ZEYTİNDAĞI

Falih Rıfkı Atay'ın "Zeytindağı" kitabından alıntıdır.

ZEYTİNDAĞI
13 Ekim 2023 - 10:14 - Güncelleme: 13 Ekim 2023 - 10:21

ZEYTİNDAĞI

Falih Rıfkı ATAY
 
Falih Rıfkı Atay, Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye ve Kudüs’te Cemal Paşanın emir subayı olarak bulunmuştu. Zeytindağı adlı eserinde bu yılların Kudüs’ünü, cepheyi, Kudüs’ün tarihini, kültür ve inanç gruplarını, ibadethane ve dinî yapıları ile o günün insanlarının ruh yapısını ele almaktadır. 

        Bu eserde yer alan metinler gerek üslup, gerekse tespit ve değerlendirmeleri açısından oldukça önemlidir. Bu yazılardan ikisini konu ile ilgisi bakımından önemli bularak Türk Yurdu dergisinin bu sayısında yayınlamak ihtiyacını duyduk.

        ATAY, Falih Rıfkı, (2012). Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, S. 43-50.

                 

        BİZİM İMPARATORLUK

        Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lût denizine ve Gerek dağlarına bakıyordum. Daha ötede, Kızıldeniz’in bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’dir. Daha aşağı Lübnan var, Suriye var, bir yandan Süveyş Kanalı’na, öbür yandan Basra Körfezi’ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum.

        Çıplak İsa, Nasıra’da marangoz çırağı idi; Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne Türk geçiyor. 

        Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. 

        Kamame Kilisesi’nin Hristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz, içerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada durur. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar, her şey Arapların veya başka devletlerin.. Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.

        Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam-Arap, yahut yarı-Arap’tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rast geliyordum. 

        Arap milliyetçiliği güden Şamlı Azimzadeler, Konya’dan gelme Kemik Hüseyin torunları idi. Halep’in esas familyalarının asılları Türklerdi. Osmanlı İmparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.

        Bir Kürt zaptiye çavuşunun kütüğünden gelen Abdurrahman Paşa, dedesi ve babası vergi çaldığı için zengin, Araplaşmış olduğu için de ayan azası idi. Bu Abdurrahman Paşa, kendi toprağının tamamını ancak harita üstünde görmüştür. Birinci Millet Meclisi’nde Şer’iye Vekilliği etmiş, Eskişehirli bir Türk hocasının Türkler gibi “ve” demek yerine, Araplar gibi “vua” dediğini belki henüz unutmamış olanlar vardır. Suriye, Filistin ve Hicaz’da:

        - Türk müsünüz?

        Sorusunun birçok defalar cevabı:

        - Estağfurullah! idi.

        Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık.

        Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.

        Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.

        Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!

        Kudüs’ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların, hep başka milletlerin idi. Gür sakalları baharat kokan Dürziler, saçları örgülü Yahudiler, elleri meşin-leşmiş urban ve entarili Araplar, hepsi Türk ordusu Kanal’a doğru giderken, dar Suriye ve Filistin kıtasında iki safa ayrılmış:

        - “Geç yiğitim, geç!” diyordu.

        Fakat bir avuç Türk, bütün kıtayı tuttu.

        Koskoca çölü, yapı ve bahçelerle donattık.

        Geç kalmıştık. Artık ne Suriye ne de Filistin bizim idi. Rumeli’yi kaybetmiştik.

        Bir realite hissi ile değil, bir tarih hissi ile kendimizi zorluyorduk. Anadolu baştanbaşa yapılmak, şehirler, köyler, ev ve tarla zengin olmak, Türkler tamamıyla Batılaşmak ve sonra da Halep’ten Kızıldeniz’e doğru, nüfus, teknik ve sermaye ile taşmak lazımdı. Biz ise Anadolu’yu aşıp Halep kapısını vurduğumuz zaman, bayındırlık ve kalabalık görmeye başlıyorduk. Halep, büyük bir şehir, Şam büyük bir şehir, Beyrut büyük bir şehir, Kudüs büyük bir şehir ve hepsi ağyar idi. Lübnan havası, bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi.

        Fakat her yere:

        - Bizim, diyorduk.

        Şam, evimiz kadar bizim, Lübnan bahçemiz kadar bizim... Bu tasarruf ve hüküm hissinin bize damarımızdaki kandan geldiğine şüphe yoktu.

        Ve kendimizi otelciye, lokantacıya, hatta posta memuruna anlatmak için yavaş yavaş Arapça öğreniyorduk. Şam’dan kalkan tren, Medine’ye üç gün üç gecede gider. Medine’yi bile bırakmıyorduk. Medinesiz Türkiye? Bu emperyalizmin intihan demekti.

        Ne Medine’si? Bir gün aşağı geçecek bir kıtayı selamlamaya inmiştik. Tren varken, Adana’dan beri yayan yürümekte idiler. Üç bin kadar zayıf, soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler. Biliyor musunuz, nereye gidiyorlardı? Aden’e!

        Hâmid’in mısraını hatırlıyordum:

        - Nereye gitmek istiyorsunuz?

        - Ademe!

        Mısır’ı fethe çıkan Cemal Paşa, Kudüs’te, Şam’da, Lübnan’da, Beyrut’ta ve Halep’te oturduğu zaman, bir işgal ordusunun kumandanı gibi bir şeydi.

        Zeytindağı’nın üstündeki Alman yurdunda biz, devenin üstüne merdivenle tırmanmaya uğraşan Avusturyalı subay, otomobilden ürken hecin, hecinden ürken Macar atı, kanalı geçmek için Taberiye Gölü’nde tulum idmanı yapan Sivaslı nefer ve bir boğuk Arap sesi:

        - Felyahya!

        ... İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işletmektir. Osmanlı imparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.

        ARAPSAÇI

        Dördüncü Ordu Suriye’de iken, Havran Dürzileri bize hemen hiç isyan etmediler. Niçin, bilir misiniz? Bütün Havran kabile kabile parçalanmıştı. Şeyhler kendi öz kardeşleriyle dahi dost değildiler. Havran şeyhlerini yalnız bir menfaat birleştirebilir: Vergi, hele ağnam vergisi! Tahsildar Havran’a gittiği zaman, bütün Dürziler birliktirler, tahsildar döndüğü vakit, yine bin parçadırlar.

        Biz harp devam ettiği kadar hiçbir vergi almadık; bilâkis Havran’ı altın ve nişana boğduk.

        Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi idi.

        Bu hissi ortadan kaldırınız: Suriye ve Arabistan meselesi arapsaçına döner, karmakarışıklığın içinden çıkamazsınız.

        Müslüman Araplar arasında bir Arap halifeliği hükümeti peşinde olanlar vardı. Hristiyanlar ise, daha fazla Türk düşmanı iken, en iyi idare Osmanlı idaresi olduğu fikrinde idiler. Çünkü kendilerini imtiyazlandıran Osmanlı idaresi kalkarsa, Müslüman Arapların baskısı tehlikesi vardır. Sonra yabancı bir idare iktisat, ticaret, memleketin bütün kazanç kaynaklarına musallat olur. Türkler ise piyasa ve pazarlarda yerlilerin rakipleri değildirler, işte bir Fransız vesikası: “...Marunî Patriği de bilir ki eğer Fransızlar gelecek olurlarsa, haksız imtiyazları elinden alacaktır. Patriğin arzusu Fransız himayesinde, fakat Osmanlı idaresinde yaşamaktır.”

        Suriye’de Hristiyanlık, Müslümanlık, Filistin’de Araplık, Yahudilik, Hicaz’da şeriflik, Vehabilik meseleleri, bizzat Türk-Arap meselesinden daha azılı idi. Nitekim biz çıktık, nifak, bütün Akdeniz, Kızıldeniz ve çöller boyunca yanıp durmaktadır.

        Harbin başında Lübnan bağımsız gibi bir mutasarrıflıktı. Marunîlerin patriğini Osmanlı hükümeti tasdik etmemişti. Fakat Fransızlar vasıtasıyla buyrultu verip dururdu.

        Marunî tayfası, patriği Allah yerine tutup tapar. Lübnan’ın üçte biri Marunî vakfıdır. Candan İslam düşmanıdırlar. Lübnan’da mukaddes cihatçı denen bir sınıf vardır. Her İslam öldüren mukaddes cihatçıdır.

        Bekarsa 4, evli ise 8 lira maaş alır. Dört yıl önceki 32 bin Müslüman Dürzi’den biz orada iken 8000 kadar kalmıştı.

        Protestanlar İngiliz, Ortodokslar Rus taraflısı idiler. 

        Filistin’de Siyonistler âdeta gizli bir hükümet yapmışlardı. Bayrakları ve postaları vardı. Mektuplarına kendi pullarını yapıştırırlar, kendi memurlarıyla sevk ederlerdi.

        Sayısız kabile ve aşiretlerin isim ve meselelerine ise girmek bile doğru değil. Bu akşamki gerçek, ortalık ağarmadan tersine döner. Çöl ve yarı çölde menfaat ve kuvvetten başka hiçbir kuvvet hüküm sürmez.

        Birkaç devlet bir memlekette adam tüccarlığına başladığı zaman, altına avuç açanlar çok olur. Fakat bunları ciddi bir hareketin şefleri diye saymak doğru değildir. Biz bu hatada bulunduk.

        İngilizler, Ruslar, İtalyanlar ve Osmanlılar arasında Suriye, Filistin ve Hicaz işlerini en az bilen ve anlayanlar sonuncular, yani bu kıtaların asıl sahipleri olmuştur. Her tarafı top arabası ile geziyor ve hırsız memur kafasının tası içinden seyrediyorduk. Dördüncü Ordu Kumandanı’nın Lübnan meselesini nasıl halletmiş olduğunu gösteren notları o zamanki defterimden alıyorum:

        “Bütün Lübnan donanmıştır. Acemice çizilmiş aylar ve yanlış yıldızlar, fakat ne kadar çok Osmanlı bayrağı var. Lübnan kızları bütün kırmızı entarilerini ve beyaz çoraplarını kesip kullanmışlar. Yolda cirit oynuyorlar, deve üstünde göbek atan kadınlar, güzel hayvan tüyleri ile süslenmiş mızraklar, bütün Afrika fantazyası, üstlerinde yırtmaçlı gecelik, ayaklarında don, başlarında agel ve kefye, bütün Dürzi halkı ve sonra akşam yemeği... Sofra dağ çiçekleri ile bezenmişti. İçki yerine soğuk su, temiz ayran, iki tarafımda Tanzimat’tan kalma bir sürü insan var. Hepsi siyah istambolin giyinmiş, klasik fes, Sultan Aziz terzilerinin elinden çıkma efendiler, sizin susmanızı kendi aleyhlerinde bir düşünüş sandıklarından, hepsi söz bulmak ve terkip yapmakla meşgul.

        Cemal Paşa ayakta idi:

        - Muhterem efendiler dedi; bugüne kadar Lübnan’ın büyük bir acısı vardı; Lübnan mustarip idi. işte ben bu ıstırabı dindirmeye geldim. Size haber veriyorum ki, Lübnan artık Konya kadar Osmanlı’dır. Artık bu güzel toprağımızda yabancı imtiyazlarından hiçbiri kalmamıştır.”

        Müslümanı, Hristiyan’ı, sureler, ayetler okuyarak Halifeye, Enver Paşa’ya dua etmeye başladılar. Cemal Paşa kendilerini mülevves yarı - istiklâllerinden kurtarmıştı. Oturanlar ve ayakta duranlar, kumandanın bu müjdesinden ve belediyenin soğuk suyundan ve ayranından sarhoş oldular...

        Bir Fransız raporu diyor ki:

        “Lübnanlılar ihtilâl yapmazlar. Bizden bir vakitler silah istediler, verdik, isyan çıkaracaktan yerde, silahları çöl Araplarına sattılar!”

        Denizle demiryolu arasına sıkışmış olan ürkek ve sabırlı Lübnan’da arapsaçının bir küçük kıvrımını çözmüştük.

        Filistin için tehcir, Suriye için tedhiş ve Hicaz için ordu kullandık. Yafa kıyılarında Balfur’un beyannamesini bekleşen hesaplı Yahudiler, bu uğurda kafa değil bir portakal bile feda etmediler. Hicaz ayaklandı; Suriye ise sustu.


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum