anayasanın 26 ve 27 nci maddeleri hükümleri uygulanır. Devletin iç ve dış güvenliğini, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü tehdit eden veya suç işlemeye ya da ayaklanma veya isyana teşvik eder nitelikte olan veya Devlete ait gizli bilgilere ilişkin bulunan her türlü haber veya yazıyı, yazanlar veya bastıranlar veya aynı amaçla, basanlar, başkasına verenler, bu suçlara ait kanun hükümleri uyarınca sorumlu olurlar…” Süreli veya süresiz yayınlar, kanunun gösterdiği suçların soruşturma veya kovuşturmasına geçilmiş olması hallerinde hâkim kararıyla; Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel ahlakın korunması ve suçların önlenmesi bakımından gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunun açıkça yetkili kıldığı merciin emriyle toplatılabilir.

Yarın: Milli/ulus devlet, Lozan hukuku ve gayrimüslim azınlıklar

MERKEZİ/ÜNİTER - MİLLİ/ULUS DEVLET BAKIMINDAN PONTUS MESELESİ -2-

Lozan görüşmelerinde başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler belli amaçlarla azınlıklar sorununu canlı tutmak arzusunda olduklarını açıkça ortaya koymuşlar; Türkiye’de “Gayrimüslim azınlıklar” dışında başka azınlıklar yaratmak istemişlerdir. Bu konudaki talep ve dayatmaların bugün de devam etmekte olduğu bilinmektedir.

TÜRKÇEDEN başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır.” Madde 58.- “Devlet, istiklâl ve cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda ve devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır.” Madde 66.- “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür.

Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.”

Madde 68.- “Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine aykırı olamaz; sınıf ve zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.” Madde 80.- “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil, bütün milleti temsil ederler.” Madde 81.- “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, göreve başlarken aşağıdaki şekilde ant içerler: Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma… büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” Madde 103.- “Cumhurbaşkanı, görevine başlarken Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde aşağıdaki şekilde ant içer:

Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma,… Büyük Türk milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” Madde 104.- “Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk milletinin birliğini temsil eder; anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.” Madde 118.- “… Kurulun (Millî Güvenlik Kurulu), devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınması zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca değerlendirilir.”

Madde 122.- “Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilânını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması veya vatan veya cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle, cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra, süresi altı ayı aşmamak üzere yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde sıkıyönetim ilan edebilir…” Madde 126.- “Türkiye, merkezî idare kuruluşu bakımından, coğrafya durumuna, ekonomik şartlara ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre, illere; iller de diğer kademeli bölümlere ayrılır. İllerin idaresi yetki genişliği esasına dayanır.

Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezî idare teşkilatı kurulabilir. Bu teşkilatın görev ve yetkileri kanunla düzenlenir.” Madde 127.- “… Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir.” Madde 130.- “… Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler. Ancak, bu yetki, devletin varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma serbestliği vermez…” Madde 174.- “Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, anayasanın halk oyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz:..”

ULUS DEVLET, LOZAN HUKUKU VE GAYRIMÜSLIM AZINLIKLAR

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası hukuka göre bağımsızlığının tescil edildiği ve halen yaşayan bir antlaşma olan Lozan’a göre, burada oluşturulan siyasi-hukuki statüye göre, Türkiye’de sadece “Gayrimüslim azınlıklar”dan bahsetmek mümkündür. Bunlar da, Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerdir. Lozan Barış Konferansı’ndan üç yıl sonra 1926’da Türkiye Cumhuriyeti’nin Medeni Kanun’u kabulünden sonra, zaten Lozan’da verilen bazı azınlık hakları otomatik olarak ortadan kalkmıştır. Yahudiler 15 Eylül 1925, Ermeniler 17 Ekim 1925, Rumlar 27 Kasım 1925 tarihlerinde yaptıkları müracaatlarla, “aile hukuku” ve “kişi hukuku” açısından farklı bir işleme tabi olmak istediklerini belirtmişlerdir.

Bunun Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından yaklaşık iki yıl sonra meydana gelmesi; Türk Devleti içinde ve Türk insanıyla birlikte yaşadıkları sürece gayrimüslim azınlıkların herhangi bir hukuki kayıt olmaksızın da doğal haklarına sahip olabileceklerine inanmış ve bu konuda tecrübeleri olduklarının bir delili olsa gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nde hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk bakımından bu unsurlardan başka “dinsel”, “dilsel” veya “etnik” bir azınlık yoktur. Bu siyasi-hukuki statü, sosyolojik esaslara da dayanan bir oluşumu ifade etmektedir. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, sosyolojik anlamda bunu şu şekilde değerlendirmektedir:

“Ülkemizde Yahudi, Ermeni ve Rum gibi hâkim gruptan sayı bakımından üstün olmayan azınlıklar yanında Polonez, Süryani ve onun kasıtlı olarak çoğaltılan türevleri (Yakubiler, Aramiler, Keldaniler, Nesturiler, Asuriler, Araplar ve Çingeneler) dışında başkaca azınlıklar düşünmek mümkün değildir. Bunların dışında türetilmeye çalışılan tüm gruplar, dince, dilce ve kültürce egemen toplumun ayrılmaz parçasıdırlar” Lozan görüşmelerinde başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler belli amaçlarla azınlıklar sorununu canlı tutmak arzusunda olduklarını açıkça ortaya koymuşlar; Türkiye’de “Gayrimüslim azınlıklar” dışında başka azınlıklar yaratmak istemişlerdir. Bu konudaki talep ve dayatmaların bugün de devam etmekte olduğu bilinmektedir. Amaç, azınlık haklarını bahane ederek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi “vesayet” altına almaktır. Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti hem insan unsurunu yani “Türk milleti”ni tanımlarken hem de “vatandaşlık hukuku”- nu oluştururken yeni azınlıklar yaratmanın önünü kesecek, ulus devletin insan unsurunu birleştirip, bütünleştirecek önemli adımlar atmıştır.

‘TÜRK MİLLETİ’ VE ‘TÜRK VATANDAŞI’ KAVRAMLARI

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu iradesini temsil eden Atatürk “Medeni Bilgiler” de “Milletin Genel Tanımı” başlığı altında, “millet hakkında, ikinci derecede unsurları dikkate almayarak mümkün olduğu kadar her millete uyabilecek bir tanımı biz de ele alalım” diyerek şu tanımı yapmıştır: “a. Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, b. Birlikte yaşamak hususunda ortak arzu ve bunu kabulde samimi olan, c. Ve sahip olunan mirasın korunmasına birlikte devam hususunda istek ve dilekleri ortak olan insanların birleşmesinden oluşan topluma millet adı verilir. Bu tanım incelenirse bir milleti oluşturan insanların bağlılıklarındaki değer, kuvvet ve vicdan hürriyetiyle insani duyguya gösterilen uyum kendiliğinden anlaşılır;

Yarın: Pontus meselesi: Düşlerle bir devleti diriltmeye çalışmak

HERKES, TÜRK MİLLETİNİN BİRER PARÇASI

 

Gerçekten, geçmişten ortak zafer ve üzüntü mirası; Gelecekte gerçekleştirilecek aynı program; Birlikte sevinmiş olmak, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmak. Bunlar elbette bugünün çağdaş zihniyetinde diğer her türlü koşulların üstünde anlam ve kapsam alır. Bir millet oluştuktan sonra bireylerin devlet hayatında, iktisadi ve fikri hayatta ortaklaşa çalışması sayesinde meydana gelen milli kültürde şüphesiz milletin her bireyinin çalışma payı, katılımı, hakkı vardır. Buna göre BİR KÜLTÜRDEN İNSANLARIN OLUŞTURDUĞU TOPLUMA MİLLET DENİR, dersek milletin en kısa tanımını yapmış oluruz” (1929). Atatürk aynı eserin “Millet” başlıklı bölümünün başında bir genel tanım daha yapmaktadır ki o da şu şekildedir: “Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir birliktir.” Milletin genel tanımını özetle “ortak kültürü paylaşmak” temelinde yapan Atatürk, Türk milletini de “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek tanımlamıştır ki bu da devletin insan unsuru bakımından yapılmış “siyasi-hukuki” bir tanımdır. Atatürk’ün yaptığı yukarıdaki tanımlarda ve devletin anayasal sistemi içinde açıkça belirtildiği gibi “Türk milleti” kavramı, subjektif unsurlara dayanan, günümüzde Amerikan sosyolojisinin de benimsediği “etnik grup” tanımı ile aynı olan bir derinlikte ele alınmıştır. Yani Türk milleti sosyolojik olarak “ortak yaşanan tarih içinde birlikte yaratılan ortak kültürü paylaşan insan topluluğu”dur. Bu anlamda bakıldığı zaman, farklı menşelerden gelse ve farklı alt grup isimleri ile anılsa bile Türkiye’de yaşayan Kürtler, Çerkezler, Abhazlar, Boşnaklar, Gürcüler vs. ayrı ayrı “milletler” değil; Türk milletinin birer parçasıdırlar.

MERKEZİ/ÜNİTER - MİLLİ/ULUS DEVLET BAKIMINDAN PONTUS MESELESİ -3-

Pontus Örgütü’nün temeli 1840 yılında “Merzifon Amerikan Koleji”nde okuyan Rumlar tarafından atılmış, 1909 yılında Trabzon Metropoliti vasıtasıyla Atina’da “Küçük Asya Cemiyeti”nin emri altına girmiştir. Merzifon Amerikan Koleji, sonraki dönemde bine yakın Rum gencini yetiştirmiştir. 1908’de “Pontus” isimli bir gazete yayımlanmıştır.

TÜRKIYE Cumhuriyeti’nin halen yürürlükte bulunan 1982 tarihli Anayasası’nın 66. Maddesi, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” diyerek; “Türklük” kavramının, “kan”a, “ırk”a, “soy”a değil “vatandaşlık” esasına bağlı olduğunu belirlemiştir. Anayasamız bazılarının iddia ettiği gibi “ırk” veya “kan” bağını esas almamıştır. Yani anayasadaki “Türk” kavramı bir “ırkı” değil, “vatandaşı” ifade etmektedir. Kaldı ki, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hem Atatürk’ün yazdıkları ve konuşmaları, hem de devletin yazılı belgeleri incelendiği zaman görülmektedir ki, “Türk” ve “Türklük” kavramı “kültürel” bir kavramdır, “ırka” veya “kana dayalı” bir kavram değildir. Yani aynı kültürü paylaşan insanların tamamı “Türk” olarak, aynı “millet” olarak tanımlanmıştır. Bu sosyolojik yaklaşım, anayasada da hukuki ifadesini bulmuştur.

ULUSLARARASI HUKUKAZINLIKLARIN KORUNMASI VE TÜRKİYE

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yukarıda verdiğimiz maddelerde de görüldüğü üzere mevcut anayasasında da güçlü bir şekilde vurgulandığı gibi, merkezi-milli (Üniter-ulus), demokratik, laik bir cumhuriyet olarak kurulmuş ve yaşamakta olan bir devlettir. Bugün, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nın 1975 Helsinki Belgesi, 1990 Kopenhag Belgesi ve bunları aynen kabul eden Avrupa Konseyi’nin 1993 Viyana Zirvesi’nde hazırlanan ve 10 Kasım 1994 Bakanlar Komitesi’nin 95’inci oturumunda kabul edilerek, 1 Şubat 1995’te imzaya açılan “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme” gibi altına imza attığı bütün azınlıklıklarla ilgili uluslararası antlaşmalara “Gayrimüslim Azınlıklar” yani “Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler” bakımından taraftır.

Bu statünün siyasi ve hukuki bakımdan korunması, milli birlik ve bütünlüğümüzün korunması anlamına gelir. Bu aynı zamanda devletimizin yaşatılması iradesini de ifade eder. Nitekim, Türkiye AGİK Kopenhag Belgesi’nin kabulünden sonra, Yunanistan, Bulgaristan ve Almanya’nın da yaptığı gibi, Yürütme Sekreterliği’ne gönderdiği bildirimde burada yer alan “ulusal azınlık kavramının ancak ikili ve çok taraflı uluslararası belgelerle statüleri belirlenen grupları kapsadığını ve Kopenhag Belgesi düzenlemelerinin anayasa ve iç mevzuata göre uygulanacağını” açıklamıştır. Görüldüğü gibi burada Lozan Statüsü’ne atıf yapılmaktadır. 

Yine Türkiye, “Avrupa İnsan Haklarının Ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Sözleşme’ye Ek Protokol (Paris, 20. 3. 1952) 11. Protokol İle Değiştirilen Ve Yeniden Düzenlenen Metin” bir bildirim ile şerh düşmüştür. Bu protokolle, Sözleşmeye, “mülkiyet hakkı”, “eğitim ve öğrenim hakkı” ve “serbest seçim yapma hakkı” eklenmiştir. Türkiye, protokolü onaylarken, eğitim ile ilgili 2. maddesine çekince koyarak, 430 Sayılı Tevhidi Tedrisat Yasası kurallarının saklı tutulduğunu belirtti. Çünkü, “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir.” şeklindeki ikinci madde başta laiklik ve ulus devlet esası olmak üzere devletin temel esaslarını zayıflatılabilecek hükümler içermekteydi.

Türkiye “ikiz yasalar”dan ikincisine yani BM Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi’ne de çekince koymuştur. Türkiye, Sözleşmenin “Azınlıkların korunması” başlığını taşıyan “Etnik, dinsel veya dilsel azınlıkların bulunduğu bir Devlette, böyle bir azınlığa mensup bulunan kişiler grubun diğer üyeleri ile birlikte toplu olarak kendi kültürel haklarını kullanma, kendi dinlerinin gereği ibadeti etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları engellenmez” şeklindeki 27. Maddesi’ne, “Lozan hükümlerine aykırı olamaz” şerhini düşmüştür. Avrupa’da azınlık haklarının korunmasıyla ilgili olarak hazırlanan tüm belge, şart ve sözleşmelerde, ulusal azınlıklar için tanınan pozitif haklar ve özgürlükler tanımlandıktan sonra bu hakların kullanımında, azınlık mensupları için ulusal mevzuata uymaları ve başkalarının haklarına saygı göstermeleri yükümlülüğü de getirilmektedir.

Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’nin 20. Maddesi şu şekildedir: “Bir ulusal azınlığa mensup olan kişiler bu çerçeve Sözleşmede yer alan prensiplerden kaynaklanan hakları ve özgürlükleri kullanırken, ulusal mevzuata ve başkalarının haklarına ve özellikle çoğunluğa veya diğer azınlıklara mensup olan kişilerin haklarına saygı gösterirler.” Yine hem Avrupa’da azınlık haklarının korunması ile ilgili olarak hazırlanan tüm belge, şart ve sözleşmelerde hem de Birleşmiş Milletler’in konuyla ilgili sözleşmelerinde üniter-ulus devletleri korumaya dönük ciddi tedbirler alınmıştır. Bu tedbirler özellikle üç başlıkta toplanmaktadır:

Devletlerin;
1. Eşit egemenliği,
2. Coğrafi bütünlüğü,
3. Siyasal bağımsızlığı

Uluslararası metinlerde azınlıklara tanınan pozitif haklar, devletlerin bu üç alandaki hakları aleyhine yorumlanamaz ve kullanılamaz. Mesela, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’nin 21. Maddesi şu şekildedir: “Bu çerçeve Sözleşmedeki hiçbir hüküm, uluslararası hukukun temel prensiplerine ve özellikle devletin egemen eşitliğine, ülke bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına aykırı faaliyetlere girişme veya bu yönde bir eylemde bulunma hakkı verdiği anlamı çıkaracak şekilde yorumlanamaz.” Aynı koruma hükümleri “1992 Tarihli Birleşmiş Milletler Ulusal, Etnik, Dinsel Veya Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi” nde de yer almaktadır. Bildirgenin 8. Madde 4. Fıkrası şu şekildedir:

“Bu Bildirgedeki hiçbir şey, devletlerin egemen eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı da dahil olmak üzere, Birleşmiş Milletler’in amaç ve ilkelerine aykırı hiçbir faaliyete izin verecek biçimde yorumlanamaz.” Bu sözleşmelerin taraf olan üniter-ulus devletler için getirdiği koruma tedbirleri, sözleşmelerde yer alan insan hakları ve temel özgürlükleri kullanacak olan tüm vatandaşlar gibi azınlıklara da doğal olarak sadakat mükellefiyeti getirmektedir.

PONTUS MESELESİ: DÜŞLERLE, BİR DEVLETİ DİRİLTMEYE ÇALIŞMAK

Başlangıçta belirttiğimiz gibi, jeopolitiğin ve tarihi şartların oluşturduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel esaslarından birisi olarak merkezi/üniter – milli/ulus devlet anlayışını ortadan kaldırmaya dönük çalışmalar Sevr’in öncesi ve sonrasında üç ana konu etrafında şekillenmiştir. Bunlardan biri “Kürdistan”, diğeri “Türkiye Ermenistan’ı” üçüncüsü de “Pontus Rum Devleti” kurma girişimleridir. Bunlardan ilk ikisi konumuz dışındadır. Ermeniler ile Yunanlıların aralarındaki tartışmalardan dolayı Sevr’e yansımayan ve fakat gerçekleştirilmesi için dün de bugün de uğraşmaları devam eden mesele “Pontus Meselesi” dir. Bu konu dün Osmanlı Devleti’nin, bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nin ülke (toprak) bütünlüğü ile millet birliğini doğrudan tehdit etmiştir ve etmeye de devam etmektedir.

Karadeniz Bölgemiz; “Megali İdea” (Büyük Yunanistan yaratma fikri) kapsamında kurulduğu 1829 yılından itibaren Türklüğün aleyhine % 278 defa büyüyen Yunanistan’ın hep ilgi alanı içinde olmuştur. Yunanistan, bugün için tarihin karanlıklarında kalmış bulunan Pontus meselesini bu maksatla yine gündeme taşımaya, Türkiye’yi zayıflatmaya uğraşmaktadır. Peki, bu mesele neydi? Konunun gerçek mağdurları Yunanlılar mı, Türkler miydi? Şimdi de ana hatları ile bu soruların cevaplarına bakalım:

Karadeniz Bölgesi, Birinci Dünya Savaşı içinde ve Mondros Mütarekesi’nin imzalanması üzerine başlayan Mütareke Dönemi’nde yeni bir tehdit ile karşı karşıya kaldı: Pontus Meselesi. Yöredeki Rumlar, Fener Rum Patrikhanesi’nin organize ettiği ve bölgede kurulan Pontus terör örgütünün yürüttüğü katliamlarla, ilk çağda bu bölgede İran asıllı bir aile tarafından kurulan Pontus Krallığı (M. Ö. 298-M.S. 63)’nı dirilterek, Megali İdea’yı gerçekleştirmek sevdasına kapıldılar. Fener Rum Patrikhanesi ile Yunanistan’dan yönlendirilen İstanbul’daki Pontus terör örgütünü bu amaçla kurdular.

Pontus örgütünün temeli 1840 yılında “Merzifon Amerikan Koleji”nde okuyan Rumlar tarafından atılmış, 1909 yılında Trabzon Metropoliti vasıtasıyla Atina’da “Küçük Asya Cemiyeti”nin emri altına girmiştir. Merzifon Amerikan Koleji, sonraki dönemde bine yakın Rum gencini yetiştirmiştir. 1908 yılında “Müdafaa- i Meşruta” adında bir ihtilal teşkilatı kuran Rum gençleri, “Pontus” isimli bir gazete de yayımlamışlardır.

Pontus örgütünün amacı, eski Romalıların “Euksinos Pontus” dedikleri ve Trabzon, Ordu, Giresun, Samsun sahil vilayetleri ile içeride Amasya ve Sivas vilayetlerinin bir kısmını içine alan yerleri Batum’dan Ayancık’a kadar geniş bir Türk vatan parçasını Yunanlılaştırmak, ileride Yunanistan ile birleştirmek üzere eski çağlardaki Pontus Krallığı’nı canlandırarak müstakil bir “Pontus Devleti” kurmaktı. Bütün bu faaliyetleri Yunanistan, Fener Rum Patrikhanesi ile iş birliği içinde teşvik ve organize ediyordu. Rum çetelerinin en iyi teşkilatlanmış olanları ve en tehlikelileri hiç şüphesiz, bu Pontus Terör Örgütü tarafından idare edilenlerdi.

Yarın: Türkiye, yoluna güvenle devam edecektir

PONTUSÇU RUMLARIN AMACI

Bu cemiyet ve şubelerinin daha Birinci Dünya Harbi sırasındaki Rus işgali ile başlayan çalışmaları sonucunda, Çarşamba, Samsun ve Bafra civarı ile Trabzon ve yöresindeki Rum köylerinde depolanan silahlar, gençlere ve askerden kaçan Rumlara dağıtılıp çeteler kurulmuş bulunuyordu. Bu Pontus çeteleri, bütün Karadeniz sahilinde ve içeride de Sivas, Amasya, Tokat’a kadar uzanan geniş bir alanda katliamlara girişmişlerdi. Rusların 2.000 tüfekle silahlandırdıkları ilk çete reisleri Vasil Usta ve Dimitri Haralambidis başta olmak üzere bu çeteler, Türk köylerini yakmaya ve Türkleri öldürmeye başlamışlardır. Savaş içinde Pontus çetelerinin ilk hedefi, Türkiye’yi zayıf düşürmek, Türk ordusunu meşgul ederek düşmana dolaylı destek sağlamak, Türk ordusunu arkadan vurmak ve sonuçta bölgedeki Rum varlığını ispatlayarak Türkiye’nin yenilmesi halinde emellerini gerçekleştirmekti. Mondros’tan sonra yapılan barış görüşmelerinde diplomatik atağa da kalkan Pontusçu Rumlar, dünyanın dikkatini buraya çekmeye çalışmışlar; Patrikhanenin uydurma istatistikleri ile bölgedeki Rum nüfusunu çok göstermeye çabalamışlardır. Gerçekte hem Osmanlı Devleti’nin resmi istatistiklerine, hem de yerli ve yabancı tarafsız kaynaklara göre Trabzon, Sivas ve Kastamonu vilayetlerindeki Rum nüfusu, Müslüman Türk nüfusunun onda biri kadardı. Mesela 1914’te savaşın hemen öncesinde yapılan resmi nüfus sayımına göre bu üç vilayette 3.263.396 Müslüman’a karşılık sadece 361.750 Rum yaşıyordu. Bütün bu gelişmeler karşısında Atatürk’ün Samsun’a ayak basması ile birlikte bölgedeki bu Rum faaliyetlerine karşı Türk milletinin teşkilatlandırıldığını görüyoruz. Öncelikle Erzurum Kongresi hem Doğu Anadolu’nun, hem de Trabzon vilayeti ile Canik (Samsun) sancağının temsilcileri ile toplandı ve bölgeye yönelik “Ermenilik, Kürtçülük ve Pontusçuluk” faaliyetlerine karşı “Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür bölünemez” haykırışı ile bir milli irade dile getirildi. 23 Nisan 1920’de Meclisin Ankara’da açılarak Ankara hükümetinin oluşturulmasından yaklaşık yedi ay sonra, 9 Aralık 1920’de Merkez Ordusu kuruldu.

MERKEZİ/ÜNİTER - MİLLİ/ULUS DEVLET BAKIMINDAN PONTUS MESELESİ -4-

Küreselleşme olgusu, ulus devletler açısından başta egemenlik alanlarının daraltılması olmak üzere, ekonomik, siyasi, sosyal pek çok sorunu beraberinde getirmektedir. Ulus devletlerin yaşaması, küreselleşmenin hayatı kolaylaştırıcı imkânlarından yararlanırken getirdiği bu sorunlarla da akılcı bir şekilde mücadele edilmesine bağlıdır.

BAŞINA Nurettin Paşa’nın getirildiği bu ordunun esas görevi, iç isyanları bastırmak ve Pontus çetelerinin faaliyetlerini, katliamlarını önlemekti. Bir kısım dış baskılara rağmen Ankara Hükümeti kararlı bir şekilde Pontus çetelerinin üzerine gitti ve nihayet 1923 yılının ilk aylarında Pontus çetelerinin isyanı tamamen bastırıldı. Bu olaylar sırasında, Pontus çeteleri tarafından 1.817 Türk öldürülmüş, 3.723 ev yakılmış, 1.800 civarında soygun ve gasp olayı gerçekleştirilmiştir. Buna karşılık bu mücadele sırasında 10.886 çeteci yakalandı ve 11.188 asi öldürüldü. Bu bölgede çalışan İstiklâl Mahkemesi, Pontus isyanına katılmak ve kışkırtmak suçundan 3 Müslüman, 174 Rum’u astı.

Sonuçta, Milli Mücadele’nin başarıya ulaşmasına paralel olarak imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile bölgede kalan Rumlar, mübadele ile Yunanistan’a göç etmişlerdir. 1923- 1928 yılları arasında mübadele antlaşması gereğince Türkiye’den toplam 1.104.216 Rum göç etmiştir. Bu sayının 182.169’u Karadeniz Bölgesi’nden giden Rumlardır. Yunanistan bugün, “1916-1918 ve 1919- 1923 yılları arasında, o zaman Türkiye’nin Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan 350 bin Ortodoks Rum’un, günün Türk makamlarının sistematik imha politikasının kurbanı olduğunu ve bundan kurtulanların, ancak Yunanistan’a sığınmakla canlarını kurtardıklarını” iddia etmektedir. Bu gerekçeyle, 24 Şubat 1994 tarihinde, Yunan Parlamentosu 19 Mayıs’ı “Pontus Rumlarının Türklerce Katlini Anma Günü” olarak kabul etmiştir. Karar, 7 Mart 1994’de Yunanistan Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmış ve 8 Mart 1994’te Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Kıbrıs Rum Yönetimi Temsilciler Meclisi de aynı yönde bir karar almıştır.

Yaşanan tarihi gerçeklerin açıklığına rağmen; Türkiye’ye karşı düşmanca tutumlarını devam ettiren Yunanistan, Karadeniz üzerindeki emellerini adeta bir devlet politikası olarak uygulamaktadır. Yunanistan bu politikalarından ve karanlık emellerinden vazgeçmemektedir. Nitekim; Yunanistan Cumhurbaşkanı Kostis Stefanopulos, 2002’de Batı Trakya’daki Dedeağaç (Aleksandria) kentinde, 2006 yılında da Selanik’te “Pontus Soykırımı Anıtı”nın açılışını yapmıştır. Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos Dedeağaç’taki açılışta yaptığı konuşmada; “soykırım gerçektir. Yunanlılar, Pontus soykırımını hiçbir zaman unutmayacaklardır” iddiasında bulunarak, “Yunanlıların, tarihin çeşitli aşamalarını her an hafızalarında bulundurmaları gerektiğini” belirtmiştir.

Yunanistan, önceleri basit bir folklorik öğe olarak gördükleri “Pontus” terimine, 1974 Kıbrıs olaylarından sonra, Türkiye aleyhine hasmane duyguları körüklemek amacıyla ideolojik bir içerik yüklemiştir. Yunanlı siyasiler, “Pontus” fikrinin sömürülmesinin, Türk devletinin temelini oluşturan politik ve kültürel ilkeleri boşa çıkartma çabalarına hizmet edeceğini ve Batı Trakya’daki Türk azınlığı mensuplarını kovmak için bir gerekçe teşkil edeceğini düşündüler. Yunan tarafının öncelikli hedefi, muhtemelen “mikro milliyetçi” duyguları kışkırtmak suretiyle, Türkiye’nin etnik yapısında istikrarsızlık yaratmaktır. Amaç, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü bozmaktır. Esasında tarih Yunanistan’ı, sözde “Pontus soykırımı” hakkında, hayasızca, temelden yoksun iddialarda bulunan bir taraf olarak değil; Anadolu’yu işgali sırasında işlediği savaş suçlarından ve Karadeniz Bölgesi’nde Yunanlı çetelerce yapılan mezalimlerden dolayı özür dilemesi gereken bir taraf olarak işaret etmektedir. Savaş zamanında sivillere karşı işlenen suçlar, insan hakları ihlallerinin en ciddi olanlarındandır. Bugün Yunanistan, uluslararası anlaşmalardan doğan taahhüt ve yükümlülüklerine karşın, Batı Trakya’daki Türk azınlığın insan haklarını ihlal etmeye devam etmektedir. İnsan hakları izleme gruplarının hazırladıkları sayısız raporlarda da belgelendiği gibi, Batı Trakya’daki Türk azınlık, sistematik dışlanma ve ayırımcılık politikalarına tabi tutulmaktadır.

Gerçekten de, Yunan hükümeti, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Batı Trakya’nın nüfus yapısını değiştirme çabası içerisinde, eski Sovyetler Birliği topraklarından göç eden 120 bin “Pontuslu Rumu” Batı Trakya’ya yerleştirmiştir. Yunanistan’ın Pontusçu faaliyetleri çerçevesinde ileri sürdüğü bir iddia da Doğu Karadeniz bölgesi başta olmak üzere, halen Anadolu’da “gizli Hıristiyanların yaşadığı”dır. Doğu Karadeniz Bölgesi’nde bugün dahi, Helence konuşan Hristiyanların yaşadığı iddia edilmektedir. Hâlbuki Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlere tanınan her türlü haklar bilinmektedir. Gayrimüslimlerin kendilerini gizlemeleri için hiçbir neden yoktur. Yunanistan’ın bu tür iddialarla bölge Türk insanımızda bir şüphe ve kimlik krizi yaratmaya çalıştığı açıkça gözlenmektedir.

Diğer taraftan Yunanistan, kurduğu ve sayıları bugün için 176’yı bulan “Pontus Dernekleri” vasıtasıyla “Pontus Helenizmi Kongreleri” düzenlemekte ve turizm mevsimlerinde başta Trabzon ve yöresi olmak üzere Doğu Karadeniz Bölgesi’ne “Unutulmayan Kaybolan Vatanlara Gezi” adı altında periyodik geziler de düzenleyerek olayı canlı tutmaya çalışmaktadır. Yunanistan yine bu kapsamda, bölgeden bazı Türk gençlerini imkânlar sağlayarak Yunanistan’a götürüp eğitmektedir. 2003 yılı rakamlarına göre Yunanistan’ın bu iş için ayırdığı para 1 milyon dolar civarındadır.

Tarihsel süreçte de bu oluşumların hem içinde hem de arkasında duran Fener Rum Patrikhanesi, bugün de bölgeye yönelik bazı faaliyetleri organize etmektedir. Patrikhanenin “Dünya Barışına Katkı Sempozyumu” (1994), “Vahiy ve Çevre Sempozyumu” (23 Eylül 1995), “Din-Bilim ve Çevre Sempozyumu” (20-28 Eylül 1997) gibi faaliyetleri bu konu ile ilgilidir. 

SONUÇ

Sonuç olarak diyebiliriz ki; bir anlamda emperyalizmin yeni adı ve şekli olarak ortaya çıkan küreselleşme olgusu, ulus devletler açısından başta egemenlik alanlarının daraltılması olmak üzere, ekonomik, siyasi, sosyal pek çok sorunu beraberinde getirmektedir. Ulus devletlerin yaşaması, küreselleşmenin hayatı kolaylaştırıcı imkânlarından yararlanırken getirdiği bu sorunlarla da akılcı bir şekilde mücadele edilmesine bağlıdır. Gelişmekte olan ulus devletler, her alanda iş birliği imkânlarını geliştirmeli ve kendi kaynaklarını kendileri kullanmalı, refah toplumu haline gelmelidirler.

Türkiye bakımından yapılması gereken şudur: Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihin, sosyolojinin ve jeopolitiğin kısaca aklın ortaya çıkardığı ve kurucu iradenin şekillendirdiği temel esasları bozulmadan yaşatılmalıdır. Yani, tam bağımsız, demokratik, laik bir cumhuriyet ve merkezi/üniter – milli/ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu özelliklerini koruyarak; bu arada demokrasisini, hukuk sistemini, insan hakları ve özgürlükler açısından çağdaş değerler çerçevesinde geliştirerek yoluna devam etmelidir. Birçoğu tarihsel sürecin mirası olarak karşımızda duran temel siyasal sorunlar, baş edilmez, çözülmez sorunlar değildir. Türkiye milli politikalar üreterek, milli birlik ve bütünlüğünü geliştirerek bu sorunları çözebilir. Burada önem taşıyan konu, ulus devlet üstü küresel güçlerin dayatmalarına ve çifte standartlı politikalarına karşı dikkatli olmaktır. Uluslararası hukuk ve belgeler Türkiye Cumhuriyeti’nin dar manada üniter-ulus devlet yapısını, geniş manada temel/kuruluş esaslarını koruma hakkını zaten vermektedir. Önemli olan bunlardan doğan haklarımızın ikili ve çok taraflı ilişkilerde akılcı bir şekilde kullanılmasıdır.

Öte yandan, bir toplumdaki farklılıkların sürekli ön plana çıkartılması, o devletin siyasî-hukuki yapısının değiştirilmesi için tartışmalar başlatabilir. Geçmişten alınan ağır dersle, “bağımsızlık”, “egemenlik”, “toprak bütünlüğü” ve “millet kimliği”nin çeşitli yeni bahanelerle siyasal oyunlara konu edilmesi engellenmelidir. Üniter-ulus devlet yapısını ve devletimizin diğer temel esaslarını tartışma konusu yapmadan korumak, vatanı ve vatandaşları bütünleştirici politikayı demokratik biçimde sürdürmek, her devletin olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin de hakkı ve ödevidir.

Türkiye Cumhuriyeti bakımından “Lozan” ve “Mübadele” ile kesin bir çözüme kavuşturulan Pontus Meselesi, ABD’nin Karadeniz ile ilgili stratejileri bakımından yeniden ısıtılmaktadır. Türkiye, “Pontus Devleti’ni diriltme çabalarını” öncelikli sorunları arasına almak durumundadır. ABD ve AB’nin güdümünde Yunan istihbaratının yönlendirdiğinden kuşku duyulmayan Karadeniz Bölgemize yönelik yukarıda sayılan türden faaliyetlerin önlenmesi gerekmektedir. Patrikhanenin ve Baş Papaz Bartholomeos’nun Lozan ve sonrasında kendisi ile ilgili olarak oluşturulan hukuka uygun hareket etmesi sağlanmalıdır. BİTTİ

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA

AFETİNAN, A., Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Sadeleştirerek Yayına Hazırlayanlar: A. Sevim, A. Süslü, M. A. Tural, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2000, (Önceki baskıları: 1929 ve 1969.). ARI, K. Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), İstanbul, 1995. ATATÜRK, K., Nutuk (1919-1927), Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Z. Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1995. BAŞAR, C. Terör Dosyası ve Yunanistan, C: I-II, İstanbul, 1993. ÇAPA, M., Pontus Meselesi: Trabzon ve Giresun’da Milli Mücadele, Ankara, 1993. ÇAVUŞOĞLU, N., Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, İstanbul, 1999. DOĞANAY, R., Milli Mücadele’de Karadeniz (1919- 1922), Ankara, 2001. GÜLER, A., “Heybeliada Ruhban (Papaz) Okulu ve Gerçekler,” Bilge D., Sayı: 16 (Bahar 1998), s. 29- 37. GÜLER, A., “Pontus Meselesi ve Az Bilinen Bir Eser: “The Pontus,” Kara Harp Okulu D., C: I, Sayı: 2 (1991), s. 54-66. GÜLER, A., “Türkiye’ye Yönelik Yunan Stratejileri (1990-1995) Rum-Yunan Basınına Göre,” Avrasya Dosyası D., C: III., Sayı: 3 (Sonbahar (1996), s. 121- 130. GÜLER, A., Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Azınlıklar, Berikan Yayınları, Ankara, 2009. GÜLER, A., Sorun Olan Avrupa Birliği, Genişletilmiş 2. Baskı, Berikan Yayınları, Ankara, 2005, I-XVII, 1-882 s. GÜLER, A., Sorun Olan Yunanlılar ve Rumlar, Türkar Yayınları, Ankara, 2003, I-XIV, 1-377 s. GÜLER, A., Yakın Tarihimizde Pontus Meselesi ve Rum-Yunan Terör Örgütleri, Rizeliler Kültür ve Dayanışma Derneği Yayınları, Ankara, 1995, I-XIX., 1-228 s. KALPAKÇIOĞLU, Ö., Yunan’dan Dost Olmaz, İstanbul, 1993. KURAT, Y. T., Osmanlı İmparatorluğunun Paylaşılması, 2. Baskı, Ankara, 1986, 1-20 s. McCARTHY, J., Ölüm ve Sürgün, Çeviren: Bilge Umar, İstanbul, 1998. MERAY, S., Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, Takım: II., C: II., Ankara, 1973. Nurettin Paşa Pontusçuları Anlatıyor, Yakın Tarihimiz, C: II., s. 25-26. Pontus Meselesi, Teşkilat-Rum Şekavat ve Fecayii-Hükümetin İstidlal ve Tedbiri, Avrupa Hükümetleriyle Muhabere, Ankara, 1338, 1-400 s. SERTOĞLU, M., “Pontus Meselesine Ait Bazı Vesikalar,” TKD., Sayı: 231 (Temmuz 1982). SOFUOĞLU, A., Fener Rum Patrikhanesi ve Siyasi Faaliyetleri, İstanbul, 1996. ŞAHIN, S., Fener Patrikhanesi ve Türkiye, İstanbul, 1980. TÜRKDOĞAN, O., Etnik Sosyoloji (Türk Etnik Sosyolojisi), İstanbul, 1997. YAZICI, N. Milli Mücadelede (Canik Sancağında) Pontusçu Faaliyetler (1918-1922), Ankara, 1989. YERASIMOS, S. “Pontus Meselesi (1912-1923),” Toplum Bilim D., Sayı: 43-44 (1989).

Kaynak: Türkgün Gazetesi https://www.turkgun.com/yazar/ali-guler?sayfa=2

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum