Geçmişi bugünden okumak - Mustafa İmir

Tartışmaları bir fikir, inanç ve gelecek tasavvuru olarak samimiyetle düşünenler ile başka başka niyetlerle ortaya çıkanları bir ayırdıktan sonra, çağımızın sosyolojik ve siyasi gerçekliklerine dayalı doğru bir zeminde düşünmek elbette Türk milleti ve Devletine bir bakış açısı verebilir.

Geçmişi bugünden okumak - Mustafa İmir
18 Haziran 2020 - 23:33 - Güncelleme: 18 Haziran 2020 - 23:43

Sanal sosyal ortamda dolaşımda olan yakıştırma, yanlış ve yalan yüklü iletiler âdeta sanal gerçekliğin ayrılmaz parçası oldular. Yakıştırmalara sempatiyle tebessüm edilebilir, yanlışlıklar mazur görülebilir; ancak yalanların ilgi görmesi nasıl hoşgörülebilir? Aynı iletilerin değişik mecralarda Türk milliyetçileri tarafından da defalarca paylaşılması ne anlama geliyor?

Günümüzde yaygın kullanılan, hızlı akışlı ‘sanal sosyal ortamdaki’ (virtual social media) paylaşımlarda, geçmişimizle ilgili basmakalıp, kısa, yazılı ve görüntülü iletilerde yüzeysel ve varsayımlara dayalı bir bakış hâkim. İletilerde konuyu,s kendi dönemi bağlamından apayrı bir iddia ve kesin inanç kanaatiyle sunuyorlar. Yaygın halde sosyal medya kullanıcıları bu dar, kısa, basmakalıp (cliché ve sloganic) ifadelerle iletişim, etkileşim halindeler. Geçmişimize dair bir konuyla ilgili güvenilir kaynakları yeterince araştırma, inceleme, okuma ve anlama zahmetine girmeden, Türkçe düzgün bir cümle bile kuramayan ve zaten emojilerle (karakter resim) haberleşen genç nesilleri nasıl etkilediği ve geleceğimizdeki ortak anlayış seviyemizin nasıl olacağı birçoklarımızı kaygılandırıyor. Düşündüğüm ama henüz eyleme dönüştürmediğim, sanal sohbet ortamında paylaşmadığım, bir düşünce ürünüm (!) bu yazının sebebi oldu.

Tarihî olayları ve kişileri; dönemlerindeki siyaset, sosyal, ekonomik, inanç, kültür… ortamları içinde, ilgili bilim dalları ve disiplinlerinin metodlarıyla bugünden geriye bakarak (retrospektif) okumak bir yoldur. Yollardan biri de mümkün olduğunca o dönemin ortamı içinden, âdeta o dönemin atmosferi içinde okuyabilmektir (prospektif). Retrospektif yolla ulaşılanları bugünün siyasi bakış açısıyla ve hâkim görüşleriyle yorumlamak bizleri farklı yerlere götürebildiği gibi, prospektif görüşle değerlendirmek de tarihin seyri içinde kaybolma ve süreklilikten kopma durumu yaratabiliyor. Ancak her iki durumun bir arada olduğu bir bakışla değerlendirme yapabildikten sonra bir kanaate varmak gerektiğine inanıyorum. Sadece prospektif veya sadece retrospektif yaklaşımların yanlı ve yetersiz yorumlara sebep olduğu belli. Tarihçi olunmasa bile tarih bilgisi ve bilinci yanında entellektüel birikim gerektiriyor.

Konunun uzmanı kişi ve kurumlar üzerine büyük sorumluluk düşüyor. Sosyal medya bir moda, trend (temayül, eğilim, yönelim) olmanın ötesinde bir sosyal gerçeklik. Belli bir yaşın üstündeki yetişkin insanlarımızın bile geçmişimizdeki aynı olgu, olay ve özneyle ilgili ‘kesin kanaatleri’ arasındaki zıtlık, önyargıyla dar bir çerçeveden bakmalarının kaçınılmaz sonucu.

Benim gibi konu uzmanı olmayanları ilgilendiren tarafı ise, belki ortak kaygılarla birlikte çıkış yollarını arama, bilenleri teşvik ve harekete geçirme çabası olarak okunmalıdır.

Aslında görüş, fikriyat ve inanç zeminini Türk Milliyetçiliğinin oluşturduğu yetişkin münevver (aydın) insanlarımız bile gündelik siyasi hava içinde, siyasi dille paylaşımda bulunuyorlar. Bu durumu yakın tarihimizde ebediyete irtihal eden, bazılarına ‘devlet adamı’ vasfı da atfedilen, siyasi kişilikler (Atatürk, İnönü, Menderes, Demirel, Türkeş, Erbakan, Ecevit, Özal, gibi siyasetçiler ve siyasi liderler…) hakkında görebiliyoruz. Benzeri durum zamanında ‘kanaat önderi’ olarak görülenlerle ilgili olarak da yaygın. Aydın diyebileceğimiz insanlarımızın bile birkaç on-yıl öncesinde şiddetle kınadığı; ‘falan veya filan güçlerin adamı’ diye kolayca yaftaladığı birisi hakkında bugün sosyal medyada övgüler bekler alıntıları pervasızca dolaşıma sokmaları nasıl izah edilebilir? Ya da Atatürk gibi Türk tarihindeki Devlet Adamlığı ve siyasi mirası (legacy) fevkalade olanlardan biri hakkında nasıl bir sıradanlık yapılabiliyor? Örnekler çoğaltılabilir. Söz etmişken, ‘Devlet Adamı’ vasfının, ebediyete irtihalinden sonra toplum vicdanında, tarih ortak bilincinin ürünü bir değer, bir sıfat olduğunu da hatırlayalım.

Kaldı ki içinde bulunduğumuz dönemle (1970 – 2020 diyelim…) ilgili tarihçiler, sosyologlar, siyaset bilimcileri, ekonomistler, düşünürler, farklı özgeçmişe sahip aydınlar, sanatçılar ve siyasetçiler birbirinin zıttı değerlendirmeler yapıyorlar. Bakış, görüş, kavrayış, anlayış ve değerlendirme farkı doğaldır ve takdir edilebilir özelliktir, ancak durum bunun ötesine taşıyor; zıtlık bir durulmamışlığın, oturmamışlığın göstergesi değilse başka maksatlar aranmalı. Böylesine zıt görüşlerle değerlendirmeler ışığında birkaç yüzyıl önceki geçmişi; toplumun hafızasında hâlen tartışmalı iken; hangi kıstaslara ve neye göre, nasıl değerlendirmek gerekir? Bir siyasetçiden alınan bir anekdot nasıl bir bütünlük içerisinde günümüz bağlamında sere-serpe ve ‘kanaat’ olarak ortaya sürülebilir? Devlet adamı, siyasetçi, bilim insanı, sanatçı… kendi dönemindeki söz, tavır ve icraatının bütünlüğü içinde değerlendirilirse bize kalıcı, kapsayıcı ortak bir bakış açısı verebilir. Ancak, hemen ifade etmek gerekir ki, Türk Milletinin uzun tarihi seyri içinde bu gibi dönemsel maksatlı ve abartılı övgü veya yergi yönlendirmelerinin uzun vadede kalıcı görüşler olamayacağı açık olsa da bir süre milletin ve devletin gücünü aşındırır, toplumsal enerjiyi harcar.

Bizim nesil ergenlik sonrasını son 50 – 70 yılda yaşadı. Her birimiz bugün ebediyete irtihal etmiş siyasi kimlikleri, kanaat önderlerini kendi dönemlerinde başka, şimdi başka gözlerle görebiliyor. Neden? O zamanki siyasi havanın etkisinden sıyrılarak ve fikren daha da olgunlaşarak bakabildiğimiz için mi, o zaman anlayamadığımız hizmetleri veya öngürüleri için mi yoksa artık Türk milletinin müktesebatına (acque) dahil oldukları için mi? ‘Ben 50 – 70 yıl önce neysem hala oradayım’ diyenleri geçiyorum, çünkü ayağını hiç kaldırmadığı yerin ve kendisinin ne olduğu ayrı ve ciddi bir konu. Bağlantılı konuları, tarihimizdeki hâlen süregenlik arzeden bazı olayları ve kişileri değerlendirirken, Türk milliyetçilerinin bile kesin bir dille, ret – kabul ikileminde olmaları üzerine düşünmeye çalıştım.

Yakın yıllarda Yeni Osmanlıcılık, İslamcılık-Ümmetçilik ve Türkçülük-Turancılık konuları yeniden ancak farklı zeminlerde, farklı anlamlar yüklenerek ve popüler bir dille tartışılıyor.

Araçların arkasındaki Osmanlı Tuğrası ve Atatürk imzası, tartışmanın halk düzeyindeki somut popülerlik yansımaları…Devletin varlığını, birliğini ve bekasını sürdürme ve milleti (!) selamete çıkarma amaçlı ortaya çıkan bu düşünce hareketleri, o günün dünyasında, samimi görüşler ve çabalardı. Zamanın şartlarını okuma ve gelecek tasavvuru; düze, selamete çıkış arayışlarıydı. Bu görüş ve çabaları yabancı emperyal güçler ile onların telkinlerinden etkilenenler de kendi amaçları yönünde tehlikeli görmüş veya ortak düşmanlarına karşı Osmanlıyı kendilerine yakın tutma amacıyla teşvik etmiş de olabilirler. Zamanımızda da tüm büyük devletlerin dış politikalarında böylesi stratejilerin olduğu sır değil. Hepsi denendi… Ve bize geniş bir müktesebat bıraktı…Günümüz ve öngörülebilir geleceğimizde devlet, uluslararası güç mücadelesinde bu görüş ve anlayışlardan dış siyaset bağlamı ve kapsamında yararlanabilir. İmparatorluk bakiyesi olmanın bize verdiği bir meşruiyettir, tıpkı İngiliz Milletler Topluluğu anlayışı (Commonwealth nations) gibi. Dünya nüfusunun dörtte birinin mensup olduğu İslam inancı uluslararası politikada Türkiye’nin asla gözardı edebileceği bir güç değildir. Büyük devletin ufku ve ilgi alanı da geniş, derin ve kapsayıcı olur. Ancak iç siyaset ile Türk Dünyası alanında üzerinde yürüyebileceğimiz ve yükselebileceğimiz bir görüş var… Pan-Ottomanism ve Pan-İslamism anlayışı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dış politikasının hele de iç politikasının omurgası olamaz. Vatandaşları arasında bu görüşleri dillendirenler de, kötü niyetli ve bölücü değillerse, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ mensubiyet, sahiplenme duygusu ve azmine sahiplerse, belki geçmişlerinden gelen bir insiyaka atfen, anlayışla karşılanabilir; ancak devlet politikasına sızma ve dominant olma çabaları asla tasvip edilemez.

Özellikle sosyal medyada Yavuz Sultan Selim – Şah İsmail, Arap din adamları, Sünnilik, Alevilik de bu kapsamda giderek artan oranda yer alıyor.

Konuyu iç siyaset ortamında din (ve mezhep) anlayışı zemininde ele almanın gerekli olmakla birlikte, geleceğimize önemli katkıları olmayacağı, milli tefekkür / düşünme enerjimizi emeceği, zayıflatacağı kanaatindeyim. Güç birikince bir yerlere akar, boşalır. Karşılıklı iki büyük ve dinamik güç arasındaki denge her zaman hassastır. Bu dengenin temelden değişmesi de tarihin akışının dönemeçleri oluyor. Yavuz  – Şah İsmail konusunu retrospektif ve prospektif görüşlerle bugün şöyle okuyabiliyorum: İki Türk hükümdarı karşı karşıya geldi, acı ve uzun etkili bir hadise olarak biri tasfiye edilirken, diğeri kendine yeni bir ülkü edindi. Bu ülküye güç katacak veya engel olabilecek potansiyel güçleri de (arap din alimleri, aşiretleri, devletleri…) bünyesinde eritmek isterken biraz da kendi bu din anlayışı kültüründe eridi. Aslında kendi özgün emperyal devlet kültürünü de oluşturdu. Ancak bu iki Türk hükümdarının tarafları arasındaki eski yaranın sızıntısının Türk milletini zayıflatma niyetiyle kurcalandığını da görüyoruz.

Ben şahsen din, millî kültür ve dil konularında bir aydınlanma ve toparlanma olduğunu düşünmekteyim. Müktesebatımızla ilgili tartışmaları yeterince yapamaz, ortalama bir aynılığa ulaşamazsak fikir dünyamızda kaşınmaya uygun sorunlu alanlar olarak varlığını sürdürür ve kötü niyetlere de istismar imkanı verir.

Son yıllarda tarihî olarak yakın etkileşimler içinde olduğumuz, etkilendiğimiz Arap kültürüne, kültürel ve dinî anlayışların iç-içeliğine ve dinî söylemlere duyulan tepki havasından da yararlanılarak Türk milletine yeni bir ‘mezhep önermesi’ diyebileceğimiz bir anlayış sunulmaya çalışılıyor. İçinde dini reddedenlerin de  gizlendiği bu sosyal akım; ‘dini siyaset aracı olarak kullananlar’ diye eleştirdiği ‘siyasal islamcılarla’ zıt yönlerde ama yine siyasi amaçla ilerleme gayretindeler. Geçmişte incinmiş Türk unsurlar ile onların kültürel – geleneksel anlayışları da bu kötü niyetlerin barınma ortamı olarak kullanılmaya çalışılıyor. Dini söylemleri öne çıkaran, basmakalıp yaklaşımların ve hareketlerin uzun vadede hiçbir millete yararının olmadığı son 2000 yıllık insanlık tarihinin kayıtlarındadır. Neye veya nereye evirileceğini, kendi etki ve katkılarımızla da, yaşarsak görebileceğiz.

Dünya tarihinde kökleri sürülebilen birkaç dilden, belirgin ve özgün kimlik özelliklerini en azından bilinen tarih boyunca sürdürebilmiş, onlarca devlet kurma ve yıkma kapasitesi oluşturmuş birkaç ulus/milletlerden birisiyiz.

Hâlen tarihteki büyük ve uzun ömürlü birkaç imparatorluktan birinin mirasçılarıyız. Ne tamamını sahiplenme ne de redd-i miras durumundayız. Bunun kadar önemli bir diğer tarihî gerçeklik de başka imparatorluklarda önemli unsurlardan birisi olmamızdır (Moğol Cengiz, Abbasi…). Büyük, uzun ve muhteşem tarihi altında ezilebilecek ya da melankolik bir geçmiş özlemi içinde sadece tarihî mirasıyla övünecek durumda değiliz. Bunların üstünde ve ötesinde bir müktesebatın (acquis) sahipleriyiz. Bazı eski medeni toplum ve toplulukların ‘tarihi altında ezilme’ ve onu taşıyamama ezikliği içinde de değiliz (bugünkü Yunanistan, Mısır gibi!).

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 196 Birleşmiş Milletler üyesi ülke içinde herhangi bir ülke değildir. Çoğu birkaç yüz bin nüfuslu adalar ülkesi veya diğer ülkeler arasında sıkışık birkaç kasaba halkından müteşekkil ya da son birkaç on-yıl içinde ortaya çıkmış eski sömürge ülkelerinden biri de değildir. Türkiye bir imparatorluk bakiyesi olarak, siyasi, askeri, ekonomik, kültürel, tarihî ve coğrafi gücüyle, insan gücüyle ve dünyadaki konumuyla dünyanın sayılı ülkelelerinden biridir. Etki ve nüfuz alanı kendi coğrafyasının çok  ötelerindedir.

Günümüzde, Türkiye’de bir siyasi görüş ve anlayışın millet ve devlet seviyesinde uygulama tecrübesindeki azamisinden inişe geçtiğini görebiliyoruz. Kendini test etti ve yolun sonu görünüyor. Yüksek bir hızda ilerleyen bir aracın vitesi boşa alındıktan sonra bile bir süre ilerlemesi veya hızla yukarı fırlatılan bir taşın ilk ivmesini kaybetmesine rağmen bir süre daha yükselmeye devam etmesi gibi bir durumu gözlemliyoruz. İdeolojik dayanağının enerjisini kendisi tüketti. Hiçbir siyasi düşünce ve hareketin birden ortaya çıkıp kaybolmadığını, bir süreç ve evirilme olduğunu da biliyoruz. Bu tecrübe de Türk milleti ve devletinin müktesebatında yer alacak. En uygun şartlarda hızla üreyen bir mikro-organizma, başka bir etken olmasa bile, kendi artıklarıyla yaşama ortamını bozar ve tamamen olmasa da ortadan çekilir ya da mutasyonla varlığını sürdürebilir. Bunu biyolojiden biliyoruz (COVID-19’un da zamanla böyle bir akibete uğrayacağını ifade etmek kehanet değildir). İdeolojiler de bu biyolojik gerçekliğe benzer; aslolan Türk milletinin ve devletinin sürekliliği ve çağlarca bunun özneleri olan her bir insanımızın donanımlı varlığıdır. Değişim ve dönüşüm devrim boyutunda olursa yapıcı da yıkıcı da hazin ve acı bir macera olarak da gerçekleşebilir.

Tartışmaları bir fikir, inanç ve gelecek tasavvuru olarak samimiyetle düşünenler ile başka niyetlerle ortaya çıkanları ayırdıktan sonra, çağımızın sosyolojik ve siyasi gerçekliklerine dayalı doğru bir zeminde düşünmek elbette Türk milleti ve devletine bakış açıları verebilir. Milletlerarası mücadelede hamasetten sıyrılarak; real-politik (gerçekçi siyaset) yapılırsa yol alınabilir. Real politik, konjonktür ve statükoyu doğru okuyarak, ancak bunların sınırlarını zorlayarak ve genişleterek yol alabilme aracı ve gücüdür.

Başlıklar ve sadece örnek olarak söyleyegeldiğimiz hususlar tarihimizde yerini almıştır.

Ne tarihi geri çevirebiliriz ne geri getirebiliriz ne de bugünü eskiye götürebiliriz. Her ne kadar ‘tarih tekerrürden ibarettir’ dense de her olgu ve olay yeni ve özgündür. Stereo-type (basmakalıp, sıradan ve öylesine) değerlendirmeler yersizdir. İlk intiba olarak tamamen çelişkili gibi gelen görüşlerde bile gerçeklik payı vardır ama gerçeğin (aslında gerçek diye bir durum olup olmadığı retoriğine girmeden) tamamının ne kadarını kapsıyorlar?

Tarihte hiçbir sistemin potansiyelinin tümden kullanılamadığını; potansiyelinin tümden kullanıldığını görmeden de bir sistemi değerlendirmenin tam olamayacağını biliyoruz. Komünizm böyleydi. Kapitalizm ve neo-kapitalizm de onca çarpıklığıyla artık ortada ve dünya yeni arayışlar içinde. Bir sistem diğerlerinden olumlu, olumsuz; somut ve soyut yapılar ve görüşler alır ve kendi içine yedirir, kendileştirir. Bu büyük sistemler (!) millet gerçeğini ortadan kaldıramadıkları gibi yapay milletler de oluşturamadılar. Türk tarihi bu yönüyle milletler ve devletler tarihinde özgün ve önemli bir yerdedir. Gelecek Türkiye’si ve Türk Dünyasının oluşmasında halen içinde bulunduğumuz süreç de müktesebatımızın bir parçası olacak.

Bir siyasiyle ilgili, uzunca manzum bir yorum (5X25 satır) yaptıktan sonra, sanal sosyal ortamda paylaşmadan ‘ACABA?!’ durumunda kaldım…

Bundan 50 – 100 yıl sonra hâlen yaşıyor olsaydım;

Yazdıklarım akıl, bilim, ahlak ve vicdan (ABAV) anlayış ve değerlerimle ne kadar uyumluymuş?

Düşüncelerimden, yorumlarımdan pişman ve utanıyor olur muydum?

Tek yönlü ve olumsuz bir ruh hâliyle mi yazdığımı düşünürdüm?

Dönemi ve özneyi yakın tarihçiler nasıl değerlendirmiş?

Hangi algı ve eğilimler bana sevk-i tabi (motivation) vermiş?

Zamanı okuma yönünde fikir, inanç ve ideolojiler ne kadar etkiliyor?

Devlet ve hükumet kavramlarını zaman içinde ne kadar ayırt edebilmişim?

Süregiden tartışmaların seyrine; kendimce yön verme, etkileme, bir şekilde katkıda bulunma; en azından milyonlar arasında ‘bir’ olma durumu mütevazi bir hak olarak görülebilir miydi?

Yönünde nasıl bir yerde ve durumda olabilirdim acaba?

Bu hususlar her Türk milliyetçisi aydınını ilgilendiriyor. En azından kendimin, Türk milliyetçisi fikir, hareket ve kanaat önderlerinden böylesine beklentilerim olduğunu anlayış ve hoşgörülerine  sunuyorum.

Sanal ortamlardaki tarih okumalarından mülhem, yukarıdakilere benzer soruları düşünerek ‘tarihi okuma’ konusunda bir deneme yazmaya başladım ama bağlanacak  gibi değil. Geçmişi okumanın tarihçilerce bile farklı yönlerden farklı değerlendirmelere konu olduğunu varsayarak, konuyu soyutlaştırarak ortak düşünme çabası olarak düşünmeyi denedim. Sanal sosyal ortamında güya tarih okuma ürünlerini kimlerin dolaşıma sürdüğü, kimlerin alıcı oldukları üzerine düşünme durumunda kaldım. Kaldı ki ne tarihçiyim, ne sosyologum, ne siyasetçiyim; ne de  ‘düşünür’ ve ‘münevver’ iddiam olamaz.

Biz Türkler tarihi nasıl okumalıyız? ‘Tabii ki kendimize göre (!)’ yaklaşımı günümüzden geleceğimize nasıl bir ışık tutabilir?

Efsaneler, mitler, destanlar ve hamaset millet ve ortak tarih bilinci oluşturmada önemlidirler ve millî kimlik bilinci bunlarla da beslenir. Uzun yıllar boyunca yeni millet ve kimlik oluşturma çabası içindeki birçok ülke gördüm ve çağdaş efsane, mit, destan, kahraman ve hain oluşturma çabalarını anlayışla karşıladım. Bizim Türk milleti olarak, suni, yüzeysel, zorlama ve kalabalıkları coşturucu hamaset diline, belki zaman zaman siyasi ve sosyal birer gerçeklik olarak kullanılsa dahi, olur olmaz her hâlde ve durumda başvurmaya ihtiyacımız yoktur. Tarihimizdeki bazı trajik, acılı, hüzünlü olgu, olay ve kişilikleri de hainlerimizi de tarihimizin ana unsurlarından olarak gözümüze sokma, zihnimize yerleştirme haksızlığı ve tevessülünü de doğru bulmayız. Bildiğimiz gibi… rahatsızlık, hastalık atlatılır ama bünyede iz bırakır. Kahramanlarımızın insanüstü, gerçeküstü (surreal), eski Yunan mitolojilerindeki kimerik (chimeric) yaratıklar olmadığını; hainlerimizin de içimizden çıktıklarını, içimizdeki nankörleri de biliyoruz.

İktidar olmakla muktedir olmak; en azından fikir, inanç ve ideolojilerde; farklı anlamlar ve gerçeklikler ifade eder.

(Fizikteki) Kuvvetler bileşkesi gibi sosyal ve fikri güçler de iktidar olamasalar bile millet ve devlet hayatına yön veren etkileri, katkıları olan güçlerdir. Türk milliyetçileri bu gücün ana unsurudur ve bunun sorumluluğunu taşımaktadırlar.

Şimdilik paylaşmayacağım manzum yazıyı (şiir) yazdıktan sonra, aklıma gelenleri ortak akıl ortamında paylaşmak istedim ki kınadığım önyargılı ve varsayımlı ve belki de kötü niyetle ortaya atılan oltaya takılabilen sosyal medya müptelalarının durumuna düşmeyeyim!.. Fikren nerdeyse en homojen, yeknesak, uniform diyebileceğimiz Türk milliyetçileri bile yakın tarihimizdeki bir olgu, olay ve özne hakkında hemen ve kesin bir inanç diliyle çok farklı tavırlar ve kanaatler ortaya koyabiliyorsa bu özellikle tarihçilerimizin, aydınlatıcı bilirkişiler olarak, sosyal medyada müdahil olmalarını gerektirmektedir. Aslında doğal olan bu savrulmaların sebebini yeterli, yetkin ve birleştirici bir toplam irade gücünün olmayışı olarak okuyorum.

 
 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum