AVRASYA BİRLİĞİ

Yirmi yıl aradan sonra tarihin geri dönüşüne şahit oluyoruz. 1991 yılında sonu ilan edilerek rafa kaldırıldığı iddia edilen “tarih”, kitapta durduğu gibi durmadığını ve oyununu bildiği gibi oynamaya devam ettiğini hepimize yeniden gösterdi

AVRASYA BİRLİĞİ
02 Kasım 2011 - 08:03

Orhan Gazigil

Yirmi
yıl aradan sonra tarihin geri dönüşüne şahit oluyoruz. 1991 yılında sonu ilan edilerek rafa kaldırıldığı iddia edilen “tarih”, kitapta durduğu gibi durmadığını ve oyununu bildiği gibi oynamaya devam ettiğini hepimize yeniden gösterdi. 2008’de küresel kapitalizmin Kâbe’si ABD’de finans merkezlerinin çökmesi, dünya sakinlerinin zihninde her ülkede yaşanabilecek bir ekonomik kriz gibi algılanmaktaysa da tarihin dilinden anlayanlar için başka bir gelişmenin habercisiydi. Uzun zamandan beri çıkmaza girmiş olan dünya düzeni engel olunamayacak bir şekilde çatırdıyor ve kendisine yeni bir mecra arıyordu. Aslında her şey Hegel’in epey zaman önce, ‘’Tarihin öğrettiği en önemli şey halkların ve yönetenlerin tarihten hiçbir şey öğrenmedikleri ve bunlardan alınabilecek derslere göre davranmadıklarıdır’’, şeklinde formüle ettiği insan-tarih ilişkisinin tabiatına uygun olarak seyrediyordu. Kurulan her düzeni saadet çağının başlangıcı, düzenin son demlerini de kıyamet alameti şeklinde algılamak binlerce yıldır yapa geldiğimiz bir şey zaten. Pax Romana’nın sonunun gelmeyeceğini düşünenlerle, ebed-müddet yaşayacağı varsayılan olan Osmanlı Devleti’nin ya da Proleter Sovyet İmparatorluğu’nun ebediyen dünya üzerinde hüküm süreceğine inananlar elbette sadece bunların yöneticileri ve ideologları değildi. Böylesi bir iddiaya içinde yaşayan halkların da buna inandığını söyleyebiliriz. Belki de tam da bundan dolayı, hayattaki en zor eylem halk kitlelerini içinde yaşadıkları düzenin değişebileceğine ikna etmek olduğunu artık görmemiz gerekmektedir.
Nikolai Berdyaev, ‘’Hegel hiçbir ülkede Rusya’daki kadar kariyer yapamamıştır’’, der. Batıcılardan Slavofillere, Sosyalistlerden Avrasyacılara kadar Rus düşünce hayatının serüvenine bakılınca Berdyaev’in bu tespitinin hiçbir mübalağa içermediği çok net bir şekilde görülür. Tarihten ders alma/al(a)mama meselesine gelindiğinde ise Rusların da ancak diğer milletler kadar başarılı (ya da başarısız) olduklarını söyleyebiliriz.

Ortak Hafızayı Unutmamak

1991 yılında Rusya, sosyalizm ideolojisi üzerine kurulmuş olan imparatorluğu kendi iradesi ile tasfiye ederken birçok yorumcuya göre gelecekte daha büyük bir hamle yapmak için bu adımı atmaktaydı. Kitabi sosyalizm ile reel hayatın gerçekleri ve çelişkileri arasındaki uçurum devleti yönetenleri ve aydınları, bu oyunu daha fazla sürdürmenin hiçbir anlamının kalmadığını itiraf etmeye zorluyor ve tarihte eşine pek rastlanmayacak bir yöntem ile imparatorluk kendi kendisini tasfiye ediyordu. Ülkemizin dış politika yapıcılarının o yıllarda bu gelişme karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadıkları ve “Sovyetler yeniden dirilebilir, adımlarımızı dikkatli atalım”, şekline değerlendirmeler yaptıkları malumdur. İdeolojik referansları başta olmak üzere varoluşunu borçlu olduğu değerler sistemi boşa çıkan bir düzenin yeniden dirilmesi elbette söz konusu olamazdı. Onun yerine ikame edilen Bağımsız Devletler Topluluğu ise bir tür ara dönem kuruluşu olarak Birlik’ten ayrılan devletlerin yeni serüvenlerine intibak sürecini sağlıklı sürdürmelerini ve ileride yeniden tesis edilecek entegrasyonun alt yapısını oluşturmayı amaçlıyordu.
Ara dönemden en büyük beklenti, Rusya’nın ve birlik devletlerinin sosyalist ideolojiden ve onun siyasi ve iktisadi zihniyetinden kurtularak dünya piyasaları ile rekabet edecek bir düzeye gelmesi ve liberal ekonomiye geçişin sağlanması idi. Bunun sağlanamaması durumunda ABD ile girdiği silahlanma yarışından ve Afganistan işgalinden büyük hasar görerek çıkan Rusya’nın, Orta Asya’dan, Doğu Avrupa ve Kafkaslar’a kadar bütün bölgelerde nüfuzunu kaybetme tehlikesi mevcuttu. Bağımsız Devletler Topluluğu da tam bu noktada fonksiyonel bir görev icra ediyor ve Sovyet döneminde oluşturulmuş olan ortak siyasi ve kültürel değerlerin muhafaza edilmesini sağlıyordu.

Yeni Bir İmparatorluk Arayışı: Avrasyacılık

Yeni Avrasyacılığın teorisyenlerinden, Aleksandr Dugin Rusya’nın varlığını korumasının tek yolunun Avrasya birliği kurmaktan geçtiğini söylerken kendi ülkesinde bile çoğu yorumcu tarafından hayal görmekle itham ediliyordu. Bu fikrin teorik düzeyde kalmaya mahkûm olduğu ve kimsenin Sovyet yapılanmasını (coğrafi bile olsa) andıran bir birlik kurmaya teşebbüs etmeyeceği düşünülüyordu. Oysa beklenenin aksine bir dönem aradan sonra devlet başkanlığı koltuğuna üçüncü defa oturmaya hazırlanan Vladimir Putin 4 Ekim 2011 günü İzvestia gazetesine yazdığı bir makale ile Avrasya birliğini kurmaya hazır olduklarını dünyaya ilan etti. Kurulması öngörülen birliğin “dünyada yeni bir merkez oluşturmayı’’ hedeflediği ve söz konusu birliğin Avrupa ile Asya-Pasifik bölgesi arasında köprü görevi üstleneceğini” makaleden okuyabilmekteyiz. Metnin neredeyse tamamının dünyadaki iktisadi gelişmeler, birlik kurma çabaları ve Avrasya birliğinin bu süreçte sağlayacağı katkı üzerine kurulduğunu söylemek mümkün. Ama satır araları okunduğunda, dünyanın yeni bir düzen arayışına girdiği ve bu sürece Rusya’nın doğal müttefiki olarak kabul ettiği ülkelerle birlikte girme çabası içinde olduğu açıkça göze çarpıyor. Kazakistan ve Belarus’la başlayacak birlikteliğin kısa bir zamanda birçok BDT ülkesini de kapsayacağı belirtiliyor. Bunların tamamının imkân dâhilinde olduğu ve aslında birliğe dâhil olması muhtemel olan devletlerin bazılarının zaten birleşme beklentisi içerisinde olduğu da biliniyor. Burada esas önemli nokta ekonomik birlik olmanın ötesinde jeopolitik bir güç merkezi olmak iddiasıyla yola çıkan Avrasya Birliği Projesi’nin ideolojik temellerinin nasıl oluşturulacağı noktasında ortaya çıkıyor. Avrasyacılığın hem klasik hem de Neo versiyonunun mutlakıyetçi bir devlet sistemini savunduğu, demokrasi, insan hakları, serbest piyasa gibi kavramları pek ciddiye almadığı biliniyor.
Eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin yabancısı olmadıkları bir ideolojik zemin sunuyor söz konusu bu yaklaşım. Tam bu noktada ise önümüzdeki yıllarda Avrasya Birliği çatısı altına girme hazırlığı yapan ülkelerin, Türkiye ile kurdukları ilişkilerini de yeni bir bakış açısı ile değerlendireceklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Örneğin, bu ülkelerin Türk Dilli Devletler İşbirliği Konseyi gibi Türkiye tarafından öncülüğü yapılan bir teşkilata üyeliklerinden stratejik beklentilerinin ne olduğu ve geleceğin dünyasının bölge ülkelerinin karşısına çıkartacağı meydan okumalara cevap üretme noktasında Türkiye’ye nasıl bir rol biçtikleri ve ne tür beklentiler içinde olduklarının da ayrıca düşünülmesi gerekmektedir. Eğer bu düşünme sağlıklı bir şekilde yapılırsa Türkiye’nin bölgedeki arzu edilen stratejik ve derinlikli gücü daha anlamlı ve muteber bir pozisyona gelecektir.
Mevcut dünya düzeni yıkılıp yeniden kurulmayı beklerken Rusya, içinde bulunduğumuz bölgeyi de derinden etkileyecek bir adım atmaya hazırlanıyor. Bu adımın başarı şansını tahmin etmek ve getirilerinin ne olacağını kestirmek şimdilik güç olabilir ama Hegel’in, yazının başında “tarihin tekerrürü” ile ilgili sözlerini aklımızda tutarak “Avrasya Birliği Projesi’nin” nasıl bir seyir izleyebileceğini az çok tahmin edebiliriz.

milat gaz.


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum