Yusuf Mesut KİLCİ yazdı: Mehmet Kaplan

Mehmet Kaplan H.1331/M.1915 tarihinde Eskişehir ili Sivrihisar ilçesi Hacı Veys mahallesinde doğdu. Babası Halil İbrahim Bey zengin bir esnaf çocuğu, annesi Fatma Hanımdır.

Yusuf Mesut KİLCİ yazdı: Mehmet Kaplan
29 Ağustos 2018 - 07:51

MEHMET KAPLAN

(D.1915/ Ö.1986)

 

A.Hayatı

Mehmet Kaplan H.1331/M.1915 tarihinde Eskişehir ili Sivrihisar ilçesi Hacı Veys mahallesinde doğdu. Babası Halil İbrahim Bey zengin bir esnaf çocuğu, annesi Fatma Hanımdır. Babası tarafından okutulmayan ve bir meslek sahibi yapılmayan Halil İbrahim Bey seferberlikte askere alındı. Mehmet Kaplan babası askerde iken doğdu. Babası askerde iken Sivrihisar Yunanlılar tarafından işgal edildi.(l4 Ağustos 1921)

İşgal kuvvetlerine sessizlik içinde direnen Sivrihisar halkının tavrı Mehmet Kaplanın bütün ömrü boyunca unutamadığı ilk hayat tecrübeleridir.” Eskiye gidildikçe bu günün manasını daha iyi anlıyorum. Hatırlamada diriltici bir mana var. Tekrar Sivrihisar’daki çeşmede çocukken başımı yıkarken göğsümde soğuk suyun ciğerlerimde uyandırdığı derin menevşeli nefesini alıyor gibi oluyorum. Sivrihisar; Orayı uzaktan şöyle görüyorum. Bulutsuz mavi bir göğün altında çıplak, siyah, sivri, volkanik bir dağ eteğinde düzlüğe kadar inen bir kasaba. Sonra göz alabildiğine çıplak, sarı düzlük… Benim kafamda Sivrihisar, Yazıcıoğlu kalesi, saat kulesi ile Debboy denilen askeri depolar arasıdır… Bir gün: bir bayram sabahı, bu pencerelerden hepimiz dehşet ve korku içinde askeri debboyun alev, alev yandığını, Yunan askerlerinin şehre doğru geldiklerini görmüştük. Babam yoktu. Askere alınmıştı. Evde annem, ablam ve ben vardık. Hemen aşağı inmiş, dış kapının arkasına kalın bir hatıl dayamıştık Yunanlılar içeriye girmesin diye. Fakat onlar yinede gelmişler.”Mehmet, Mehmet” diye bağırarak beni çağırmışlardı. Bu şüphesiz bir vehimdi, Anadolu’da çocukların çoğunun adı Mehmet olduğu için, bana ben çağrılıyormuşum gibi geliyordu. Bizden yumurta istemişlerdi, vermiştik. Yandaki komşuda bir ihtiyarı boğazlayarak öldürdüklerini hatırlıyorum. Bu yıllar, korku ve dehşet yılları idi… Hükümet konağını yakmışlardı. Biz çocuklar bu yangına atılarak, kocaman, kocaman kâğıt ve defterler kurtardık… Bir gün baktık ki, Yunanlılar gitmişti. Bu bütün şehrin yaşadığı elemin, büyük bayram günüydü. Bütün evler, bütün sokaklar temizlenmişti. Yerler sulanmıştı. Her yerde ay yıldızlı kırmızı bayraklar, bir zafer çığlığı gibi uçuşuyordu. Bütün çocukların elinde, dükkânlarda binlerce küçük bayraklar vardı.”[1]

Mehmet Kaplan hayatı boyunca çocukluk yıllarını hatırlayıp, Sivrihisar’da geçirdiği günlerin özlemini çekmiştir.

 

Ufukta bir ölüm pençesi gibi yağmur

Karanlık dallarıyla açıldığı zaman

Uzak bir garnizonda çalınan borazan

Bozkır ıssızlığla kalbimi doldur.

 

Sakin bir hasret gibi serpilen serinlik

Beklemediğim köşelerden dağılan nur

Dost maddenin içinde, tehlikeli fizik

Mavi kıvılcımıyla pencereme vurur.

 

 

Beni eski evime götür Tanrım n’olur

Yumuşak dizine annemin tekrar ilet

Orada her şey tatlılık, merhamet, huzur.

 

Beyaz minare, Kurşunlu Camii

Ve akşam güneşe bakan altınoluk

Yağmurda yaz rüyası gören mesut çocuk.[2]

 

“Dedem ve babam dini kitaplarla halk hikâyelerini okurlardı. İlkokulda iken sarı kâğıtlı, taş basma, acem yazılı halk hikâyelerini bende okudum. Kasabamızdaki evde sözlü olarak yaşayan zengin bir halk kültürü vardı. Nasreddin Hoca, Yunus Emre Sivrihisarlı oldukları için kadınlar bile onların fıkra ve şiirlerini bilirlerdi… Onlar halk hikâyeleri ve şiirleri beraber, bizim ev, kasaba kültürünün tanıdık simaları idiler. Çevreden gelen bu halk kültürünün bende edebiyata karşı büyük ilgi uyandırdığına kaniyim. Ben Yunus Emre’nin, Nasreddin Hoca’nın Sinan Paşa’nın hemşerisiyim.”[3]

Dedesinin ”Servetim oğluma da, torunuma da yeter.”tahmini doğru çıkmadı. Aile büyük bir sıkıntıya düştü. Babası savaştan döndükten sonra bir dükkân açtıysa da başaralı olamadı. Annesi Fatma Hanım oğlu Mehmet’e ve ondan birkaç yaş küçük kızına bakmak için büyük sıkıntılar çekti.

“Yunus bir uçurumda yatar, O’nun yattığı yere tepelerden inilir. Gece yarısı yaylı araba, korkulu yollardan sarsıla, sarsıla düşerken, uzakta, ta derinlerde bir ışık gösterdiler: İstasyon dediler. Yunus’un türbesi onun yanındadır.

Çocuk gözlerimle ona baktım ve ürperdim. Kulaklarımda bir efsanenin uğultusu vardı. Dağlar, taşlar manasını bilmediğim bir ilahi söylüyorlardı. Köye yerleştikten sonra, uçurum, Yunus, İstasyon ve ben birbirimize kaynaştık. Zamanla orkestramıza daha başka seslerde karıştı…

Gece, ellerimizde ayran bakraçları, trene çıkardık. Issız bozkır karanlığında, seyyar ışıklı saraylar gibi, birden karşımızda duruveren vagonlar bizi büyülerdi. Pencereden, uyku içinde donmuş veya rüyadan bakar gibi çehreler uzanır, ölü gözler ile soğuk boşluğu yoklar, tekrar kayıtsız içeri çekilirdi. Bir şey görmezlerdi. Orada uçurumun içinde, Yunus’un ve bizim bulunduğumuzu fark etmezlerdi. Nereden fark edeceklerdi? Etseler ne yapacaklardı sanki?

Bu aydınlık, masal kâşaneleri uzaklarda eriyince, biz yine mağaramıza dönerdik: Kerpiç damlarımıza, uykularımıza, hastalığımıza ve sefaletimize, Yıllar var, bu uçurumdan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Arabalar, evler, istasyonlar, şehirler, mektepler kitaplar ve insanlar beni uzun bir vadiden geçirdiler. Bu vadide asırlarca yürümüş gibiyim. Bir daha dönmedim.

Bir daha oraya dönmedim. Fakat uçurum benimle heryeri dolaştı. Ne zaman içime baksam, karşıma onun karanlık boşluğu, titreyen istasyon ışığı, Yunus, köylüler ve Porsuk çıkar milyonlarca sivrisineğin yüzüme hücum ettiğini hissederim.

Yıllar var, büyük, sonsuz karışık bir labirentin içinde çıkacak bir yer bulmak için uğraşıyorum. Zaman zaman içimdeki uçurum beni çağırır ve “çıkış yeri benim” der. “Haydi, atlayıver, korkma! “ ve kalbim kendi kendine şöyle söylenir: Bir yaylıya binsem, kırbacı elime alsam, atlara deh! Desem, yollardan geri dönsem, o mukaddes uçuruma insem…”[4]

Mehmet Kaplan l923–1928 yılları arasında ilk tahsilini Sivrihisar’da tamamladı. İlkokuldan sonra fırıncı, kunduracı çıraklığı yaptı. Sivrihisar’dan Eskişehir’e göç ettiler. Çocukluğunun bu fakirlik günlerinde gündüzleri çıraklık, geceleri Eskişehir istasyonunda ekmek simit, süt, salep satarak ailesinin geçimine yardım için çırpındı. Eskişehir lisesinde ortaöğrenimini bitirdi. Aralarında Ömer Lütfi Barkan’ın ve edebiyat öğretmeni Cemal Duru’nun bulunduğu değerli öğretmenlerden ders gördü ve etkilendi. Askeri Tıbbiye imtihanı kazanmasına rağmen Yüksek Muallim Mektebi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü tercih etti.

İsimlerini lisede duyduğu ilim adamlarını üniversitede tanıdı. Fuat Köprülü, Ali Nihat Tarlan, Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken, Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Kilisli Rıfat… Reşit Rahmeti Arat henüz ikinci sınıfta iken öğrencisi Mehmet Kaplanı bir bursla Almanya’ya gönderdi.(1936) Fransızca öğrenirken tanıştığı Alain O’nun ömür boyu okuduğu bir yazar, kendi ifadesiyle bir mürşid oldu.

Mehmet Kaplan Almanya dönüşü Eşrefoğlu Rumi-Hayatı ve eserleri çalışması ile ihtisas, Emir Sultan üzerine hazırladığı mezuniyet tezi ile üniversiteyi bitirdi.(1939) Fuat Köprülü onu asistan adayı olarak aldı. Köprülünün üniversiteden ayrılmasından sonra Ahmet Hamdi Tanpınar’ın asistanı oldu. Namık Kemal, Hayatı ve Eserleri adlı tezi ile edebiyat doktoru unvanını aldı.(1942)Tevfik Fikret ve Şiiri ile de Doçent oldu.(1944),Behice Moyuncur ile evlendi. Fransa’ya gitti ve bir yıl Sarbonne Üniversitesindeki derslere konferanslara devam etti.(1949) Şiir Tahlilleri 1 (Akif Paşadan- Yahya Kemal’e.1953) yayımladı. Bu eserle profesör oldu.(1953) İstanbul İktisat Enstitüsünde Edebiyat Meseleleri konulu dersler verdi.

Mehmet Kaplan Erzurum Atatürk Üniversitesi kurucuları arasında yer aldı. Edebiyat Fakültesi dekanlığı, rektör vekilliği, yardımcılığı görevlerinde bulundu. Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türkoloji bölümü seviyesinin bu günkü hale gelmesinde onun büyük katkısı vardır. Ahmet Hamdi Tan pınarın vefatı(1962)ile Yeni Türk Edebiyatı bölümü başkanlığına getirildi. İstanbul Üniversitesi Senato üyeliği(1973),Türkiyat Enstitü Müdürlüğü (1974–1983)görevlerinde bulundu.

Kültür Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı tarafından kurulan birçok komisyonda görev yaptı. Basın ilan kurumu genel kurul üyesi seçildi.(1967) Türkiye Milli Kültür Vakfınca Milli Kültüre şeref madalyası verildi(1981) Atatürk, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Yüksek Kurul üyesi seçildi.(1983) Yaş haddinden emekli oldu.(1984) Vefat edinceye kadar yurt dışı ve yurt içinde ilmi konferanslar verdi, çalışmalarda bulundu. Son olarak Marmara Üniversitesi Fen –Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans ve lisansüstü dersler verdi.(1986) İstanbul’da vefat etti. Kabri Karaca Ahmet mezarlığındadır.

B. İlmi Kişiliği

Mehmet Kaplanın ilk yayınlanan eseri ”Manzara” adlı şiiridir. Şiir yazma tutkusunun şiirlerini yayınlamasa da onda devam ettiği hatıralarından ve mektuplarından anlaşılmaktadır. Şiirin yanı sıra roman ve hikâye denemeleri de vardır. O’ iki alanda tanınmaktadır. Araştırma, inceleme ve denemeleri.

Mehmet Kaplan kendisi eser neşrettiği gibi, öğrencilerinin de eser neşretmelerini de daima teşvik etti, onlarla ortak çalışmalar yaparak bizzat kendisi örnek oldu. Yeni Türk Edebiyatı araştırmalarında da biyografik çalışmalara ağırlık vermesi bu alandaki boşluktan kaynaklanmaktaydı. Deneme O’nun kafasındaki düşünceleri yazıya dökme çabasıdır. Kendisini hür hissettiği bu denemeler Mehmet Kaplan’a geniş bir şöhret kazandırdı. O’denemelerine hayran olduğu mürşidi Alain’in tavsiyesine uyarak daima “yazarak düşünmüş” ve denemeyi bu amaçla kullanmıştır. Denemelerinde Nuri Hisar, Nuri Tahran, Ruhi Çınar, Osman Selçuk, K.Domaniç gibi takma adlar kullanmıştır.

Büyük şair Fuzuli, ünlü Leyla vü Mecnun mesnevinde yalnız Mecnuna değil, Leyla’ya yer vermiştir. Eserin adı da bunu gösterir. Hatta Leyla adını başa almasından daha çok önem verdiğini ileri sürmekte mümkündür…[5]

Karacaoğlan fakir ama içi sevgi ile dolu ve o,bu sevgi ile tabiatla anlaşmasını biliyor. İşte Karaca oğlanın ve genellikle diğer halk şairlerinin eserlerini güzelleştiren iki unsur; sevmek ve tabiatla anlaşmak: Bunlar yoksulluk ve yalnızlığın acısına güneş ışıklarından daha saf bal katar.

Zavallı Karaca oğlan bu fakirlik içinde derviş olmak istiyor. Zira dervişlik, fakirlik ve âşıklığa çok yakındır. Bundan dolayı Halk edebiyatı ile Derviş(Tasavvuf) edebiyatı birbirlerine çok benzerler…[6]

Fikret, ilim ve tekniğin dünya’yı değiştireceğine mutlak şekilde inanmıştı ve bunda haklıydı. Osmanlı Devletinin ilim ve fen sahasında geri kaldığı için yıkılacağını da üzülerek haber vermişti. Fakat Fikret ilim ve fennin dünya’yı cennete çevireceğini söylüyordu ki, bunda yanılmıştı. İlim ve fen dünya’yı cennete çevirmemiş, zehirlemiştir. İlim ve fenne dayanan savaş silahlarının sayısı ve tesiri arttıkça ölenlerin sayısı da artmıştır.

Fikret’i yanıltan ilim ve fenni tek kıymet olarak görmesidir. İlim ve fenni ileri götüren Avrupa’yı aldatan da budur. Avrupalı ilim ve fenne dayanarak sömürgeci ve kapitalist, yani zalim olmuş ve karşısında, ezilen insanın çıplak ruhunu Gandhi’yi ve Akif’i bulmuştur.

Akif, ilim ve tekniğin faydasını inkâr etmez. Safahat, ilim ve tekniği yücelten beyitlerle doludur. Akif atomun “maddenin kuvve-i zerriyye “sinin dünya’yı değiştireceğini, Türkiye’de herkesten önce gören ve söyleyen biridir. Fakat Akif kuvvetli imanıyla ilim ve tekniğin yetersizliğini de fark etmiştir. Ruh, maddeden apayrı kanunlara tabidir. Ruhun kanunu sevgi ve adalettir. Bütün dinler bu büyük hakikate dayanırlar. Bilhassa İslamiyet yüce “Hak” kavramı ile toplumların adalet ve kanuna dayanması gerektiğini yüzyıllarca önce haber vermiştir. Anadolu’nun büyük evliyaları, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bayram Veli zulme karşı adaleti, kibir ve nefrete karşı sevgiyi savunmuşlardır…

Türkiye, bugünkü merhaleye çok acı tarihi tecrübelerden sonra gelmiştir.”Millet” denilen sosyal varlığın önemini bize Ziya Gökalp anlatmıştır.”Milli devlet” fikri ne Tevfik Fikret ne de Mehmet Akif”te vardır. Tevfik Fikret kendisini ”insaniyetçilik” denilen ütopiye, Mehmet Akif ise onun kadar değilse bile, yinede sağlam esaslara dayanmayan ”ittihad-ı İslam idealine kaptırmıştır.[7]

Mehmet Kaplan, şahsiyeti, fikirleri ve eserleriyle Türk Kültür ve fikir adamı ve araştırıcıdır. Yazarak düşünmeyi bir alışkanlık haline getiren ve her sabah adeta jimnastik yapar gibi yazı yazan,öğrencilerine daima “yazarak düşünün” tavsiyelerinde bulunur.”Ben okurken yaşadım,yani değiştim.” der.”Edebiyata psikolojinin,stilistiğin,estetiğin metotlu bir şekilde tatbikini denemek zamanı çoktan geldi.Sosyolojik ve tarihi metot bana kafi gelmiyor. Ben bilhassa eseri, bünyeyi, ruhu yakalamak istiyorum. Divan şiirinde tarihi unsurundan ve maznundan daha başka kıymetler var.”Görüşünü savunuyordu.

Mehmet Kaplan edebiyatta ideolojik yaklaşımlara şiddetle karşıdır. ”Millete, sanata, ruha değer veren bir cereyan meydana getirmek iyi olurdu.”, “Irkçı değilim. Coğrafya ve reel sosyal şartlar bana artık yalnız raflarda kitaplarda yaşayan tarihten daha mühim görünüyor, Dünya’yı zıt kutuplara ayırmak ve onlar arasındaki uyuşmazlığı belirtmek günümüz ideolojilerinin çoğunda vardır.”

Tanzimat sonrası Türk edebiyatı tarihine inceleme ve araştırmalarıyla tanındı. Metne dayalı, çağdaş psikolojinin verilerinden yararlanarak kişilikle edebiyat yapıtı arasındaki ilişkileri araştıran, karşılaştırmalı bir eleştiri anlayışıyla sanatta estetik ve buluşcu nitelikleri savundu.[8]

Bütün kazançları hiçe sayan yeni şiir tarzının eskiyle bağlarını koparma eğilim -lerine karşı çıkıyordu. Fuzuli, Baki, Nedim, Tevfik Fikret, Yahya Kemal v.b şairlerin şiirlerinden yola çıkarak belirgin özellikleri yansıtmaya çalıştı. Bu şiirlerinde ilk öğe durumunda görünen kim kavramları felsefi açından değerlendirerek şairin felsefi dünyasını etkileyen akım ve kişileri göstermek istedi. [9] Otuz beş yaş şiirinde Cahit Sıtkı kendi, kendisini konu alarak ele alıyor. Aynada uzun uzun kendisini seyrediyor, çehresinin zamanla nasıl bozulduğunu üzülerek görüyor. Dünya dostları ile olan münasebetlerinin değiştiğini fark ederek, hafif acı bir alay ile hayatın faniliğini ve ölümü düşünüyor. Bu anlayış bütün Türk Edebiyatın da vardır. Yunus Emre ölümden, Allah fikrine ve ahirete gider. O’nun için ölüm ebediyete açılan bir kapıdır.”Ölümden ne korkarsın, korkma ebedi varsın ” diyen Yunus sağlam bir inançla ölümü aşar. Yunus’u üzen ölüm değil, yeryüzündeki hayattır. Zira ölüm ebedi sevgiliye kavuşmaktır.

Cumhuriyet devri edebiyatında, Peyami Sefa, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi bazı şahsiyetler insanı derinlik psikolojisi ve metafizik açılardan ele almaya çalışmışlardır. Cahit Sıtkı gençlik yıllarında bu sanatların tesiri altında kalmıştır.

Cumhuriyet devri tiyatro yazarları arasında tarihe dramatik ve trajik açıdan bakanlar yetişmiştir. Bunlardan dikkate değeri, geniş seyirci kitlesinin IV. Murat oyun ve filmi ile tanıdığı Turan Oflaz oğludur. Görüş sahası çok geniş olan Turan Oflazoğlu. IV. Murat’ın dışında Osmanlı tarihine ait daha birçok şahsiyetin kaderini oyun konusu yapmıştır. Bunlardan sonuncusu, Harbiye şehir tiyatrosunda oynanmakta olan III. Selim piyesidir.

Osmanlı Devletinin çöküş yıllarında yaşayan bu kültürlü, iyi kalbli, sanatkâr, yenilik taraftarı hükümdarın hayat macerası kendiliğinden trajiktir. Fakat tarihin kendiliğinden trajik olması, onun kolayca sanat eseri haline gelmesi için yeterli değildir. Tarihte diğer konular gibi sanatçı için işlenecek bir malzeme, taş demir veya ağaçtır. Bir sanat eserini güzel ve çekici yapan, onun konusu veya malzemesi değil, yapısı ve işleniş tarzıdır.[10]

Yaşanılan bazı hayat tecrübeleri vardır ki, hiç unutulmaz. Aradan yıllar geçtik ten sonra bir tembih veya bir çağrışım onları olduğu gibi diriltir. O vakit iki zaman birden yaşanır. Hali hazır ve geçmiş. Bu iki zaman beraberlerinde, birbirlerine zıt veya biri birine benzer unsurları yan yana getirirler. Sevinç ile keder birbirine karışır. Çağdaş yazarlar bu ”zaman karışımına”  dayanarak, hayatın çeşitli yönlerini verme imkânı bulmuşlardır.

Sevinç Çokum’un hikâyesi de bu “zaman karışımı” esasına dayanıyor. Hali hazırda bir çocuğun doğumu bekleniyor. Yaşlı kadın bundan yıllar önce, evinin yukarı odasında oğlunun doğumunu hatırlıyor. Bu hayatın mesut anıdır. Yeni doğan çocuğun soluklarına sokulup bir uykuya dalışını hala hatırlar.

Yeniden bahar olsa… Komşuların sıcak gülüşüyle aydınlansa odalar… [11]

Dil konusunda Türkçe, Öz Türkçe çatışmalarında taraf olarak her kelimenin asırların kültür mirasını taşıdığını ısrarla telkin etti. O’nun özellikle çevirilerde, kavramları karşılamak bakımından ihtiyaç duyulan yeni kelimelerin, terimlerin yapılmasına karşı olmadığını belirtmek gerekir.

Mehmet Kaplan geleneksel edebiyatımızın üzerindeki araştırmalarıyla olduğu kadar Çağdaş Türk Edebiyatı ile ilgili incelemeleriyle de dikkati çekmiş ve özellikle, sanatı daha muhafazakâr açıdan ele alan edebiyat çevrelerinde çok etkili olmuş bir edebiyat tarihçisi ve eleştirmenidir.[12]

Mehmet Kaplan; Hareket dergisinden Varlık dergisine, Hisar dergisinden Yol dergisine, Türk Edebiyatı dergisinden Yenilik dergisine, Milliyet gazetesinden, Tercüman gazetesine kadar birçok dergi ve gazetede yazılar yazmıştır.

 

C. Eserleri

a)      Deneme;

1)Nesillerin Ruhu

2)Büyük Türkiye Rüyası      

3)Edebiyatımızın içinden

4)Kültür ve Dil

5)Sevgi ve İlim

 

b)     İnceleme, araştırma;

1)Tevfik Fikret ve Şiiri

2)Namık Kemal, Hayatı ve Eserleri

3)Şiir Tahlilleri l-ll

4)Tan pınarın Şiir Dünyası

5)Yunus Emre‘ye göre Zaman-Hayat ve Varoluşun Manası

6)Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar I.II. III

7)Hikâye Tahlilleri 8)Türk Milletinin Kültürel Değerleri

8) Türk Milletinin Kültürel Değerleri

9)Oğuz Kağan Destanı

 

---------------- O -----------

 

KAYNAKLAR

1.Aldan, Mehmet; Mektuplarıyla Mehmet Kaplan, Türk Dili Dergisi sayı,414 Haziran

1986

 

2.Çınarlı, Mehmet; Sanatçı Dostlarım, İstanbul 1979

 

3.Gölpınarlı, Abdülbaki; Yunus Emre Divanı İstanbul 1943.

 

4.Enginün, İnci-Kerman Zeynep; Mehmet Kaplan, Hayatı ve Eserleri İstanbul 2000

—Mehmet Kaplandan seçmeler I Kültür ve Turizm

—Bakanlığı yayınları Ankara 1993

 

5.Kaplan, Mehmet; Tevfik Fikret İstanbul 1971.

—Nesillerin Ruhu İstanbul 1978

—Edebiyatımızın içinden 1978

             —Fikret, Akif ve Ziya Gökalp, T.E.D sayı 36 Aralık 1974

—Hikâye Tahlilleri, İstanbul 1979

—Oğuz Kağan Destanı, Dergâh yayınları İstanbul 1979

—III. Selim, Kılıç ve Ney; Tercüman Gazetesi,12 Aralık 1983

 

6.Kerman, Zeynep-Enginün İnci; Mehmet Kaplan, Aliye Mektuplar İstanbul 1992

—Mehmet Kaplan için T.K.A.E Yayınları İstanbul 1988

 

7.Kerman, Zeynep; Mehmet Kaplan, Hayatı ve Eserleri 1984 İstanbul

—Kaplan Hoca ve Çocukluğu T.E.D sayı 209 Mart 1991

 

8.Keskin, Orhan; Bütün Yönleriyle Sivrihisar, Bayrak Matbaası 2001 İstanbul

 

9.Kurdakul, Şükran, Çağdaş Türk Edebiyatı, Bilgi yayınevi (İkinci baskı) Ankara 1992

 

10.Mehmet Akif; Safahat, İstanbul 1928

 

11.Okay, M.Orhan: Mehmet Kaplandan Hatıralar, Mektuplar Türk Edebiyatı Dergisi sayı 333.Temmuz 2001.

 

12.Parmaksızoğlu, İsmet; İbn Batuta Seyahatnamesinden seçmeler İstanbul 1971.

 

13.Sadettin Nüzhet; Cenab Şahabettin, İstanbul 1934

 

14.Tanpınar, Ahmet Hamdi; Şiirler, İstanbul 1961

 

15.Uçman, Abdullah; Mehmet Kaplan’a Armağan, İstanbul 1984

 

 

 

[1] Keskin,Orhan ; Bütün Yönleriyle Sivrihisar,Bayrak Matbaası, İstanbul 2001, s.335-343

[2] Oktay Ahmet;Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (1923-1950),Kültür Bakanlığı yayınları Ankara 1993,s.907-918

[3] Kerman ,Zeynep;Mehmet Kaplan,Türk Edebiyatı Dergisi 1991

 

[4] Kaplan, Mehmet; Nesillerin Ruhu, İstanbul 1978. s.275–277

 

[5] Kaplan, Mehmet; Edebiyatımızın İçinden, İstanbul 1978.s.30–33

[6] Kaplan, Mehmet; a.g.e s.39–42

 

[7] Kaplan, Mehmet; Fikret, Akif ve Ziya Gökalp, Türk Edebiyatı Dergisi sayı 36 Aralık1974,s.6–8

[8] Özkırımlı, Atilla; Türk Edebiyatı Ansiklopedisi Mehmet Kaplan Maddesi.(Beşinci baskı) Cem yayınevi İstanbul 1990 c.3,s.717

[9] Kurdakul, Şükran; Çağdaş Türk Edebiyatı, Bilgi Yayınevi  (İkinci baskı) Ankara 1992 c.4 s.212–214

[10] Kaplan, Mehmet; lll. Selim Kılıç ve Ney; Tercüman Gazetesi,12Aralık 1983

[11] Kaplan, Mehmet; Hikâye Tahlilleri, İstanbul 1979.s.361–363

[12] Enigün, İnci, Kerman Zeynep; Mehmet Kaplandan Seçmeler I Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları Ankara 1993 s.907–918

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum