BEN DE ÇAY PARASI ÖDÜYORUM

 BEN DE ÇAY PARASI ÖDÜYORUM
15 Ocak 2024 - 18:53

BEN DE ÇAY PARASI ÖDÜYORUM

Yazan: Orhan ARAS

Yatılı Öğretmen Okulu’nda okurken edebiyata meraklı arkadaşlarla birlikte birkaç edebiyat dergisine aboneydik. Ben özellikle Türk Edebiyatı dergisini yakından takip ediyordum. Çünkü o dergide Azerbaycan’la ilgili yazılar da çıkıyordu. Ahmed Şmide’yi, Bahtiyar Vahapzade’yi, Resul Rıza’yı o dergiden tanımıştım.
Bir gün çekinerek dergiye bir mektupla birlikte bir şiir gönderdim. Bir ay sonra dergide şiirimin yayınlandığını görünce çok sevinmiştim. Daha on altı yaşında kendimi artık bir “şair” olarak görmeye başlamıştım. Ardından da ünlü Malazgirt Destanı şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’dan bir mektup alınca cesaretim daha da artmıştı. Ondan gelen güzel mektubu Çoruh Nehri’nin coşkun akan sularının kıyısında defalarca okumuştum. O yıl yaz tatilinde trenle İstanbul’a gittim. Erzurum’dan bindiğim trenle İstanbul’a ancak üç günde ulaşmıştım. Akrabalarımla görüşten hemen sonra hâlâ aklımda olan Nuruosmaniye Cad. No 17, Cağaloğlu adresine koşmuştum. Türk Edebiyatı dergisi bu adresteydi. Şansımdan Niyazi Bey oradaydı. Beni çok samimi karşılamış cesaretimi artırmıştı. İstanbul’da kaldığım iki ay boyunca artık her gün dergiye gidiyor, bazen ayaküstü de olsa Ahmet Kabaklı Hoca ile bile sohbet ediyordum. Niyazi Bey bir gün beni Beyazıt’taki Marmara Kıraathanesi’ne götürdü. Kıraathane’nin altındaki kitapçılarla sohbet ettik. Sergilenen eski dergilerden aldık. Sonra da akşama doğu Kıraathane ’de oturduk çay içtik. O sıralar tabii ki Marmara Kıraathanesi’nin öneminden ve oradaki unutulmaz sohbetlerden haberim yoktu. Birkaç yıl sonra Almanya’ya gidip de orada Mehmed Niyazi Hoca ila tanışınca Marmara Kıraathanesi’nin önemini anladım ama iş işten geçmişti. Mehmed Niyazi Hoca Marburg Üniversitesi’nde doktora yapmıştı. O sıralar Almanya’da ne iş yaptığını da bilmiyordum. Sadece tarih, edebiyat ve memleket üzerine sohbet ediyorduk.
Mehmed Niyazi Hoca vefat etmeden galiba bir yıl önce onunla İsam’da karşılaştık. Daha doğrusu dostum Ebulfez Süleymanlı onun oturup çay içtiği yere beni götürdü. Beni tanıdı mı bilmiyorum ama aynı samimiyetle sohbet etti benimle. Onun yazdığı Dâhiler ve Deliler kitabında Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerini de öğrenmiştim artık.
Birkaç hafta önce değerli dostlarım Fethi Gedikli ve Ebulfez Süleymanlı ile Küçük Çamlıca’da bir kahveye gittik. Kahve tipik bir Türk kahvesiydi. Dudaklarında sigara oyun oynayanlar, seslice sohbet edenler, tepsi dolusu ince belli bardaklarla çay servis eden garsonlar… Doğrusu ile bakışta biraz canım sıkılmıştı. Böyle gürültülü, tozlu dumanlı yerlere pek alışık değildim. Ebulfez Bey bizi tanıdık bir simanın yanına götürünce biraz rahatladım. Doktor Aydın Çetiner Bey ile dört-beş yıl önce tanışmıştım. Heyecanlı, konuşkan ve dost canlısı bir insan intibaı uyandırmıştı üzerimde. Bu kez yeniden karşılaşınca onu hiç değişmemiş buldum. Beni tanıdı mı bilmem ama sanki dört- beş yıllık sohbet yarım kalmış gibi konuşmasına devam etti. Fethi Bey’in sınıf arkadaşı Şuay Alpay Bey gelince Aydın Bey konuşmasına ara verdi. Şuay Bey Elazığlıymış. Dedesi Mehmet Kasım Bey Azerbaycan’da milli kahramandı. Özellikle 1920 Gence savunmasında büyük yararlıklar göstermişti. Bolşevikler, onun ve arkadaşlarının savundukları Eldere bölgesine 1931 yılına kadar girememiş ve vergi alamamışlardı. Şuay Bey’le ilk karşılaşmama rağmen hemen ona kanım kaynamıştı. Güler yüzlü ve çok hoşsohbet bir insandı. Haklı olarak dedesi Mehmet Kasım Bey ile gurur duyuyordu.
Kahve yeni gelenlerle doldukça bir hareketlenme başladı ve yan taraftaki salonun masaları peynir, ekmek ve salatalarla donatılmaya başlandı. Masalarda oturanlar yirmili yaşlardan yetmişine merdiven dayamış aksakallara kadar her yaştan insan suspus olmuş bekliyordu. Merakla uzun salonda bir yer bulup oturduk. Orta taraflardan hafif kır saçlı, açık tenli, gamzeli bir adam ayağa kalkarak konuşmaya ve soru dolu bakışlarla etrafı süzmeye başladı. Sonradan bu sıra dışı moderatör Alper Kanca ile tanışınca bir sürü ortak yanımızın olduğu ortaya çıktı. Viyana’da okumuş ve çok iyi derecede Almanca biliyordu. Viyana’dan başlayınca o anlattıkça Herrengasse’deki on dokuzuncu yüz yıldan kalmış kahveler gözlerimin önünde sökün ettiler. Ama o gün kahvede konu Suudi Arabistan’dı. Katılımcılardan birkaç kişi Suudi Arabistan’la ilgili o kadar ayrıntılı bilgiler verdiler ki şaşırmadan edemedim. Tartışma ve sohbet bir saatten fazla sürdü. Sohbet bittikten sonra konuklar oturmaya ve aralarında sohbet etmeye devam ettiler. Ardından bir hayli hacimli ve ciltli kitaplar masalarda görülmeye başlandı. O kitaptan birini de ben kaptım. Kitabın ismi çok basit ama ilginçti.: “Ben de Çay Parası Ödüyorum” Ama kitabın kapağı dikkat çekiciydi. Kapakta kim yoktu ki? Depresif suratlı Dostoyevski ve onun sağ tarafında Viyanalı Alper Kanca müstehzi bir çehre ile oturmuş zilini çalıyordu. Dosto’nun solunda ise garip bakışlı merhum Mehmed Niyazi vardı. O da Dostoyevski’yi sever miydi bilmiyorum. Ne yazık ki onunla bu konuda sohbet edememiştik. Mehmet Niyazi’ni solunda ise Mustafa Kemal Atatürk ile Sultan Abdülhamid omuz omuza oturmuşlardı. Türk tarihinin hep kavga ettirilen bu önemli iki ismi nasıl da güzel bakıyorlardı burada.
Kitabı eve gelir gelmez okumaya başladım. Beş yüz sayfalık bu kitap gerçekten de yakın tarihin bir bölümüne ışık tutacak nitelikteydi ve akıcı diliyle de okunaklıydı. Kitabı hazırlayan Ahmet Uysal ve Ötüken Yayınları bu kitapla edebiyat ve dostluk tarihimizde önemli bir boşluğu doldurmuşlardır. Kitap zaten sohbet havasıyla başlayarak okuyucuyu hemen içine çekmektedir:
“Garson çay servisini bitirdi. Nusret Özcan çayından bir yudum alarak, “Şimdi bu kapıdan Dostoyevski girse tanır mısınız?” diye sordu.
Gerçekten de bu yaz akşamında bir köşede nargile içenler, diğer köşede hararetle memlekete kurtaranlar, hemen karşıda kitabına dalan adam ve durmaksızın çay taşıyan garsonlar o büyük romancı gelse ve “İşte ben geldim,” dese ne yapardı acaba?”
Kitabı okudukça tanıdığım ve tanımadığım onlarca kişi sözleriyle, sohbetleriyle gözlerimin önünde belirdi. Halkımızın bu kadim geleneğini hâlâ yaşatanlar ne güzel insanlardır! Bu güzellikleri acaba geleceğe taşıyan kuşaklar da yetişecek mi diye kendi kendime soramadan edemedim./ [email protected]



 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum