EŞİNİN GÖZÜYLE ERDAL İNÖNÜ

Sevinç hanımdan Erdal İnönü’yü dinlerken bir kez daha anlıyoruz ki onun değeri ileride daha iyi anlaşılacak...

EŞİNİN GÖZÜYLE ERDAL İNÖNÜ
11 Kasım 2012 - 23:21

 

Cumhuriyet / Dergi- Bir çok şeyi kazandırdı Türk siyasetine Erdal İnönü ama belki de en çok karşıtların saygı, sevgi ve hoşgörü içinde birlikte olabileceğini gösterdi. Gerek söylemi, gerek duruşu, gerek tavrıyla ve en çok da esprileriyle. Ne Türkiye’nin gidişatına ne hastalığına üzülürken bile belli etmedi duygularını, umudunu sonuna kadar korudu. Bugün ölümünün beşinci yılında eşi Sevinç hanımdan Erdal İnönü’yü dinlerken bir kez daha anlıyoruz ki onun değeri ileride daha iyi anlaşılacak...

Solun önde gelen politikacılarıyla birlikte gittiği restoranda “Bir şeyler almak ister misiniz efendim” diye soran garsona yanıtı hazırdır:“Teşekkürler, biz birbirimizi yiyeceğiz.”

Gençliğinde hiç sıcak bakmadığı politikaya yıllar sonra neden girdiğini soranlara “Ülkemi benden daha kötüleri yönetmesin” diye karşılığını verir.

Seçim otobüsünün önüne “Ölürüm yoluna” narasıyla atlayan seçmeni engellemek için “Dur, ölme. Bir oy bir oydur” der.

Arı anılınca herkesin yüzünde bir tebessüm uyandıran ender siyasetçilerden biri olarak hep var olarak “Erdal İnönü hikayeleri”dir bunlar. Ölümünün beşinci yılında anıyoruz onu. 31 Ekim 2007’de kan kanseri nedeniyle tedavi gördüğü Amerika’da hayata veda etti. 4 Kasım’da İstanbul’da büyük bir kalabalık, derin bir üzüntüyle son yolculuğuna uğurladı. 15 yıl boyunca yaptığı politikada farklı bir üslup, yorum ve duruş sergiledi. Özellikle zeka ürünü ince esprileriyle anıldı hep. Erdal Bey’i ve yaşadıklarını konuşmak için Sevinç İnönü’yle vakfın da merkezi olan Anadolu Hisarı’ndaki yalıda buluştuk. Ama gördük ki Sevinç Hanım da neredeyse Erdal Bey gibi ince bir mizah anlayışına sahipmiş. 

- Zaman süratle geçiyor. Erdal Bey aramızdan ayrılalı beş yıl oldu. Bu beş yılı siz nasıl geçirdiniz?

Evet eşimin ölüm yıldönümünün beşinci yılını tamamlayıp altıncı yılına giriyoruz. Tabii kendisini çok arıyorum, çok özlüyorum ben eşi olarak. Arkadaşlar da öyle sanırım, herkes özlüyor çünkü özlenecek birisiydi. Değerli bir insandı. Birçok değerleri vardı, sıralamaya kalkarsam çok vaktinizi alırım. Her yıl aile olarak kabri başına gidip orada ufak bir anma toplantısı yapıyoruz. Aslında biz onun doğum yıldönümlerini kutluyoruz 6 Haziran’da. Ölüm yıldönümünde anıyoruz tabii ama doğum yıldönümlerinde yazı hava da müsaitse bahçede ufak toplantılar yapıyoruz, güzel oluyor.

- Kimler oluyor bu toplantılarda?

Yakın dostlar, arkadaşlar oluyor. Sık sık görüştüğümüz grup, başkaları da oluyor arada. Politikadaki arkadaşların kimisi katılıyor, kimisi gelemiyor. Tabii nede olsa Ankara’dalar çoğunlukla.

- Vefalı çıktı mı Erdal Bey’in dostları bu anlamda?

Valla karışık diyebilirim; çok vefalı dostları var, bayağı vefalı dostlar var, bayramlarda arayanlar var. Onun dışında sık sık arayanlar, beni ziyaret edenler var. Bu beni çok mutlu ediyor. Politikacılardan pek beklemezdim ama bayağı hoşuma gidiyor. Ama onun dışında hiç aramayanlar da var; yani kendisinin çok emek verdiği insanlar….

- Kırgın olduğunuz kimse var mı onlardan?

Yoo, eşim de öyle kırgınlık duymazdı, benim de öyle kırgınlık duyduğum kimse yok. Vakitleri olmuyordur arayamıyordur diyorum.

- Erdal Bey nasıl anılmak isterdi?

Çok iyi anılmak isterdi. Keyifli bir insandı, neşeliydi, iyi taraflarıyla anılmak isterdi eminim. Hoş sohbet birisiydi, biliyorsunuz espriliydi, hikayeleri var bol miktarda. Onları bir kitap haline getirdi Ümit Aslanbay. 1990 yılında basılmıştı ilk kez o kitapçık. Sonra piyasada bulamadım ben tükenmişti. Onun üzerine bir tane nasılsa bir nüsha bulduk, Boyut Yayınevi eksik olmasınlar baskı yaptılar. Ama ilaveler yapmak istiyordu Aslanbay ama olmadı. Ondan esinlenerek benim aklıma şöyle bir şey geldi 2010 yılında; Erdal İnönü karikatürleri sergisi yapalım dedim. Vakıfta arkadaşlar var onlarla birlikte öyle bir sergi tasarladık. Çok da iyi ve başarılı oldu. Galatasaray’da yapmıştık. Sonra o sergiyi bir iki yere daha taşıdık. Ankara’ya götürdük Pembe Köşk’e 2011’de.

- Çok fazla şeye tanıklık ettiniz, gördünüz, duydunuz. Anılarınızı yazmayı düşünüyor musunuz?

Bir kere ben çok tembelim. Erdal gibi düzenli olmadığım için not tutmadım maalesef. Hep hayran kalırdım Erdal’a, her gün kısa notlar tutardı. Tabii babasından görmüş olacak, bunlar aile görgüsüyle olan şeyler. Onun için sürekli o gün yapılan konular hakkında kısa kısa notlar alırdı, tabii o çok yardımcı oluyor anılar yazılırken. Ben yani hafızama güvenirdim ama yaşlandıkça hafıza iyice zayıflamaya başlıyor. Eskilerden çok güncel konuları, yakın tarihi unutuyor insan. Eyvah Alzheimer mi oluyoruz diyoruz kız kardeşimle.

- Erdal İnönü, 1983 yılından beri siyasette her daim önemli bir aktör olarak yer aldı. Sizce Türk siyasi tarihine getirdiği en önemli kazanım neydi?

Efendilik, kendi tabirimle. Bir de Türk siyasetinde demokrasi; kendi partisinde ve dışında. Yani o hatırladığım kadarıyla sağ sol kavgası olurdu benim çocukluğumda, gençliğimde, devamlı bir sağ sol itiş kakışı. Halbu ki onlar güzel, başarılı bir koalisyon yaptılar ve onu yürüttüler. Tabii ona Erdal’ın katkısı olduğuna inanıyorum. Sayın Demirel’le büyük bir anlayış ve karşılıklı dostluk havası içinde yürütüldü. Bakanlar da öyle, seçilen kabine de gayet uyumlu çalıştılar. Demek ki istenirse pekala çalışılabiliyormuş. Ayrıca çok tutarlıydı Erdal bence kendi yaptığı politika açısından. Hep doğruları söylerdi. O da az rastlanan bir özellik politikacılarda. Olmayacak bir şeyi hiçbir zaman vaat etmezdi. O bakımdan değişik bir yorum getirdi politikaya.

- O getirdiği yorumdan bugüne bir şeyler kaldı mı?

Valla pek bugüne kaldı gibi gözükmüyor maalesef ama ümidimi kesmiyorum. İleride herhalde anlaşılacak değeri, çok daha iyi, doğru yorumlanacak. Bugün kimsenin pek hoşlanmadığı bambaşka oluşum, bambaşka tartışmalar içersindeyiz. Ben şahsen çok rahatsız oluyorum cumhuriyetin bu şekilde tartışılmasından. En büyük bayramımız Cumhuriyet, bayramımızın kutlanmasından daha doğal bir şey olamaz. Ve bunun yasaklanmasını da hakikaten hafzalam almıyor.

Erdal değil ben şikayet ederdim
 
- Erdal Bey’in politikayı çok sevmediğini şartlar nedeniyle girdiğini biliyoruz. En çok neden şikayet ederdi?

Valla eşim o kadar iyi bir insandı ki hiç şikayet ettiğini duymadım ben. Ben devamlı şikayet ederdim. Katiyen bir gün bile ağzından bir şikayet lafı duymadım. Tabii, zorlamayla mecbur kaldığı için girdi, çok tercih etmiyordu bildiğiniz gibi. Akademik kariyerini bırakmak istemiyordu, hiçbir zaman düşünmemiş zaten politika yapmayı, şartlar öyle gerektirdiği için yaptı. En çok da YÖK yüzünden tabii. Üniversiteler üzerindeki YÖK baskısı yüzünden. Çünkü bir çok kişi üniversiteden uzaklaştırıldı gereksiz yere. Ona çok üzülüyordu, üniversitede düşünce, fikir özgürlüğü gittikçe baskı altında kaldığı için, yönetimler üzerinde de baskı olduğu için ona karşı muhakkak bir şey yapmak gerektiğine inanıyordu. Başka türlü de politika dışından bir şey yapılamayacağına göre bari şunu biraz düzelteyim diye düşündü.

-Siz en çok neyden şikayet ediyordunuz?

Ben yani pek yakıştıramıyordum Türk politikasına, ortama. Çok yıpranacak, üzülecek diye düşünüyordum. Yıpranmaktan ziyade üzülecek falan diye, ben de şahsen üzülüyordum. Ama işte bu şekilde 15 yılı tamamladık. Ama anılarında da söylüyor zaten, “Bene yaptığım hiçbir şeyden şikayetçi değilim, pişman olmadım” diyor.

- Politika özel yaşamınızı sekteye uğrattı mı? Birlikte yapmak istediğiniz yarım kalan şeyler oldu mu?

Tabii uğrattı, uğratmadı dersem yalan söylemiş olurum. Belli bir düzeniniz var, oradaki şeylere alışmışsınız; ne bileyim konserlere giderdik, sergilere giderdik, belli çevremiz vardı onlarla görüşürdük, sonra bambaşka bir çevreye girdik. Hiç alışmadığımız bir çevre üstelik. Tabii başında çok yadırgıyorsunuz, eyvah benim burada ne işim var, ne yapacağım ben diyorsunuz. Ama zamanla alışılıyor; çok iyi dostlar edindik politikada. İnsan ülkesini çok daha iyi tanıyor. Değişik bölgelerden insanlarla tanışıyorsunuz. Bir sürü yere gidiyorsunuz falan. Biz zaten çok gezerdik, severdik gezmesini. İç turizme ilk başlayanlardanız. Özellikle otel falan olmadığı zamanlarda 60’lı yılların başında düşünün bir tek TURSAN’lar mı vardı ne. Elektrik, ısıtma yoktu otellerde, jeneratörle çalışırdı, müthiş gürültülüydü jeneratörler o zamanlar. Ama çok eğlenceli gezilerimiz oldu. Geçen gün birisiyle hatırladık tırmanma merakı vardı ya Erdal’ın. Her gittiğimiz yerde en yüksek kale, tepe ne varsa biz çıkardık oraya gerekli gereksiz. Hiç unutmuyorum Afyon’a gitmiştik. Yine böyle zor şartlarda kaldık, ısıtma yok otellerde. Tabii Afyon kalesi var meşhur. Kaleye çıkalım dedi Erdal. Herhalde arkadaşların bazıları içinden “nerden de şimdi buldu bunu Erdal, bizi çıkarıyor buralara” diye söylenmiştir. 
 

Üstü başı toz toprak içindeydi

- Siz bu siyasi yoğunluğa rağmen kendi hayatınızı yaşayabildiniz ama değil mi? Eşinize destek olmakla birlikte, çoğu siyasetçi eşinin “görüntüyü” kurtarmak için oynadığı rolün aksine siz kendi hayatınızı yaşamayı başarabildiniz sanırım?

Bilmiyorum, benim kendime göre bazı şeylerim vardır, farklı bir şekilde düşünürüm. İlle de eşlerin muhakkak her yerde beraber olması gerekmez. Yani Amerikan tarzı politikayı sevmiyorum ben. Samimi, içten yapılırsa tamam ama bazen zoraki, zorlamalarla yapılıyor. Amerikan tarzında da bence zorlama var. Toplumun koyduğu baskı bu. Özel hayatın bu kadar ortaya dökülmesi şahsen beni rahatsız eder, gereği yok diye düşünüyorum.

- Erdal Bey siyaseti bıraktığında mutlu oldunuz mu?

Tabii sevindim. Oh nihayet kurtuldu dedim.

- Siz de kurtuldunuz sanırım?

Ben de kurtuldum. Onun için daha da çok sevindim hakikaten. Biliyorsunuz ilk girdiğinde politikaya omuzlara falan kaldırıyorlardı. Eve her gelişinde ben bir türlü anlamıyordum niye bu kadar toz toprak içinde. Meğer yere yatıyormuş, bana da söylemiyor. Gömlek falan evde yıkanıyor ama her haftasonu palto, pardesüyü temizlemeciye gönderiyorum, yetiştiremiyordum. Allah Allah ne yapıyor bu adam derdim. Beraber gitmeye başlayınca gördüm ne olduğunu.

Politikadan ağzımın payını aldım

- Siz hiç politikaya girmeyi düşündünüz mü teklif aldınız mı?

Ben politika yaptım... Kısa bir dönem belediye meclis üyeliği yaptım, ağzımın payını aldım. Arkadaşlar benim haberim olmadan adımı yazdırmışlar, neyse eğlenmiştim ama. Baya hoştu, ama rahat çalışamıyorduk. İstanbul Platformu diye hoş bir şey kurmuştuk. Park Otel'e karşı tekneyle eylemler yaptık, gazetecileri gezdirdik. Nasıl böyle yapılara onay veriyorlar bilmiyorum. King Kong diye ad koymuştum. Hala öyle duruyor. Çirkin. Gümüşsuyu Derneği dava açmış, kazanmış, ama yıkılamadı bina. Sözen zamanında biraz traşlandı... Platformu devam ettirebilsek iyi olacaktı. Herkes bir yana çekmeye çalıştı, yürümedi.

- Erdal İnönü siyasi yaşamda kendine has uslübu, güleryüzlü, sakin kişiliğiyle anıldı hep. Evde nasıl bir eşti?

Evde de öyleydi. Şu çok konuşulan fare hikayesindeki gibi. Amerika'daki evimizde meşhur fizikçimiz, Erdal'ın yakın arkadaşı Feza Gürsey ve ailesi misafirliğe gelmişti. Dört yaşındaki oğlu tuvaletten “Sevinç burada fare var” deyince baktım, ufak bir fındık faresi dolaşıyor. Ben de gayri ihtiyari, “Erdal koş, fare var” diye bağırdım. O da çok cool; “Sen beni kedi zannettin galiba” dedi. Çok gülmüştüm... Bunun gibi çok anımız var. En çok hoşuma gideni de, 68'de Erdal bir rahatsızlık geçirmişti, okul doktoru Salih bey, hemen muayene etmiş, ilaç vermişti, sonra Paşa da doktoru Zafer Paykoç'tan kontrol etmesini istemiş. Mebus bloklarında oturuyorduk, Zafer bey de tam karşımızda. O da geldi baktı. Nedense iki doktor ilaçlar konusunda anlaşamadı. Gündüzleri Salih bey gelir, “İlaçlarını verdiniz mi” diye sorardı. Akşamları Zafer bey gelir, “İlaçlarını aldın değil mi” diye sorardı Erdal'a. Bana çıkışırdı “Verdin değil mi?” diye. Ben de sürekli birinden diğerinin ilaçlarını saklardım. En sonunda Erdal “Ah Sevinç çok üzülüyorum, keşke iki kalbim olaydı birini Salih bey, diğerini Zafer bey tedavi etseydi, üzülmemeleri için” demişti. Çok inceydi. 

“Komşu kızı" İnönü ailesinde...

- Nasıl bir çocukluktu sizinki?

Kalabalık bir aileydik. Beş çocuk olmuş, ama biri vefat etmiş. 2 kız, 2 oğlandık. Denizci ailesi. Dedem kaptanmış. Sonra meşhur armatör ailesi Yelkencioğulları'yla ortak olup armatör olmuş. Babam tek çocukları, nadir bir durum, bir Karadeniz ailesi için. Halam varmış, ama veremden ölmüş. O dönem verem özellikle Karadeniz'de yaygınmış. Halam, eşi ve çocukları veremden vefat etmiş. Dedemde de vardı, verem. Doktorlar, ada sayfiye yeriydi ya, adayı tavsiye etmişler, o de emekli olunca Heybeli'ye yerleşmiş. Paşanın eviyle aramızda bir Rum evi vardı. Komşu kızıyım yani ben (gülüyor).

- Erdal Beyle ilk kez 1956'da Heybeliada'da karşılaşmışsınız...

Paşa (İsmet İnönü), babamı Ömer'in düğününe çağırmıştı. O zaman ben daha Dame de Sion'da okuyorum. Taksim Gazinosu'na gitmiştik, ilk orada uzaktan görmüştüm İnönü ailesini, Erdal, Engin, Ömer, Özden... Paşa tabi, il başkanı olduğundan babamı tanıyordu. Ancak biz tanışmıyorduk. Çünkü adaya gelmiyorlardı. Paşa'nın evinde, kardeşi Rıza bey, eşi Adalet Hanım ve kızları Mutlu otururdu. Onlarla çok iyi ahbaptı bizimkiler. Ben de Mutlu ile iyi arkadaştım. Sonra Erdal'lar da adaya geldi, 1956'da ve tanıştık. Erdal'ın boyu çok uzun olduğu için geçerken duvardan başı gözükürdü.

- İlk görüşte aşk mıydı bu?

Derin sevgi vardı. Çok iyi arkadaştık. Çok severdim eşimi, o da beni severdi tabii aşk da vardı. Amerika'ya giderken İngilizce biliyor musun, diye sormuştu. Çok hoşuma gitmişti. Fransızca eğitim almıştım, ama ikinci dilimiz İngilizce'ydi. Okulumuzda bir İngiliz sör vardı, bomba gibiydi. O yüzden İngilizcem iyiydi, ama konuşamıyordum. Erdal endişe etmiş, Amerika'da sıkıntı çekeceğim diye. Bana Asterisk'in ve Tenten'in İngilizcelerini getirmişti. Okumuştu. Beni bir imtihan etmişti.

-Evlenmeye nasıl karar verdiniz?

Vallaha aileden istediler. Ben de kesinlikle bir Karadenizliyle evlenmemeye karar vermiştim, çok kıskanç oldukları için. Erdal'la evlenmeye karar vermemin ilk nedeni Karadenizli olmamasıdır (gülüyor). Şaka bir yana da kişiliği beni çok etkiledi.

- Siz de Erdal bey gibi çok esprilisiniz...

Bilmem, bulaşmıştır biraz tabi. 

Hastane, ev, ızdırap, siyaset...

- Hastalık sürecini nasıl geçirdiniz?

Çok zordu, çok çok zordu.
 

- Erdal bey ilk öğrendiğinde nasıl tepki verdi?

Belli etmese de ömrünün fazla kalmadığını anladı. Yaş nedeniyle konvansiyonel tedaviye cevap vermez denildiği için Amerika'da tedaviye gittik. Yeni bir ilaç denendi. Bu tedaviye dair ümitliydi doktorlar. Erdal, üç aydan fazla kalmak istemedi. Gidelim, diye yalvarıyordu. O kadar üzülüyordum ki, belli etmemeye çalışıyordum. İnsanın yüreği parçalanıyor. Dönmek istiyor çünkü. Bu kadar sıkıntı çektirmeye hakkımız var mı, diye düşünüyorsun. Ümit işte. Zorla yeğeni Hayri'ye telefon ettirdi, gel beni götür diye. Geldi. Türkiye'ye getirdik. Tedavinin tesiri oldu, bir süre toparlandı, kan değerleri düzeldi. Baya ümitlendi doktorlar. Ama işte aldatıcıymış, sonra tekrar kötüleşti. Hastalığı boyunca inanılmazdı, rahat davranmaya çalışıyordu...
 

- Esprili miydi hala?

Çok ızdırabı olduğu için o kadar keyifli değildi, ama normalmiş gibi davranıyordu. Sonra Sarıgül geldi, sürpriz yaptı, Hikmet Çetin, Onur Kumbaracıbaşı, Cumhuriyet'in Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız. Şule de (Bucak) yanımızdaydı, eksik olmasın, çok destek oldu bana. Erdal'ı oradan oraya taşıdık. Hastanede birkaç gün tedavi görüp eve gönderiyorlardı, tutmuyorlardı. Ev kiraladık, bir de oradan bir kadın kefil oldu, araba kiraladık. Mobilize yaşıyorduk. En ufak bir şey de Erdal'ı kapıp, arabaya koşuyor hastaneye götürüyorduk Şule'yle. Labirent gibi hastaneyi ezbere biliyordum, inip çıkmaktan. O günler çok kötüydü. Çok çok zordu. Neyse, o sırada Özden, Can Dündar'ın yazdığı kitabın taslağını getirmişti. Özden okudu, Erdal düzeltti. Bir hafta boyunca, hiç yılmadan onun üzerine çalıştı, ki baya halsizdi. Bahçede dolaştırıyorduk. Genç doktorlar çok moralimizi yükseltiyordu. 
 

- Vasiyeti var mıydı?

Hayır. Sadece üzülüyordu olanlardan dolayı. Devamlı takip ediyorduk Türkiye'yi. Ama hep iyimser olduğu için düzelecek, bugünleri aşacağız, diyordu. İnşallah da öyle olur. 
   


Amerika'da yaşam...
 

“Evlendik. Erdal, Amerikalıların verdiği bursu kazanınca Amerika'ya gittik. Siyasi nedenlerle Erdal'ı yollamak istemiyordu üniversite, ama istifa etti. Neyse... Havaalanında halamın kızı -halam babam evlenmeden önce öldüğü için o bizim halamız gibiydi- elime Ekrem Yeğin'in kitabını sıkıştırdı, “bakıp yemek yaparsın” diye. Açtım kitabı, aman Allah'ım 50 gram kıyma, bilmem kaç gram yağ... Temizlikte iyiyim, ama o zamanlar mutfak işini pek bilmiyorum. O yüzden de ne kadar fiyakalı kutusu olan ürün varsa onları alıyorum. Bir kutu yağ aldım gidince, iç pilav yapacağım, oysa daha pilav yapmayı bilmiyorum, öyle de iddialıyım yani. Yağı ocağa koydum, üzerine pirinçleri atar atmaz, gürültüyle patladı, bütün pirinçler dablumbaza yapıştı. Ben korkudan kenara çekildim. Erdal da içerde çalışıyor. Sonra anladım ki, o pasta için özel bir yağmış, ısıtılmazmış! 
Amerika'da iki odalı ucuz bir daire bulmuştuk. Gazetede polis alımına dair bir ilan görünce Erdal'a “Yanlış meslek seçmişsin, polis olsaydın daha çok para alacaktın” diye takılmıştım. Çünkü polislere 350 dolar veriyorlardı, Erdal'ın bursuysa 240 dolardı. 190'ı kiraya gidiyordu, haliyle yemeye pek bir şey kalmıyordu. Sonra dul bir Amerikalı'nın evine sığındık. Kadın Türk'üz deyince biraz rahatsız olmuştu, ama nedense sonra sevdi bizi. Çatıdaki bir odasını verdi. Pencereye gelen sincaplara fındık, fıstık verirdim. Üç yıl sonra döndük. 27 Mayıs 1960'tan birkaç ay sonra. ODTÜ'de işe başladı Erdal. 
Aslında birlikte çalıştığı, Nobel ödüllü profesör Eugene Paul Wigner, Erdal Amerika'da kalsın diye çok ısrar etmişti. Eugene gidiyoruz diye çok şaşırdı. Erdal da, “Türkiye'den geldim, orada devam edeceğim çalışmalarıma” dedi. “Çok hata ediyorsun, özellikle bizim gibi geri kalmış ülkelerde sivrilmiş insanlar için gerekli ortam sağlanamaz, harcanacaksın, başka işlere koşacaklar seni, yazık olacak” diye çok ısrar etmişti. Ben de istemezdim Amerika'da yaşamayı. Nedense sevemedim Amerika'yı.” 



Bu vakıf bizim çocuğumuz

“Bu yalıyı çok severek almıştık 1970'de. Rabia Çapa neden oldu buna, onlar yerleşmişti. Çok severim Rabia'yı, rahmetli eşi Vecdi’yi de çok severdim. İş adamıydı. Erdal'la çok iyi anlaşırlardı. Kurucu olmuştu SODEP'e. Hiç işadamı girmiyordu, bir tek Vecdi'yi ikna edebilmiş Erdal. Hatta bacanağı Peyami çok takılmış, “Solcu mu oldun” diye. O da Erdal'a güvenirim, demiş. Neyse Rabia buranın satılık olduğunu duyunca aradı, “Ne olur, gelin bakın” diye. “Biz yarın Ankara'ya dönüyoruz” dedim. Ama tutturdu, “Ne olur, Allah aşkına” diyor. Erdal da “İlahi kuvvetleri karıştırmasın, kırmamak için gideriz” dedi. Erdal buraya bayıldı. Tarihi mekan, karşımızda Anadolu Hisari, meydan çok sempatikti o dönem. Neyse. Ama ev dökülüyor, hatta Paşa çok kızmıştı, laf aramızda, “Nasıl adam edeceksiniz burayı” diye. Erdal'ın siyasetteki son zamanlarına doğru kolları sıvadım, tamir ettirdik. Sonra dedik ki, “Çocuğumuz olmadığı için burası çar çur edilir sonra en iyisi vakıf kuralım”. Zaten Erdal İnönü Vakfı'nı kurmuştuk, birikimimiz de vardı. O şekilde vakfettik. Fakat sonra kardeşim kredi aldı, beni de kefil yaptı, kredisini de ödeyemedi. 12 yıldır savaşıyorum. İcraya verdiler, satacaklar, akıllarına koymuşlar satmayı, en ufak bir pazarlık yaptırmıyorlar. Adada birkaç şey var, onları verelim, diyorum. Kabul etmiyorlar. Bence kararlaştırılmış gibi. Alıcısı da belki bellidir, bilemiyorum. Bunlar zannediyor ki, param var. Nereden param olsun ki, olan birkaç kuruşu da Erdal'ın sağlığı için harcadık. Neyse ben yine de savaşıyorum vermemek için. Bakalım. 
Vakıf, özellike çevre için çalışıyor. MAREM projemizle Marmara Denizi'nin oşinografik şartlarını araştırıyoruz. Bilim insanları yılda iki kere sefere çıkıp, Marmara kıyılarından örnekler topluyor. Rapor hazırlıyor. Sonuç, çok kötü. Önlem alınmazsa hiç canlı türü kalmayacak. Sadece 15-20 santim derinliğe kadar temiz su var, altı olduğu gibi bataklık... Erdal sağken üniversiteden hocaları buraya çağırır, renkli toplantılar yapardık. Şimdi onun kitaplarını bastırıyorum. Çok vaktimi alıyor. Bir de ODTÜ defteri var. Uğur (Büke) beni zorluyor, İnşallah bitireceğim, onu da yayınlayacağız.”

cumhuriyet gaz.


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum