İSTANBUL'UN AĞAÇLARI:SELİM İLERİ

İstanbul'un manolyalarına yer kalmadı. Manolyalar beni affetsin

İSTANBUL'UN AĞAÇLARI:SELİM İLERİ
26 Mayıs 2012 - 11:53

 

 

Otomobilden inince burası çok tanıdık bir yer dedim, her şey değişmiş ama çok tanıdık! Yapılar değişmiş olmalı, yollar, yaşam, insanlar. Yine de... Zamanı geriye sarınca, sonra semtin adı, semtin adı değişmemiş, sakin, küçük yollar görünce, Horhor'da, annemin babaannesi Feride Hanım'ın küçük ahşap evini görür gibi oldum.

 

Şurada bir yerlerde olmalıydı. Şimdi yerinde 1960'ların artık köhnemiş, zevksiz apartmanları, yollarda taşıt bolluğu, parlamaya hazır, bezgin, içleri kararmış insanlar. Neyse ki liseli öğrenciler gülerek geçtiler...

Dedemle geldiğimiz kış gününü hatırladım, lapa lapa kar yağıyordu. Artık unutmaya başladım o günü, nice nice yıllar öncesinde. Gramafon Hâlâ Çalıyor'da yazmıştım; eve dönüşte belki okurum.

İşte şurada bir yerlerde. Babaanne, İstanbul yangınlarından hangisiyse, o yangından sonra taşınmış küçük ahşap eve. Sönmüş övünçlerle, abartılarla yine Horhor'daki büyük konağı anlatıp dururdu. Bir gecede kül olmuş "kırk odalı" konak. Bu kırk odalı konaklar çoktan masala karışmıştı. Sonra, babaanneninki sahiden kırk odalı mıydı, çünkü o geçmiş zamanda bütün yaşlılar öylesi konaklardan söz açarlardı, son sahnelerini yaşadıkları ufarak evlerde.

Bana gelince, Horhor'daki kırk odasız dünyaya vurulup gitmiştim. Eve dönünce okudum; çini sobalı, eski eşyalı, penceresinde son kafesler, sofrasında yaz bahçesi turşular, o eve dair bir şeyler yazmışım.

Gelgelelim daracık arka bahçedeki erik ağacını unutmuşum. Erik ağacı bahçenin tek ağacıydı. Dörtgeni çevreleyen tarhlarda horozibikleri, arslanağızları, kasımpatılar.

Erik ağacı o mevsim meyve verecek mi diye heyecanlar, endişeler; çünkü bazan İstanbul'un lodosuna aldanan erik ağacı erken çiçek açar, bir yağmur, bir fırtına silip süpürürdü baharları. O mevsim erikler bereketsiz. Bir başka yaz başlangıcındaysa, babaanneden dönüşte, elimdeki, sımsıkı tuttuğum sepet yeşil erik dolu!

Horhor'dan geçip giderken, İstanbul'un gözde ağaçlarından mıydı erik diye düşündüm.

"Sonra bir gün asıl baharla karşılaşırsınız" diyor Ahmet Hamdi Tanpınar. 1970'lerde, Yaşadığım Gibi'de okumuş, vurulmuştum. "Yolunuzun üstündeki bodur erik ağacı bir gecenin içinde Pompei fresklerinin o meşhur Flora'sı gibi çiçek açar, büyü ve saltanat olur. Ertesi günü bir türbenin parmaklığı üzerinden bir erguvan dalı, sanki gözlerinizin önünde, ağır bir ölüm uykusundan uyanmış gibi gülümser, gerinir. Bir hamle daha, kapınızın üstündeki salkım ağacı çiçeklenir, bütün duvar ve avlu bir diyonizoz âyini gibi mor bir ışık içinde kalır."

Erik baharı, erguvan, mor salkım!

Acaba hangi yoldu, Tanpınar geçerken çiçek açıyordu; erguvan dalıyla bezenmiş hangi türbe? Narmanlı Yurdu'nun kapısında mıydı mor salkım? "Yaz Yağmuru"nun yazarıyla birlikte yaşamışçasına uzun yıllar düşleyip durdum.

Hatta, bir gün TRT'nin çekimi için Narmanlı Yurdu'na gitmiştik, Tanpınar'ları, Aliye Berger'leri, Bedri Rahmi'leri tanımış bekçiye sormuştum: Evet, orasıymış ve mor salkım... Demek her sabah Tanpınar çıkıp giderken... O vakit türbe üniversite taraflarında olmalı. Ya erik ağacı, o hangi yolda?

Tanpınar Muzaffer Tayyip Uslu'nun şiirini okumuş muydu, bilmiyorum. Necati Cumalı'nın, Behçet Necatigil'in arkadaşı Muzaffer Tayyip genç yaşta veremden ölüyor. Cumalı, arkadaşının şiirlerini, yazılarını bir kitapta derlemiş. Günün birinde, üstelik "tezelden" tekrar yayımlanacağını ummuş kitabın. Bir daha yayımlanmamış. İşte o kitaptan "Erik Ağacı ve Kelimeler":

"Oh, ne güzel erik ağacı / Anlatmak için derdini / Muhtaç değilsin kelimelerin yardımına / Biz zavallı / Zavallı insanlar gibi."

Tabiî Melisa Gürpınar'ı da hatırladım. Sevgili arkadaşım Melisa bir denemesinde, artık yorgun, yaşlanmış, evinden ürke ürke çıkar. Az ilerde erik ağacı. Baharlar donanmış ağaca doğru yürür...

Esat Mahmut Karakurt'un romanının ismi: Erikler Çiçek Açtı. 1952'de yayımlanmış. Epey sürmüş olmalı eriğin İstanbul'daki saltanatı.

Halide Edib'e gelince, o, Tanpınar'ın üçüncü olarak andığı mor salkımın tutkunu. Çocukluğunun, gençliğinin anılarını kaleme getirdiği eseri Mor Salkımlı Ev. Orada, küçük bir kız çocuğu, artık yaşlanışın eşiğindeki anlatıcının rüyalarına sık sık girer. Anlatıcı, bu küçük kızın her rüyada mor salkımları hatırlatmak istediğini alımlar. Pencerelerden içeriye üşüşen mor salkımlar hiç değilse bir rüyada belirir...

Horhor'da evet, annemin babaannesi Feride Hanım'ın erik ağacı yüzünden. Ama o gün Horhor'a gitmeden, bütün sabah, Beşir Ayvazoğlu'nun Üçüncü Tepede Hayat'ını okumuştum. Bu güzel eserin çağrışımları inkâr edilebilir mi?!

"İstanbul manzarası"ndan söz açan Beşir Bey, geçmişe savruluşla bu şehrin pitoreskine açılıp gidiyor. Cami, mescit önlerinde, çeşme başlarında, "her biri başlı başına bir anıt olan çınarlar, serviler, kestaneler, atkestaneleri, dişbudaklar, çitlenbikler, ıhlamurlar, kırmızı yapraklı kayınlar, ender de olsa lâle ağaçları, çamlar, fıstık çamları, sakızlar, sedir ağaçları..." Yalnız okumak bile yitik öz İstanbul'a götürdü beni.

Üçüncü Tepede Hayat'ın kılavuzluğunda Çınaraltı'na yol aldım. Sahhaflar Çarşısı'ndan çıktık, hemen orada, Çınaraltı'nda yine Tanpınar, Sabri Esat Siyavuşgil, Mükrimin Halil, hatta Yahya Kemal. Burada "ikindi vakitleri toplanıp gün batımına kadar uzayan tarih, şiir ve edebiyat sohbetleri" yapıyorlarmış.

Benim anılarımda Çınaraltı en çok Hulki Aktunç'la buluştuğumuz yerdir, hasır tabureler, alçak masacık, çay, kahve, gerçekten ikindi vakti, ne çok gün!

Hulki de, ben de, yolun başındaydık. Edebiyat bizi büyülüyordu. Yeryüzünde başka bir şey yoktu da yalnız edebiyat vardı, yalnız edebî eserler.

Beşir Bey Çınaraltı'nın bugününü yazıyor:

"(...) Çınaraltı bir süre daha nefes alıp verdikten sonra kendini tesbih, çakmak, eski para, pul satıcılarına bıraktı. Çınar dimdik yerinde duruyor ve hatırlamaya devam ediyor; fakat kestane ağacının kolu kanadı kırılmış durumda."

Birkaç yıl önceydi, Çınaraltı'nda yine oturdum. Tek başıma. "Kılıç Artıkları" hikâyemde buraya ait bir bölüm vardır, unutmuştum, burada hatırladım. Sonra sessizce ayrıldım 'yeni' Çınaraltı'ndan...

İstanbul'da unutamadığım bir ağaç Yıldız Parkı'ndaydı, galiba Şale Köşkü'nün kapısında, kaskat kenarında. Bir okaliptus ağacıydı bu, mersingillerden. Anayurdu Avustralya'ymış. Abdülhamid'in bahçesinde besbelli çok uzun yıllar yaşamış. Çocukluğumda, Yıldız Parkı'na babamla her gidişimizde bu ağacı ille 'ziyaret' ederdik. Birkaç yaprağı kopartılır, ovuşturulur, keskin, geniz yakıcı kokusu!

Göztepe'deki mor salkım yürümüş serviyi de unutamam. Görünüm inanılmaz güzellikteydi her ilkyaz sonu. Meğer kemirici mor salkım upuzun, incecik serviyi için için kemiriyormuş, bir sayrılığa tutulmuşçasına sararıp solacakmış neftî servi...

İstanbul'un manolyalarına yer kalmadı. Manolyalar beni affetsin

zaman gaz. cumartesi eki

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum