İSLAM, KÜLTÜR, SANAT, ESTETİK MESELESİ - Yazan: Prof. Dr. Nurullah Çetin

İSLAM, KÜLTÜR, SANAT, ESTETİK MESELESİ - Yazan: Prof. Dr. Nurullah Çetin
01 Kasım 2019 - 18:38

İSLAM, KÜLTÜR, SANAT, ESTETİK MESELESİ
 

Bugün geldiğimiz noktada çok farklı kesimlerde, çok farklı İslam algıları var. İyi niyetlilerin anladığı farklı İslam anlayışları var, bir de kötü niyetlilerin ürettiği çarpık İslam anlayışları var. Bütün bunların dışında bir de asıl kaynaklarına bağlı tek ve gerçek İslam var.

İyi niyetli insanlar, hata yapsalar bile İslam’ı aslına bağlı kalarak anlamaya ve yaşamaya çalışıyorlar. Kötü niyetliler ise zaten kendileri Müslüman değil, ama Müslüman görünerek hatta hoca, tarikat şeyhi, cemaat şefi kisvesine bürünerek İslam’ı içten bozmak ve Müslümanları sapık yollara sürükleyerek perişan etmek gibi gizli ve açık niyetlere sahipler ve bu doğrultuda plan proje ve uygulamaları var.

Bazı iyi niyetlilerin İslam sunumunda İslam’ı kendi kaynakları dışında var olan her unsurdan soyutlama eğilimi var. Mesela bu bağlamda Kur’an’ı, hadisleri, Hz. Muhammed’i ve güvenilir bazı İslam alimlerini olduğu gibi alma, bunların dışındaki her şeyi İslam’a aykırıdır ve İslam’da yoktur diye reddetme eğilimi var. Bunlardan biri şiir ve genel anlamda sanattır.

Kur’an-ı Kerim’deki “Biz peygambere şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. O kitap, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır.” (Yasin, 69), “Onların (şairlerin) her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin?” (Şuara, 225, 226)
ayetlerine bakarak bazıları sanatın, edebiyatın ve şiirin İslam’da olmadığı, dolayısıyla bunlarla ilgilenmenin günah olduğu zehabındalar.

Öncelikle şunu vurgulayalım. Bu ayetlerde peygamber ile şairin farklı kimliklere sahip oldukları, peygamberin şair olmadığı vurgulanır. Peygamber ve şairin işlevleri farklıdır. Ama bizatihi şair ve şairlik reddedilmez. Şiir, kişisel ve öznel nitelikli duygusal tepkilerin ve hayallerin ifade alanıdır. Kur’an ise hayatın, somut ve soyut dünyaların, varlığın, zamanın, mekanın nesnel, genel ve evrensel bir açıklaması, dünya görüşü, hayat anlayışı ve inanç sistemi sunar. Böylesine geniş ve evrensel bir mesaj, şiir gibi öznel ve dar bir türle ifade edilemezdi. Şiir duygu ve hayal temellidir, Kur’an, vahiy ise öğretidir, bilgi ve öğüt temellidir. Şiirde söz varlıklarına yan anlamlar, mecazi anlamlar, çağrışımsal anlamlar, imgeler, simgeler yüklenir. Şiir, edebi sanatlarla süslenir. Kur'an ve hadis kelimeleri ise herkesin anlayacağı temel anlam katmanlarına sahiptir. Dolayısıyla peygamber şair olamaz.

O dönemin algısına göre şiir “uydurulan” bir şeydir. Vahiy ise Allah tarafından peygambere verilen bir haberdir, yani peygamberin uydurduğu bir duygu ya da hayal değildir. Nitekim: "Hayır, dediler, (bunlar) saçma sapan rüyalardır; bilakis onu kendisi uydurmuştur; belki de o, şairdir. (Eğer öyle değilse) bize hemen, öncekilere gönderilenin benzeri bir ayet getirsin." (Enbiya, 5) ayeti gereğince Kâfirler Hz. Muhammed’i suçlarken, onu ayetleri kafasından "uyduran" bir şair olarak suçladılar.

Diğer ayette ise yapmadıklarını yaptık diyen şairlerin reddedildiğini görüyoruz. Burada şiir türünün toptan reddedilmediğini, yanlış yapan şairlerin eleştirildiğini görüyoruz. Nitekim İslam öncesi cahiliye döneminde şairler, kendi kabile şeflerinde olmayan özellikleri ona yükleyerek insanüstü bir figüre dönüştürüp adeta ilahlaştırıyorlar, öbür taraftan rakip kabile şeflerini de yine onlarda olmayan özellikler yükleyerek yerin dibine batırıyorlardı. Yani övgü (kaside) ve yergi (hiciv) şiirleri gerçek dışı bilgilere dayanıyordu. Ayrıca gaipten, bilinmeyenden haber veriyorlar, kahinlik yapıyorlar ve yalan haberler sunuyorlardı. Dolayısıyla onlar şiiri “uyduruyorlardı.” Peygamber bu anlamıyla şair olamazdı zaten.

Ancak şu ayette vurgulanan işleri yapanların bu eleştirinin dışında tutulduğunu görüyoruz: “Ancak iman edip salih ameller işleyen, Allah'ı çokça anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar müstesna. Zulmedenler hangi dönüş yerine döneceklerini yakında bilecekler.” (Şuara, 227).

İslam Sanata, Estetiğe, Güzelliğe Önem Verir:
Önce şu ayetlere bakalım:
“Biz yeryüzündeki şeyleri, yeryüzüne bir süs kıldık.” (Kehf, 7)
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin, 4)
“Allah’ın boyası ile boyan. Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?..” (Bakara, 138)
“Kullarıma söyle, sözün en güzel olanını söylesinler.” (İsra, 53)
“Ey Resulüm! Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 125)

Bu ayetlere göre Kur’an güzellik, estetik değerine, sanata önem vermektedir. Her şeyden önce “sözün en güzelini söylemek” gerçek anlamda sanattır, edebiyattır, şiirdir.

İslam bir dindir, sanat ve edebiyat ise kültürdür. Dinlerin kültürleri yapılarak medeniyet ortaya çıkar. İslam medeniyeti tabiri de bunu ifade eder. Her din ve öğreti, kültürü yapılırsa insanlara ulaşmada etkili ve kalıcı olur. Sanatsız, edebiyatsız bir din benimsenmesi ve hissedilmesi aşamasında istenilen etkiyi oluşturamaz. Nitekim Allah zaten “Kullarıma söyle, sözün en güzel olanını söylesinler.” (İsra, 53)
“Ey Resulüm! Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 125) ayetleriyle güzel söz söylemeyi yani edebiyatı ve sanatı emrediyor.

Ayrıca Kur’an’ın en önemli mucizelerinden biri belagat sahibi yani edebî olmasıdır. Kur’an, Arapçanın en güzel edebiyat metnidir aynı zamanda. İlk Müslümanların birçoğu, öteden beri gelen edebiyat zevklerinden hareketle Kur’an’ın bu edebî değerine, belagatına hayran olarak bu dini benimsediler. Allah'ın bir ismi de Cemil'dir. Yani Allah güzeldir ve güzeli sever. Hz. Muhammed bir hadisinde: "Allah güzeldir, güzeli sever."( Sahih-i Müslüm, Birr: 57) der.

Bütün bu zemin döşemesini güncel bir soruna çözüm üretmek için yaptık. Bugün İslam adına söz söyleyen, tebliğ yapan, İslam’ı öğreten, öncülük yapan hocaların birçoğu sanattan, estetikten, edebiyattan, şiir kültüründen mahrumdurlar ve İslam sunumları son derece kuru ve itici olmaktadır. Hem giyim kuşamlarında, hem davranışlarında, hem de sözlerinde estetik değer, sanat, güzellik yoktur. Bu konu eskiden beri bizde özellikle edebiyatçılar arasında tartışma konusudur.
Nitekim Yahya Kemal, Mehmet Akif’in “İslâm akaidinin, kendisininse, İslâm şiirinin, İslâm medeniyetinin şairi” olduğunu söylemiştir.

Akaid, ahlak bilgilerini İslam’ın emir ve yasaklarını olduğu gibi düz bir şekilde söylemek, muhatap kitlede etki bırakmak açısından yeterli olmamaktadır. İslam öğretisinin kalbe dokunan, damardan giren, kalpte derinden hissedilen bir aşka ve şevke dönüşmüş şekli de ancak sanatla mümkündür. Nitekim kadim tasavvuf edebiyatı aslında İslam imanının kalbî terennümlere dönüşmüş şekli idi.

Türk edebiyatının büyük isimlerinden Cenap Şehabeddin “Ramazan Felsefesi” (Servet-i Fünun, 10 Mart 1927) adlı yazısında bu meseleyi ele almış. Camilerde vaaz eden hocaların vaazlarının etkisinin neden zayıf olduğu üzerinde durmuş. O Allah’ın nesnel bilgilerle bilinemeyeceğini, meseleyi ancak şiir ve kalbin halledebileceğini ifade eder ve şöyle devam eder:

“Zira hiçbir zaman bilemeyeceğimiz Allah’ı her an hissedebiliriz. Kalbe: “Allah’ın evi” diyen eskiler ne kadar haklı idiler. Her ferdin mabedi kendi sinesinde yatar ve kendi hesabıma ben Hakk’ı severek düşünmeyi mahz-ı ibadet (tam ibadet) sayarım ve bu ibadette kıblem ne cihettedir (yöndedir) ve dualarım nereye gidiyor, düşünmeye lüzum hissetmem. Tanımak ihtimalimiz olmayan Halık-ı a'zamın (en büyük yaratıcının) didarını (yüzünü) ancak hissiyat (duygular) deresinin billurunda mün’akis (yansımış) görebiliriz ve Hâlikı (yaratıcıyı) ancak sanatın namütenahi kehkeşanı (sonsuz Samanyolu) ile tefsir mümkündür.

Bunun içindir ki her muhteşem güzellik muvâcehesinde (karşısında) zihnimize O’nun ihtişamı layıh olur (görünür, belirir). Ahenk semalarında yükselirken Beethoven’in dudaklarında daima lafza-i celal (Allah sözü) titrerdi. Goethe, Wagner, Dostoyevski ağızlarını onunla doldururlar. Ruh için her itibarla şeriksiz (ortaksız) bir mabuda (tanrıya) sarılmak ihtiyacı vardır. Zira her ruh, az çok hayat-ı ba’de’l- hayat (ahiret) iştihasıyla titrer.(…..) Vaiz ne kadar tiz perdeden söylese dini bize kalbimizin murakabe saatlerindeki sükutu takrir eder (bildirir, anlatır).

O saatlerdeki samimiyet minberi üstünde vicdanımız hem hatip ve hem sâmidir (dinleyicidir). Vaaz ve tefsir bence güfte-i İlahîye (Allah’ın sözlerine) bir beste olmalıydı. Marifetullah (Allah bilgisi) belki sanatın ince ve nurani kanatlarıyla ruha ilkâ edilebilir (yerleştirilip sindirilebilir). Sanat hiç olmazsa zulmet (karanlık) duvarını çiçekler ve ulu gecenin ye’s-aver (ümitsizlik verici) kesafetini (yoğunluğunu) gözlerimizden gizler. Diniyattan (dinden) bahseden, biraz şair olmalı ve sanatı kalplere hitap etmeli ki anlaşılmazı anlattığı mektum (gizli) kalmasın.(….)

Ne çare ki İslamiyet’in büyük çobanları İslamiyet’i yaşatacak şiiri istihkar (aşağılayıp) ve sanatı gözlerimize ve ruhlarımıza haram ettiler. Bin çobanlık iddiası arasında bir kurbanlık koyun: İşte ikinci asr-ı hicrîden beri İslamiyet budur. Ve bu hataların seyyiesi (günahı) olarak ümmet-i Muhammed cehle (cahilliğe) düştü. Cehl ki yeryüzünün cehennemidir.”

Demek ki İslam hocası yetiştiren İlahiyat Fakültelerinin sıkı bir sanat, estetik, edebiyat, şiir, medeniyet, adab-ı muaşeret eğitimine önem vermesi gerekiyor.

 

 

Prof. Dr. Nurullah Çetin


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum