Türk Yönetim Düşüncesinin Arka Plânı - Oğuz ÇETİNOĞLU

Türk Yönetim Düşüncesinin Arka Plânı - Oğuz ÇETİNOĞLU
05 Temmuz 2022 - 18:51

Oğuz Çetinoğlu: Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı uzmanısınız. Türk Yönetim Düşüncesinin Kültür Arka Planı’nda neler var?

Prof. Dr. Feyzullah Eroğlu: İkinci Göktürk Devleti’nin, kendi zamanına göre çok gelişmiş bir yönetim bilincini temsil eden Türk yönetim düşüncesinin dayandığı temel ilke ve kuralların arka planında, hiç şüphesiz böyle bir yönetim kültürünün oluşumuna imkân ve fırsat hazırlayan uygun bir kültür ortamı vardır. Bu çerçevede, Türk yönetim düşüncesinin şekillenmesine yol açan ve çağdaşı olan diğer toplumların kültüründe pek bulunmayan husus, ancak Türk kültür bileşimine özgü olan bir kısım önemli kültür kodları ve sosyal davranış kalıplarının varlığıdır. Gerçekte, Türklerin zihniyet temellerinde ve evren tasavvurlarında öyle kültür kurum ve kodları olmalı ki bunların sâyesinde yönetim ilke ve kuralları, yönetim faaliyet ve ilişkilerinde kendine uygun bir kültür zemini bulmuş olsun.  Türk yönetim düşüncesindeki, ‘kut-töre/adalet’, ‘bilgelik’, ‘istişâre’ ve ‘direnme ahlâkı’ gibi, son derece özgün bir yönetim bileşimini yaratan Türk kültür kodlarını şu iki temel varsayım üzerinden izah etmek mümkündür.

Bunlardan birincisi, Türk mülkiyet ilişkilerinde belirli bir sermaye sınıfının, dolayısıyla aristokrat bir sınıfın bulunmayışıdır. İkincisi, yönetim ilişkilerini paylaşacak veya etkileyecek bir din adamı, yâni ruhban sınıfının bulunmayışıdır.

Çetinoğlu: Bu hükme nereden varılıyor?

Prof. Eroğlu: Çünkü gelmiş geçmiş bütün yönetim sistemlerinin, kendi genel prensiplerine göre işlemesinin önlenmesinde ve adâlet içerisinde dengeli bir yönetim uygulamasının sağlanmasında en büyük engelleyiciler, çoğunlukla bu iki sınıfın yönetim mekanizmalarına karşı yaptıkları haksız müdâhaleler sebebiyle ortaya çıkmıştır.

Çetinoğlu: Sözünü ettiğiniz iki temel varsayımla alakalı tespitlerinize geçebilir miyiz?

Prof: Eroğlu: Türk Mülkiyet Sistemi ve Sermaye Sınıfının Yokluğu bahsinden başlayalım:

Göktürk yönetim düşüncesinin en önemli niteliği, yönetimi temsil eden her seviyedeki yöneticilerin, görevleri kapsamındaki yönetime dâir yetki ve sorumlulukları yerine getirme çalışmaları sırasında, kendilerini olumsuz ve tarafgir bir şekilde etkileyebilecek belirli bir sermaye sınıfının olmayışıdır. Yönetim ve organizasyon faaliyetleri, bir taraftan zayıf ve fakir kesimlere göre çoğunlukla güçlü ve egemen sınıfların ilgilendikleri faaliyetler olurken, diğer taraftan da güçlü ve egemen sınıfların lehine gerçekleştirilen etkinlikler olmaktadır. Servet ve mülkiyet sâhiplerinin, sosyal sınıf konumlarını daha fazla pekiştirmek ve sermâye güçlerini daha fazla artırmak için başvurdukları en etkili ideolojik aygıt, çoğunlukla yönetim ve örgütlenme faaliyetleridir. Pratik olarak ‘sermaye’ ve ‘yönetim’ olgularının, birbirleriyle bu denli içli-dışlı olmaları, sermâye sınıfının yönetim mekanizmaları üzerinde, kendileri lehine ancak diğer sosyal sınıf ve gruplar aleyhine çok büyük bir baskı ve tahakküm yaratma ihtimalini artırmaktadır. Bu çerçevede, yönetim uygulamaları sırasında sermaye sınıfının baskısı sonucunda yöneticiler, bu sınıfın ekonomik ve mâlî gücünün etkisi altında kalabilmektedirler. Bütün zamanlardaki rüşvet, torpil, kayırmacılık, yolsuzluk gibi ekonomik temelli suçların bir kısmında, maddî durumu iyi olan kişi ve grupların, mevcut meşru yönetim uygulamalarını olması gereken mecrâdan çıkartmalarında etkili bir rol oynadıkları bilinmektedir. Ayrıca, yönetim mekanizması içerisinde bir şekilde yer alan çalışanların, aldıkları karar ve uygulamalar ile bir şekilde zengin veya servet sâhiplerine yakın olma ve görünme eğilimi içerisinde bulunmaları çok görülen yönetim davranışları arasındadır.  Yönetim târihi itibâriyle sermâye sınıfı ile yönetici sınıf arasındaki işbirliği ve dayanışma, her zaman olagelmiştir. Ancak, bu ilişkilerin diğer sosyal sınıf ve grupların aleyhine bir istikamet kazanması, yönetim mekanizmasını ve özellikle üst düzey yöneticilerini sermayenin birer işbirlikçisi konumuna getirmiştir.

Çetinoğlu: Göktürklerde mülkiyet hakkı ile alâkalı olarak neler söylemek istersiniz?

Prof. Eroğlu: Göktürklerin sosyal ve ekonomik hayat tarzını şekillendiren mülkiyet ilişkileri, ne tamamen kamu mülkiyetine, ne de tamamen özel mülkiyete dayanmaktadır. Türk mülkiyet sisteminde, kimin elinde olsa onların toplumun diğer kesimleri üzerinde tahakküm kurmalarına vesile olacak kadar büyük mülkiyet ve servet kaynakları, toplum adına işletilmek kaydıyla kamu mülkiyetinin kontrolündedir. Bu mülkiyet, toplum için çok önemli fedakârlık ve katkı yaratmış olan ailelere geçici olarak verilir. Çeşitli zaman dilimleri içerisinde bu kaynakları en verimli ve üretken şekilde işletecek aileler arasında münâvebeli/değişimeli olarak kamu mülkiyetine bağlı servet edinmek suretiyle sürekli ve sâbit bir sermaye sınıfının ve aristokrat bir kesimin oluşumu önlenmiş olurdu. Kimin elinde olsa onların zenginleşmesine değil de sâdece çağının bir orta sınıf oluşmasına imkân verecek miktardakı mal ve mülk ise özel mülkiyete konu olmaktaydı. Ayrıca, Göktürklerin kültür sisteminde, sürekli ve sâbit bir zengin tabaka oluşumunu önlemek üzere, ‘paylaşımcı savaş ganimet sistemi’,  ‘dağıtımcı toy’, ‘ülüş sistemi’ ve tarımda ‘başakçılık’ gibi yardımlaşma gelenekleri mevcuttur. Göktürkler, böyle bir kamu- özel mülkiyet dengesi ile son derece paylaşımcı ve dayanışmacı bir düzen içerisinde, sosyal ve iktisâdî mânâda paylaşma ve dayanışma esasına dayanan toplumcu bir düzen yaratmışlardır. Hakan-yönetici önderler, toplumda onların irâde ve kararlarına olumsuz anlamda tesir edecek bir zengin sınıfının olmaması sebebiyle asıl yönetim sorumluluk ve yükümlülüklerini yerine getirme sırasında, tamamen töreye uygun yâni adâlet ve hakkaniyet içerisinde davranma serbestliğine ve rahatlığına sâhip olmuşlardır.

Çetinoğlu: Bu sistemin sağladığı faydalar nelerdir?

Prof. Eroğlu: Türk yönetim düşüncesinde ‘sınıfsız yapı’ dolayısıyla yöneticiler bakımından ‘kut-töre/adalet’, ‘liyakat ve ehliyet’, ‘danışma ve katılımcılık ahlakı’ gibi ilkelerin varlığı gerçekleşebilmektedir. Buna karşılık, yöneticiler gibi yönetilenlerin de ayrıca güçlü ve egemen bir sermâye sınıfının tasallut ve tahakkümü altında olmadığı bir ortamda ancak ‘direnme ahlâkı’ yeşerebilmektedir. Bu durumda, adâlet ve ahlâkın bütün sosyal süreçlerin ve en fazla da yöneticilerin sâhip olmaları gereken nitelikler olmasının teminatı için sınıfsız ve imtiyazsız bir sosyal yapının varlığı mecbûrîdir. Eski Türklerdeki mülkiyet sisteminin temel esası, çoğunlukla birey-toplum dengesine dayanması ve kimin eline geçse, toplumun diğer kesimleri üzerinde baskı ve tahakküm kurma potansiyeli olan, başta iktisâdî ve mâlî imkânlar olmak üzere, bütün güç ve iktidar araçlarının sosyal paylaşıma tâbi olmasıdır. Çünkü, sınıfcı ve mülkiyetin sâdece bazı özel şahıs veya zümrelere ya da yalnızca bir kısım kamu otoritelerine bırakıldığı rejim ve sistemlerde, bütün iddialara ve söylemlere rağmen, adâlete ve ahlâka dayalı bir yönetim mekanizması kurulamamaktadır. Toplumların sâhip olduğu mülkiyet ve gelir yaratıcı faktörler ile her türlü iktisâdî, sosyal, siyâsî ve kültürel imkânların, insanlar ve gruplar arasında çok ciddî bir farklılığa konu olduğu sınıfçı ve imtiyazlı topluluklarda, insanlar ve gruplar arası güç ve iktidar farklılığı da fazla olmaktadır. İnsanlar ve gruplar arası güç ve iktidar farklılığının fazla olduğu sosyal yapılarda, paylaşma ve dayanışmaya dâir inanç özelliklerinin ve geleneklerinin yeşermesi de adetâ imkânsızlaşmaktadır. Bu tür toplumlarda, elbette adâlet ve ahlâka daha fazla ihtiyaç vardır. Ancak, târihî süreç içerisinde sayısız denilecek çokluktaki örnekler göstermektedir ki, bu şekildeki sınıfçı ve imtiyazlı topluluklarda adâlet ve ahlâk değerleri konusundaki ilkeler sürekli lafta veya yazıda kalmakta ve bir türlü fiiliyata dönüşmemektedir.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim. Türk inanç sisteminde ruhban sınıfın yokluğu meselesine bakabilir miyiz?

Prof. Eroğlu: Göktürkler döneminde Türk yönetim düşüncesinin şekillenmesinde rol oynayan ve yönetim sisteminin kendi mantığı ve tutarlılığı içerisinde işlerliğine katkı sağlayan önemli sosyo-kültürel niteliklerden bir diğeri de, Türk inanç sisteminde her fırsatta din adına hareket eden bir din adamları sınıfının olmayışıdır. Aslına bakılırsa, Türk yönetim düşüncesinde, yöneticilerin kararlarına tesir edebilecek ve onların bir kısım olumsuz uygulamalarını perdeleyerek onlara haksız yere kalkan olacak olan bir din adamı sınıfının mevcut olmaması, son derece özgün sayılacak bir uygulamadır.

Çetinoğlu: Yöneticilerin vasıfları hakkında da diyecekleriniz vardır. Lütfeder misiniz?

Prof. Eroğlu: Türk yönetim düşüncesinin, Göktürk kitabelerindeki veriler üzerinden analizi sonucunda ortaya çıkan en önemli târihî yönetim bulgusu, her düzeydeki ve konumdaki yöneticilerin, yetenekli, bilgili, liyâkat ve ehliyetli, istişâreye tercih eden ve katılımcı olmalarıdır. Bu târihî yönetim olgusu, yönetim pratiği bakımından en ideal ve en uygun bir modeli temsil etmektedir. Türk yönetim düşüncesinin temel ilke ve hukukuna büyük ölçüde uyulduğu ve bu model ekseninde bir yönetim uygulaması gerçekleştirildiği dönemler olmuştur. Buna karşılık, iç ve dış şartların olumsuz ve kötü sonuçlarına bağlı olarak zaman zaman ilgili ideal yönetim modelinden uzaklaşmalar ve sapma halleri de yaşanmıştır. Şurası târihî bir gerçekliktir ki, târihin çeşitli evrelerinde ve günümüz Türk yönetim pratiğinde, Türk yönetim düşüncesinin temel ilke ve yasalarından uzaklaşıldığı ölçüde, çoğunlukla başta yöneticiler arasında olmak üzere sosyal yapıda adâlet ve ahlaktan uzaklaşılması, toplumda çözülme ve kimlik bunalımı, hâkimiyet bilincinin kaybı, kargaşa ve kaos ortamının yaygınlaşması gibi çok sayıda belâlı durumlar ortaya çıkmıştır ve çıkmaktadır.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim muhterem hocam.

Prof. Dr. FEYZULLAH EROĞLU

1955 yılında Osmaniye’nin Hasanbeyli ilçesine bağlı Çolaklı Köyü’nde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kahramanmaraş’ta tamamladı. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu.

1980’de Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne Sevk ve İdare Asistanı olarak göreve başladı. 1984 yılında doktorasını tamamlayıp 1989 yılında Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı’nda Doçent oldu. 1995 yılında Pamukkale Üniversitesi İktisâdî ve İdârî Bilimler Fakültesi İşletme Bölümüne Profesör olarak tâyin edildi. Halen aynı fakültede öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Yönetim ve organizasyon sâhasında daha çok yönetici davranışları, yönetim ve kültür etkileşimi ile toplu davranış konularında çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.  
http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazilar/YaziDetay/14093

 


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum