Türk'ün devlet ve vatan kuran zaferleri - ALİ GÜLER

Türk tarihinde öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda devlet kurulmuştur, Dandanakan (1040) gibi. Öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda vatan kurulmuştur, Malazgirt (1071) gibi. Öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda vatan korunmuştur, Miryokefalon (Düzbel) (1176) gibi. Öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda vatan kurtarılmıştır, Sakarya (1921) gibi.

Türk'ün devlet ve vatan kuran zaferleri - ALİ GÜLER
20 Eylül 2019 - 18:52 - Güncelleme: 20 Eylül 2019 - 18:59

ÖNCESİ VE SONRASIYLA 30 AĞUSTOS ZAFERİ 

Selçuklu tarihinin dünya çapında uzmanlarından Hocamız Merhum Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen, derslerinde ve makalelerinde yılların birikimi ile Türk tarihinin felsefesini yapardı. Onun normal tarihi olayların dışında devlet geleneğimiz ve Türk milletinin hasletleri konusunda tarih felsefesi bakış açısıyla ortaya koyduğu önemli tespitleri vardı. Bunlardan biri de Türk tarihindeki zaferleri sonuçları itibarıyla gruplandırması ve aralarındaki benzerliğe vurgu yapması idi. Hocamıza göre; Türk tarihinde öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda devlet kurulmuştur, Dandanakan (1040) gibi. Öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda vatan kurulmuştur, Malazgirt (1071) gibi. Öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda vatan korunmuştur, Miryokefalon (Düzbel) (1176) gibi. Öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda vatan kurtarılmıştır, Sakarya (1921) gibi.

Elbette rahmetli hocamızın bu tespiti, Türk tarihinin devamlılığı ve bütünlülüğü içinde yapılan bir tespittir. Şüphesiz Türk zaferleri sadece bunlardan ibaret değildir. Fakat tarihi çizgi içinde bakıldığında burada sayılan zaferlerin sonuçları bakımından Türkiye Türklüğünün “bekasına” doğrudan etki eden zaferler olduğu anlaşılmaktadır. Bunların arasına yine sonuçları ve hem Türk hem de dünya tarihine etkileri bakımından İstanbul’un Fethi, Varna, Niğbolu, Kosova, Mercidabık, Ridaniye, Mohaç gibi zafer ve seferler de konulabilir. Köymen Hocamızın zikrettiği meydan muharebeleri daha çok Türkiye’deki Türk varlığı bakımındandır. Burada “Türkiye’deki Türk varlığı” kavramının Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlardaki Türk varlığını da içine, etki alanına aldığını belirtelim.

BİR YIL ÖNCESİ: SAKARYA GÜNLERİ

Türkiye Türklüğünün hayatiyetini devam ettirme, bekasını koruma bakımından temel dönüşüm Sakarya Meydan Muharebesi ile yaşanmıştı. 23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihleri arasında 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi ile Türklüğün 13 Eylül 1683 Viyana’daki Kalenberg tepelerinde başlayan Batı karşısındaki 238 yıllık geri çekilmesi durdurulmuştu. Türk ordusu Yunan ordusunu takip için gerekli imkanlardan yoksundu. Fakat Yunan ordusu Ankara önlerinde büyük kayıplara uğramış büyük bir mağlubiyet almıştı. Yenilgi o kadar büyüktü ki, Yunan Generali Stratikos, “Yunan kararlılık ve gücünün Kemal’in gücü ve kararlılığı karşısında bağ eğdiğini” söyleyecekti. Türk Ordularının Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa, 21 günlük savaşın sona erdiği 13 Eylül günü yayımladığı bir emirname ile “yenilgiye uğratılan düşmanı Anadolu içerisinde en son neferine kadar imha etmek için” genel seferberlik ilan etmişti. Ertesi güm millete seslenen bir bildiri ile de “kutsal topraklarımızı çiğneyerek” Ankara’ya girmek ve ülkenin istiklalinin koruyucusu olan ordumuzu yok etmek isteyen Yunan ordusunun pek kanlı bir savaştan sonra yenilgiye uğratıldığını belirterek yükümlülüklerini yerine getiren halka teşekkürlerini iletmişti. Ancak amaca ulaşıncaya kadar silahların bırakılmayacağını a belirterek çok yakın olan o mutlu güne kadar herkesin eskisi gibi gereken çaba ve fedakârlığı göstermesini dilemişti. Bir yıl sonra da bu mutlu sona ulaşılacaktı.

Ekim 1923’te Ankara’da Mustafa Kemal ile görüşen ABD’li gazeteci Isaac Marcosson’un Birinci Dünya Savaşı’ndaki Fransız ve İtalyan direnişlerini simgeleyen savaşlara benzeterek belirlediği gibi, Fransa için Marne, İtalya için Piave Savaşı ne ise Türkiye için de Sakarya o demektir.

Savaşın sonunda TBMM tarafından “Gazi” unvanı ve “Mareşal” rütbesi verilen Başkomutan Mustafa Kemal gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın’a Sakarya Meydan Muharebesi’nin sonucuna ve “zafer” kavramına ilişkin görüşlerini şöyle açıklamıştır:

“Sath-ı müdafaa, benim ilk keşfim, ilk buluşum… İkincisi de bana Sakarya’da doğan şu düşüncedir: Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük olan gayeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır. Zafer, bir fikrin gerçekleşmesine hizmeti ölçüsünde kıymet taşır. Bir fikrin gerçekleşmesine dayanmayan bir zafer sürekli olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan savaşından, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur.”

Evet, Sakarya, aynı zamanda bir fikrin, vatanı işgalden kurtarma, bağımsızlığa kavuşma gibi milletçe paylaşılan bir düşüncenin zaferi demekti. Zaferden sonra da yeni bir âlem doğmuştu. Çok geçmeden de bu âlem içinde milletçe tam bağımsızlığa kavuşulacaktı.

BİR YIL SONRA: BÜYÜK TAARRUZ’A DOĞRU

Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında Afyon-Eskişehir hattına yerleşen Yunanlılar mevzilerini büyük ölçüde güçlendirmişlerdi. Ülkelerinde “Kralcılar” ile “Venizelosçular” arasında bitmeyen çatışmalar orduya da yansıyor ve ordunun disiplinini bozuyordu. Fakat yöneticiler ve komutanlar kendi güçlerine olduğu kadar İngilizlere de güveniyorlardı. Yunan mevzilerini gezen İngiliz uzmanların, “Türkler 5-6 ay boyunca saldırsalar da bu mevzileri geçemezler, ele geçiremezler” şeklindeki değerlendirmeleri Yunanlıları daha da cesaretlendiriyordu. Yunanlılar o kadar “Megali İdea” hayaline dalmışlardı ki; başlangıçta “özerk” olacağını söyledikleri İzmir ve yöresini “İONİA” (İyonya) adıyla kendi topraklarına kattıklarını (ilhak ettiklerini) ilan etmişlerdi (30 Temmuz 1922)! Hazırlıkları tamamlayan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, cephedeki son durumu kontrol etmek amacıyla 17/18 Ağustos gecesi Ankara’dan Konya’ya hareket etti. Bu gidişin geçici ve olağan bir denetim olduğu izlenimini vermek için de ayın 21’inde Çankaya’daki köşkte bir çay partisi düzenlendiği açıklandı. Akşehir’deki karargâhta Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Cephe Komutanı İsmet İnönü, Ordu Komutanları Nurettin ve Yakup Şevki Subaşı ile bir toplantı yapıldı. Genel taarruzun başlangıç tarihi olarak 26 Ağustos kararlaştırıldı. Bu karar üzerine Başkomutanlık ve cephe karargâhları önce Şuhut Kasabasına (Afyon), 25 Ağustos’ta da Kocatepe’nin güneybatısındaki “Çadırlı Ordugâha” taşındı. Aynı akşam Anadolu’nun dış ülkelerle olan bütün haberleşmeleri kesildi.

BAŞKOMUTAN: ALLAH, TÜRK MİLLETİNİ VE ORDUSUNU KORUYACAKTIR!

25 Ağustos 1922 akşamı Başkomutan, Afyonkarahisar’ın 20 km kadar güneyinde Şuhut Kasabası’nda, bir köy evinin üst katında kurulmuş sofrada, bir petrol lambasının sönük ışığı altında, akşam yemeğini yemektedir. Taarruz ertesi sabah başlayacaktır. Yaver Muzaffer Bey, kendisine topçu cephane miktarı hakkında bilgi veriyor. Buna göre taarruzdan önce yapılacak toplu ve sürekli topçu ateşi, ancak üç dört saat devam ettirilecektir. Gazi Mustafa Kemal yemeğini bitirdikten sonra, iki tarafın arazi üzerindeki durumlarını gösteren haritayı istiyor. Genel durumu bir kere daha inceliyor. Yaverine Döğer mevkii ile Dumlupınar arasındaki mesafeyi ölçtürüyor. Elindeki kalemle bu noktaya birkaç kere vuruyor, ağzından şu cümleler dökülüyor: “Döğer, döğer; fakat döğemeyeceklerdir. Buradaki kuvvetleri hareketsiz kalmaya mahkûmdur.” Ayağa kalkıyor, Muzaffer Beye, “hadi haritaları topla, hareket ediyoruz” diyor.

Gece yarısı olmuştur. Başkomutan, şimdi Kocatepe’nin eteklerindeki çadırlı ordugâhta, konik bir çadırdadır. Gecenin koyu sessizliği içinde, yalnız ordugâhın önünden akan küçük bir dereden hafif su şırıltıları duyuluyor… Başkomutan, bir ara çadıra giren yaverine, “Hazır mısınız?” diye soruyor. Olumlu cevap alınca doğruluyor, henüz bozulmamış olan portatif karyolasının üzerinden tabanca kemerini alıp kuşanıyor. Her günkü gibi tıraş olmuştur, eldivenleri elindedir, çadırdan çıkıyor… Ortalık zifiri karanlık… Petrol ve mum fenerlerinin titrek ışıkları altında Kocatepe’ye doğru çıkmaya başlıyor. Öne doğru fazla eğilerek yürüyor. Arazi, arızalı olduğu için ağır ağır ilerliyor… Nihayet tepeye çıkmıştır. Bin yıldır İ’lâ-yı Kelimetullah için zaferden zafere koşan Türk milletini Cenabı Allah’ın koruyacağına iman etmiş, daima Türk milletine güvenmiş olan Başkomutan Paşa, Kur’an-ı Kerim’deki şu ilahi emirlerini düşünüyor:

“Sizinle savaşan düşmanlarla Allah yolunda siz de savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Ali İmran, 139). “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız üstün gelecek olanlar sizlersiniz.” (Âl-i İmrân, 3/139). “Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider.” (Enfal, 8/46).

Bütün karanlıkları delen gözleriyle ileriye bakıyor, “Allah, Türk milletini ve ordusunu koruyacaktır!” diye mırıldanıyor. Taarruz emrini veriyor…

26 Ağustos 1922… Sabahın ilk ışıkları görünmüştür. Başkomutan tarassut (gözetleme) dürbününün başında, düşman tahkimatını seyrederken topçularımız ateşe başlıyor… Saat 04. 30’dur. Bu ateş, tahkimatı yer yer havaya uçurmaktadır… Fakat bir taraftan da tonlarca cephane su gibi akıp gitmektedir… Endişeye kapılanlar oluyor; bunu Başkomutan’a da söylüyorlar. O, büyük bir soğukkanlılıkla, “tek mermi kalıncaya kadar ateşe devam edilecektir” emrini veriyor ve ekliyor, “cephane ikmalini düşmandan yapacağız.”

Akşam olmak üzeredir… Dahi komutan etrafına bakarak, “yarın öğleden sonra Afyon’da olacağız” diyor. O anda herkes şüphe ve tereddütle birbirinin yüzüne bakıyor. Fakat ertesi gün, yani 27 Ağustos günü öğleden sonra hep beraber Afyon’dadırlar. 28 ve 29 Ağustos günleri verilen emirlere göre, düşman kovalanmakta ve sıkıştırılmaktadır. Başkomutan da evvelce tasarladığı yerde, düşmana son darbeyi vurmak için hazırlanmaktadır.

26 Ağustos sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa(Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe’deki yerini aldı. Büyük Taarruz buradan başlatıldı. Topçuların sabah saat 04. 30’da taciz ateşi ile başlayan harekât, saat 05. 00’de önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam etti. Piyadelerimiz, Sabah 06. 00’da Tınaztepe’ye hücum mesafesine yaklaşarak, tel örgüleri aşıp, Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra, Tınaztepe’yi ele geçirdiler. Bundan sonra, saat 09. 00’da Belentepe, daha sonra Kalecik Sivrisi düşmandan temizlendi. Taarruzun birinci günü, sıklet merkezindeki 1. Ordu Birlikleri, Büyük Kaleciktepe’den Çiğiltepe’ye kadar 15 kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçirdi. 5. Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulundu. 2. Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürdü.

26 Ağustos günü Türk Ordusu’nun Büyük Taarruzu, Genelkurmay Başkanlığı’nca TBMM’ne bildirildi. Bu haber Meclis’i coşturdu ve heyecanlı gösterilere vesile oldu.

27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken, Türk Ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçti. Bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insanüstü çabalarla gerçekleştirildi. 27 Ağustos saat 18. 00’de, Afyon 8. Tümen tarafından kurtarıldı. Afyon kurtuluşun şanlı ve şerefli müjdesi olmuştu. Başkomutanlık karargâhı ile Batı Cephesi Komutanlığı karargâhı Afyon’a taşındı.

28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri, başarılı geçen taarruz harekâtı, düşmanın 5. Tümeninin çevrilmesi ile sonuçlandı. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli buldular. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak, tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar aldılar. Karar süratli ve düzenli bir şekilde gerçekleştirildi. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekâtı Türk Ordusu’nun kesin zaferi ile sonuçlandı. Büyük Taarruz’un son safhası askeri tarihimize Başkomutan Meydan Muharebesi olarak geçmiştir.

‘PAŞAM ATEŞ HATTINA İNİYORSUNUZ!’

30 Ağustos 1922 Çarşamba… Başkomutan otomobiline biniyor. Şimdi Zafertepe diye anılan yere doğru inme emrini veriyor. Birinci Ordu Komutanı Nurettin Paşa, “Paşam ateş hattına iniyorsunuz” diyor. Başkomutan Paşa cevap veriyor: “Siz burada kalınız!” Yoluna devam ediyor. Düşmanın top ateşi altında bulunan bir yere geliyor; oradan dürbünle düşmanın asıl kuvvetlerinin bulunduğu yerlere doğru ilerlemekte olan piyade birliklerimizin hareketini takip ediyor. Birdenbire, “Allah, Allah!..” sesleri yükseliyor. Askerlerimizin süngüleri batmak üzere bulunan güneşin kızıl ışıkları altında alev alev yanmaktadır. Ölümü hiçe sayan kahramanlarımız, düşmanın üzerine ateşten bir çığ gibi iniyor. O anda Büyük Komutan, elindeki sigarayı atıyor; ayağa kalkıyor. Siper içinde dimdik duruyor. Bu duruş, çok sevdiği, üzerlerine titrediği askerlerine karşı bir saygı duruşudur. Gözleri nemlenmiştir. Eliyle muharebe alanını göstererek bağırıyor: “Hacı Anesti, mağrur kumandan! Neredesin, gel de ordularını kurtar!”

Ertesi gün sabahın erken saatlerinde muharebe alanını dolaşıyor. Manzara çok hazindir; binlerce düşman cesedi… Birbirinin üzerine yıkılmış yüzlerce topçu hayvanı… Terk edilmiş toplar; cephaneler…

Asil ruhlu büyük İnsan, üzüntü duyuyor: “Bu manzara insanlığı utandırabilir, fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler” diyor.

Biraz ileride topların arasında yerde bir Yunan bayrağı görüyor; eliyle işaret ederek emrediyor: “Bayrak, bir milletin istiklâl sembolüdür. Düşmanın da olsa ona hürmet etmek lazımdır. Bayrağı yerden kaldırıp topun üzerine koyunuz.”

30 Ağustos 1922 Başkomutan Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak, Dumlupınar’da Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ateş hatları arasında bizzat idare ettiği savaşta tamamen yok edilmiş veya esir edilmişti. Böylece tasarlanan kesin sonuç beş gün içinde elde edilmiş ve hazırlanan plan tam başarı ile uygulanmıştı. 30 Ağustos 1922’nin gurur verici zaferi ile Mustafa Kemal, kaçabilen düşmanın takip edilmesini ve üç koldan Akdeniz’e (Ege Denizi) doğru ilerlemesini uygun buldu. “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” diyerek, tarihi emrini 1 Eylül 1922’de verdi. Yunanlılar, İzmir’e doğru kaçmaktaydı. Başta Yunan Ordusu Başkomutanı Trikopis olmak üzere çok sayıda esir ele geçirilmişti.

Ordumuz bu muharebede, on beş günde 400 kilometre kat ederek, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’e girdi. Sabuncu Bel’den geçen 2. Süvari Tümeni, Mersinli yolu ile İzmir’e doğru akarken, bunun solunda 1. Tümen de Kadife Kale’ye doğru yürüyordu. Bu Tümenin 2. Alayı Tuzluoğlu Fabrikası’ndan geçerek Kordonboyu’na ulaştı. Yüzbaşı Şerafettin Bey Hükümet Konağı’na, 5. Süvari Tümenimizin öncüsü Yüzbaşı Zeki Bey Kumandanlık Dairesi’ne, 4. Alay Komutanı Reşat Bey de Kadife Kale’ye bayrağımızı çektiler.

İzmir’de askerlerimiz coşku içinde karşılandılar ve çiçek yağmuruna tutuldular. Süvarilerimizin Kordon boyundan geçişi çok görkemli idi. Kurtuluş zaferinin Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, İzmir’in kurtuluşunu Belkahve’den seyretti. Türk Ordusunun, 400 kilometrelik bir mesafeyi savaşarak kat edip 15 günde İzmir’e ulaşması içerde ve dışarıda hayret ve takdir uyandırdı.

MUDANYA ATEŞKES ANTLAŞMASI

Gazeteci Falih Rıfkı (Atay) anlatıyor: Mustafa Kemal Paşa, “Ankara’dan cepheye hareket edeceği günün akşamını Keçiören’de yakın adamları ile geçirmişti. Ayrıldığı zaman bir hayli yorgundu. Yanındakilere:

- Taarruz haberini alınca hesap ediniz. On beşinci günü İzmir’deyiz, demişti. Acaba içkinin tesiri mi idi? Arkasından hafifçe gülüştüler bile… İzmir’den dönüşünde karşılayıcılar arasında o gece beraber bulunduklarından bir ikisini görünce:

- Bir gün yanılmışım, dedi, ama kusur ben de değil, düşmanda! İzmir’e taarruzun on dördüncü günü girmişti.”

Büyük Türk zaferi karşısında endişeye düşen ve o anda da İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını işgal altında bulunduran İtilaf Devletleri, savaşı durdurmayı ve Türklerin haklı isteklerini yerine getirmeyi kendi çıkarlarına uygun buldular. Lord Kinross’a göre, İngiltere, ciddi bir krizle karşı karşıya bulunduğunu anlamaya başlıyor, halk, Türklerle yeni bir savaştan korkuyordu. 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması’yla, silahlı çatışma durdurulduğu gibi, Edirne dahil Trakya’nın da Türkiye’ye bırakılacağı ve bir ay içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılacağı kabul edildi. Anadolu’da Yunan politikasını yürüten İngiltere Başbakanı Lloyd George, bu gelişmeler üzerine istifa etmek zorunda kaldı.

YUNANLILAR ÇEKİLİRKEN HER YERİ YAKTILAR

Türk Orduları önünden kaçarak geriye çekilen Yunanlılar kasabaları ve köyleri ateşe verip yakmışlar, yenilgilerinin hıncını korumasız Türk halkından çıkarmaya çalışmışlardır. Yunan ordusunda bu iş için Rum ve Ermenilerden oluşturulmuş “Tahrip Taburları”nın varlığı belgelerle sabittir. Uşak, Eskişehir, Aydın, Alaşehir, Turgutlu, Ahmetli, Salihli, Manisa ve en son olarak da İzmir ateşe verildi. Uşak yangını 1 gün, Eskişehir yangını ise 2 gün sürmüştür. Alaşehir’deki 4.500 evden 4.300’ü yanmış, kasabadaki 11.500 kişiden 8.500’ü kurtulabilmişti. Bu yangın ve yıkımların izleri aylarca, daha doğrusu yıllarca sürmüştür.

1923 başlarında İzmir’den Ankara’ya gitmekte olan İngiliz Gazeteci Grace Ellison, gördüğü yıkımları şu şekilde anlatmaktadır:

“İzmir: Acınacak bir görünüm. Şimşekler kara üzerinden oynaşmaya başlayınca, içleri boşalmış kabuk gibi evler, olduğu gibi gözlerimizin önünde belirmeye başladı. Benzerine rastlamanın mümkün olamayacağını düşündüren bir dehşet tablosu! Daha da yaklaştıkça artık bu yıkıntılara bakmamıza gerek kalmıyor. Körler bile aslında pek de kötü kokmayacak keskin bir yanık kokusu alırlardı. Hemen birkaç dakika sonra da yağmurların bile tütün fabrikalarından yükselen duman bulutlarını bastıramadığını görüyoruz… Bir zamanlar 90.000 kişinin yaşadığı gelişmiş bir kent, Manisa’da 14.000 evden sadece 1.000’i ayakta kalmıştı… Yunanlıların balta ile sırtlarını, bacaklarını, yüzlerini yaraladıkları Türk kadınları, Bursa’da tedavi ediliyorlar.”*

Mustafa Kemal Paşa, Karşıyaka’da kendisi için hazırlanan köşke gelmişti. Girerken merdivenlere bir Yunan bayrağının serilmiş olduğunu gördü, hemen kaldırttı. Kendisine, Kral Konstantin’in bu köşke Türk bayrağını çiğneyerek girdiği hatırlatılınca da, ‘Hata etmiş. Ben bu hatayı tekrar etmem. Bayrak bir milletin şerefidir. Ne olursa olsun yere serilemez ve çiğnenemez’ dedi.

O GÜNKÜ savaşı, cephenin en önünde, ateş hattında yer alan Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa yönettiği için Cephe Komutanı İsmet İnönü buna “Başkomutan Meydan Muharebesi” adını vermiştir. Mustafa Kemal ise zaferden sonra 4 Ekim’de TBMM’deki uzun konuşmasında, “Bu savaşın sonucu Yunanlıların ve Rumların kalbini sındırmıştır. Bu nedenle bu savaşa Rum Sındığı Meydan Muharebesi demek çok uygun olur” diyerek bunu “Rum Sındığı Meydan Muharebesi” olarak nitelendirmiştir. 1363 Rum Sındığı Savaşı Osmanlı Türklerinin Rumeli’de tutunmasını sağlamıştı. Rumların kırıldığı, yenildiği savaş ise Anadolu’nun Türklerden alınamayacağını ispatlamıştı. Bununla birlikte Mustafa Kemal Paşa İzmir’e girdikten sonra Akşam gazetesi muhabiri Falih Rıfkı Atay ile yaptığı söyleşide, “Başkomutan Savaşı hangisidir?” sorusunu şöyle cevaplamıştır: “Bu ad, büyük meydan muharebesinin son aşamasını oluşturan muharebeye verilmiştir. Düşman ordusu meydan muharebesi sırasında ikiye parçalanmıştı. Bunun büyük kısmı Dumlupınar kuzeyinde Adatepe civarında bir dereye sıkıştırıldı ve orada yok edildi.”

BAŞKOMUTAN VEKİLİ TRİKOPİS ESİR OLUYOR

Türk orduları 1 Eylül’de Uşak ve Kütahya’ya, ertesi gün de Eskişehir’e girdiler. Bu arada Yunan Başkomutanlık Vekaletine getirilmiş olan General Trikopis, yanında bulunan II. Kolordu Komutanı Digenis, Tümen Komutanı Albay Vandalis ve diğer subaylarla birlikte Uşak’a bağlı Karlı köyünde esir alınmış ve önce İsmet İnönü’nün, arkasından Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna getirilmişlerdir. Mustafa Kemal Uşak’a girdiğinde bir süre önce Kral Konstantin’in kaldığı zengin bir iş adamına ait konakta misafir ediliyordu. Daha sonra kentten geçerken yine o konakta kalan Grace Ellison’un belirttiğine göre, Konstantin hava saldırılarından korktuğu için konağın yer altındaki bir dairesine yerleşmişti. Mustafa Kemal ise üst katta oturmayı yeğlemişti. Mustafa Kemal Paşa, Yunan Başkomutanı’nı, yanında genç gazeteci Ruşen Eşref (Ünaydın), Cevdet Kerim İncedayı, yaverleri Cevat Abbas (Gürer) ve Muzaffer (Kılıç) ile onbaşı rütbesi ile orduda görev almış olan Halide Edip (Adıvar) Hanım olduğu halde kabul etti. Yunanlıların yaptıkları tahribat ve zulme rağmen büyük bir hoşgörü ile davranan Mustafa Kemal Paşa, yenik düşürdüğü düşman Başkomutanının elini sıkıp kendisine sigara ve kahve ikram etmiş ve “Oturun General, yorulmuş olacaksınız. Napoleon da bir savaş kaybetti. Savaş bir talih oyunudur General! Bazen en yeteneklisi de yenilir. Siz görevinizi yaptınız. Sorumluluk talihten geliyor. Üzüntü duymayınız!” diye onu teselli etti. Yıllar sonra Trikopis ile bir görüşme yapan Hıfzı Topuz’un verdiği bilgilere göre Mustafa Kemal teselli edici bu sözlerle yetinmeyip Trikopis’in İstanbul’da bulunan eşine Kızılay aracılığıyla haber ulaştırabileceğini, Atina’ya da mesaj gönderebileceğini belirtmişti. Trikopis ve onunla birlikte esir alınan yüzlerce Yunan subay ve eri trenle Ankara’ya getirilerek Sarıkışla’da gözetim altına alındılar. Mustafa Kemal, Yunan Başkomutanı’nın eşyaları arasında bulunan kılıcını savaşın çok anlamlı bir hatırası olarak Milli Savunma Bakanı Kazım Özalp’e göndermiştir. Gazeteci Falih Rıfkı Atay “Çankaya” isimli eserinde Mustafa Kemal Paşa ile Trikupis arasında Büyük Taarruz’un gelişimine dair şu konuşmayı nakletmektedir:

“Uşak’ta esir Başkomutan Trikopis’le General Denis’i karşısına getirdikleri zaman, kendisi de bu kadar kolay ve çabuk zaferin merakı içinde idi. Onları dostça yanına aldı ve meslektaşça konuştu. General, bir ucu Afyonkarahisar’da, öbür ucu Kütahya’da bulunan bir Türk ilerleyişinin bir anda kesinleşerek hızla daraldığını, etraflarını git gide üçgenlemesine kapladığını ve sonunda kendilerini bir dağın eteğine doğru sürdüğünü söyledi!

- Böyle bir şeyin olacağını anlamadınız mı? Trikopis taarruzun son dakikaya kadar iyi gizlenebilmiş olduğunu itiraf etti. Kendisinin yüksek yaylada tedbirler alınmaksızın barınılamayacağını yüksek makamlara anlatamadığını söyledi. Ordularını kuşatan üçgen darala darala öyle bir kerteye gelmişti ki bir yamacın eteğine dalmışlardı.

- O zamana kadar toplarımızı az çok kullanarak geri çekiliyorduk. Fakat sırtımız o yamaca dayatıldıktan sonra kıpırdamaklığımıza imkân kalmamıştı. O sırada işleyemez bir darlığa geldik. Ancak ellerimizdeki tüfekleri kullanabiliyorduk. Sonunda bir an geldi ki tüfeklerin bile işleyemediği bir darlığa düşürüldük. Süngüler parlamaya başladı. Arkamız, önümüz, her yanımız süngü! Böylece artık iş bitmişti. Atımı bile bulamıyordum. Yaya olarak ormanlar içine düştük. Sonra sordu: - Siz bu harbi nereden idare ediyordunuz? - İşte tam o süngülerin parladığını söylediğiniz yerde askerlerin arasında idim. - Harp böyle kazanılır. Yoksa beş yüz elli kilometre uzakta durum gözle görülüp hüküm verilmeksizin, bir harita üzerinde pergelle ölçülerek yattan idare edilmez, dedi.”

“HAYDİ, BARİ BİZ KENDİMİZ ŞARKI SÖYLEYELİM”

Kaçan Yunan birliklerinden boşalan kentler ve kasabalar arkası arkasına Türk birliklerine kucak açıyorlardı. Türk orduları, 7 Eylül’de Aydın, 8’inde Nif (Kemalpaşa) ve Manisa’ya girmiş, 9 Eylül’de İzmir’de Akdeniz’e ulaşmışlardı. Şükrü Naili (Gökberk) Paşa, kazanılan zaferi dolaylı biçimde belirtircesine, şehre General Trikopis’in beyaz atı üzerinde girdi. Batı Anadolu’nun Yunan askerlerinden tamamen temizlenmesi; Bursa’dan (16 Eylül) sonra Çeşme (16 Eylül) ve Bandırma’nın da (18 Eylül) ele geçirilmesi ile tamamlanabilmiştir. Türk birliklerinin İzmir Hükümet Konağı’ndaki Yunan bayrağını indirerek yerine Türk bayrağını yeniden çektikleri 9 Eylül’de Belkahve’den İzmir’i seyreden Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü geceyi Nif’te (Kemalpaşa) geçirdiler. Ruşen Eşref Ünaydın’ın anlattığına göre Başkomutan, zafer sevinci içinde hareketsiz kalan arkadaşlarını, “Yahu, İzmir’e girdiğimiz akşamdır bu! Bu kadar sessiz mi geçecek? Haydi, bari biz kendimiz şarkı söyleyelim.” diye coşturmuştu. 1919 Mayıs’ında Samsun’dan Anadolu içlerine istiklal yürüyüşüne devam ederken yanındakilerle birlikte söyledikleri “Dağ başını duman almış!” marşında dile getirilen umut ve özlemlerin gerçekleştiğini yansıtan şen şarkılar söylediler o akşam…

BUHARA TÜRKLERİNİN KILICI VE YUNAN BAYRAĞI

Mustafa Kemal Paşa ve komutanlar ertesi gün (10 Eylül 1922) açık bir otomobil içinde ve halkın alkışları arasında İzmir sokaklarından geçerek Hükümet Konağı’na geldiler. Girdikleri odadaki masanın üzerinde, şehre ilk girecek kişiye verilmek üzere Buhara Türk Cumhuriyeti’nden gönderilen göz alıcı bir kılıç konulmuştu. Aslında Türk birliklerinden birçoğu eş zamanlı olarak İzmir’e girmişlerdi. Ancak limana ilk giren, bir süvari birliğinin başındaki Yüzbaşı Şerafettin olmuştu. Kılıç ona hediye edildi. Mustafa Kemal Paşa Karşıyaka’da kendisi için hazırlanan köşke gelmişti. İçeri girerken merdivenlere bir Yunan bayrağının serilmiş olduğunu gördü. Bayrağı hemen kaldırttı. Kendisine, Kral Konstantin’in bu köşke Türk bayrağını çiğneyerek girdiği hatırlatılınca da “Hata etmiş. Ben bu hatayı tekrar etmem. Bayrak bir milletin şerefidir. Ne olursa olsun yerlere serilemez ve çiğnenemez” dedi. Büyük bir milletin, Türk milletinin büyük evladı, “savaşların milli simgelere ve insani duygulara saygısızlık için bir bahane olamayacağını” belirtiyordu. 1923’te ocak ayında İzmir’e gelen İngiliz gazeteci Grace Ellison, bazı kimselerin Hükümet Konağı merdivenlerine Yunan bayrağı serdiklerini öğrenen Vali Abdülhalik Renda’nın da bu girişimi kınayarak bayrağı kaldırttığını anlatmaktadır.

OĞUL PAŞA’YA İKRAM: EKMEK, TUZ VE KARABİBER

9 Eylül günü İzmir’e ilk giren birliklerimiz 5. Süvari Kolordumuzun birlikleri idi. Komutanları Fahrettin (Altay) Paşa, Kolordusu Karargâhı ile İzmir’e girerek kışlada kumandanlık dairesine yerleşti. İzmir’in salimen alındığına ve asayişin muhafaza edilmekte olduğuna dair yazılan raporu Kurmay Yüzbaşı Feridun (Dirimtekin) ile ve otomobil ile Nif istikametinde Garp Cephesi Orduları Komutanlığı’na gönderdi. Yüzbaşı Şerafettin ve arkadaşlarının balkonuna Türk bayrağını çektikleri ve içerisini düzene kattıkları Hükümet Konağı’na giderek Vali Vekili ile beraber halkın tebriklerini kabul etti. Bir Merkez Komutanlığı teşkil ederek emrine inzibat kıtaları verildi ve emniyet teşkilatı yeniden işletilerek hükümet ve belediye iş birliği yapıldı. Şehirdeki yüz binden fazla Rum, Ermeni ve Musevilerin ileri gelenleri hükümete getirilerek asayişin muhafazası ve saklanmış düşman asker, silah ve eşyasının kışlaya gönderilmesi tembih edildi. Tümenlere iskân bölgeleri verildi, iaşeleri temin olundu. Yunan ordusunun terk ettiği mühimmat ve eşya depoları muhafaza altına alındı.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, İzmir’e girdikten sonra not defterine şöyle yazdı: “Doğu sorunu (şark meselesi) halledilmiştir. Doğudaki azınlıkları korumak gibi ahmakça bir vesile ile doğudaki çoğunlukları esaret altına almaktan ibaret olan doğu sorunu… Bu mu uygarlık? Vahşiyane hareketlerde bulunanların, uygarlık, kişilik adına söz söylemeye yetkileri olabilir mi?

HALKIN yapmakta oldukları şenliklerin gece yarısına kadar devamına müsaade edilerek ondan sonra herkesin evine çekilmesi ve sükûnetin muhafazası bildirildi. Sonrasını Fahrettin Paşa anlatıyor: “Karşıyaka’da yalılar boyunda küçük bir evde oturan ihtiyar annemle teyzemi görmek için oraya doğru gittim. İhtiyar babam ve tüccar olan kardeşim Rodos’a kaçmak zorunda kalmışlardı. İzmir’de kalan teyzemin kocası Eczacı Yüzbaşısı Ahmet’i Yunanlılar işgal günü şehit etmişler, böylece iki ihtiyar kadın yalnız başlarına ev bekçisi kalmışlar.

Savaş sırasında zaman zaman gözlerimin önüne gelen evimize yaklaştığım sırada çarşaflı ve uzun boyu ile eğile eğile gelmekte olan anamı tanıdım. Bilmiyorum nasıl bir duygu içindeydim o anda. Atımı insiyaki bir şekilde ona doğru sürdüm ve önünde atımdan atlayıp ellerine sarıldım. Annem belki de o anda dünyanın en mutlu insanlarından birisiydi. Önce vatanı kurtulmuştu. Sonra ben onun oğlu muzaffer ordumuzun generallerinden birisi olarak İzmir’e ilk giren süvari birliklerinin kumandanıyım… Ve her şeyden önce beni sağ salim karşısında bulmuştu… İşte ihtiyar anacığım çeşitli heyecanlar içinde geçen ömründe bu yeni heyecanın ağırlığına dayanamadı ve:

‘Vay Fahri’m…’ diyerek düşüp kaldı. Arkadaşlarım onu kucakladılar ve evimize götürdüler. Yaşlı anacığım askerlerimizden benim hakkımda bir bilgi alabilir miyim diye dışarı çıkmış imiş… Evde biraz oturdum. Teyzem küçük bir tepsi içinde bir dilim ekmekle biraz tuz ve karabiber ikram etti. ‘Hayrola…’ Diye sorduğum vakit, aldığım cevap şu oldu: ‘İşte evladım son günlerde buna kalmıştık…’ Hasretimi bir parça olsun gidermiş, bu akşam işlerimin çok olduğunu, bu sebeple gelemeyeceğimi ancak ertesi gün öğle vakti yemeğe gelebileceğimi söyledikten sonra tekrar ellerini öptüm ve görevimin başına dönmüştüm.”

YUNAN KRALI: BU ORDUYLA CEHENNEME GİDERİM

İsmail Habip Sevük 12 Eylül 1922 günü Kastamonu Açıksöz gazetesinde yayımlanan bir “Büyük Zaferin Nutku” başlıklı konuşmasında iki tarafın durumunu karşılaştırarak Kral Konstantin ve Venizelos’un oğlu ile ilgili şunları söylüyor: “… Bu harp Türk’le Yunan’ın cengi değil, elinden her şeyi alınanla elinde her şeyi olanın cengiydi bu harp. Onlar askerlerini vagonlarla, biz çarıklarla sevk ediyorduk, onlar mühimmatlarını kamyonlarla getiriyor, biz kadınlarımızın sırtında taşıyorduk. Onların otomobillerine karşı bizde kağnılar vardı. Düşman yağmur yerine kurşun, kurşun yerine gülle, gülle yerine zelzele yağdırırken biz, zaman oldu ki, her gülleye bir kurşun, her kurşuna bir süngü, her süngüye bir yumrukla mukabele ettik. Öyleyken yenilmek onlara, yenmek bize düştü.

… Bu harp yalnız zulüm ile adaletin, haksızlık ile mağduriyetin, istila ile müdafaanın bir harbi değil, bu harp maddiyat ile maneviyatın bir harbi idi. Üç buçuk seneden beri yalnız haçla hilal, müşrik ile vahdaniyet değil madde ile ruh da çarpışıyordu. Felsefe âleminde madde ile ruh mücadelesi diye bir şey var mı bilmiyorum, eğer varsa, bizim bu zaferimizle sabit oldu ki madde bir kere daha mağlup ve münhezim (bozguna uğramış), ruh bir kere daha galip ve mütealidir (El-Müteali: Aklın mümkün gördüğü her şeyden, her halden pek yüce olan, yüceliği tasavvur edilemeyen. Her türlü benzetme ve tasavvurdan uzak ve üstün olan). Hatip (İ. H. Sevük) bize ‘madde’nin gururunu anlattı. Konstantin İzmir’e çıktığı vakit askerine neşrettiği beyannamede ‘İki bin sene size bakıyor!’ demişti. Hakikaten iki bin sene onlara bakıyormuş, çünkü iki bin senenin gözü hiç böyle bir mağlubiyet görmemişti! Sonra Konstantin Eskişehir’de iken bir yabancı muhabirin ‘Ankara’ya gidecek misiniz?’ sorusuna şu cevabı vermişti: ‘Bu ordu ile Ankara’ya, Sivas’a değil, cehenneme giderim!’

Konstantin’in cehenneme giderim demesi ne kadar haklı imiş: İşte ordusu inhizamın (bozgunun) cehennemine gitti. O cehennemde yanıp kavruluyor. Venizelos’un oğlu Bursa’da Osman Gazi’nin türbesinde, kılıçla bu ilk padişahımızın sandukasına vurarak, ‘Kalk ey Türk, bak bütün tarih nasıl devriliyor’ demişti. Osman’ın ruhu şimdi ona haykırıyor: ‘Bak, Yunan yumurcağı, bin senelik bir tarih yüz senelik bir tarihi nasıl önüne katıp yuvarlayıverdi.’ Bu zafer yalnız bizim değil, bütün İslamiyet’in de zaferidir. Çünkü bu zaferle bütün İslam âlemine ve bütün Asya’ya yeni bir devir açıldı. Bu zafer yalnız İslam âleminin de değil bütün mağdur ve mazlum milletlerin bir zaferidir. Çünkü dünyanın bütün mağdur milletleri bizim bu zaferimizde cebir ve tahakkümle hakkın çiğnenemeyeceğini anlayacaklar ve bizim zaferimiz bütün o milletlere haykıracak: - Benden ders alın!”

İZMIR’İN KURTARILIŞI BÜYÜK YANKI YAPIYOR

Yunan birliklerinin 15 Mayıs 1919’da İzmir’de karaya ayak basmaları, Anadolu’daki milli uyanışın ve mücadele fikrinin, mücadele direncinin doğmasında en önemli etkenlerden biri olmuştu. Bu nedenle İzmir, Türk İstiklal Harbi’nin simgesi haline gelmişti. 9 Eylül 1922’de Yunanlıların gemilere doluşarak kaçmaları ile 3 yıl, 3 ay, 25 gün süren işgal sona ermiştir. Bu nedenle İzmir’in düşman işgalinden kurtarılışı hem yurt düzeyinde hem de yurt dışında büyük yankılar uyandırmıştır. Tevfik Paşa başkanlığındaki İstanbul Hükümeti bile kazanılan zaferi kutlamak gereğini duymuştu. “Kahraman yaradılışlı Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine” diye başlayan kutlama telgrafında, “Anadolu’muzun ve Türk ili olan ünlü İzmir kentimizin kurtarılması yolundaki üstün başarı, Osmanlılığın övünç tarihine pek parlak bir kahramanlık sayfası eklemiştir.” Deniliyordu.

Hindistan ve Tiflis Müslümanları ile Buhara Türkleri Bilim Kurulu, Afganistan Elçisi Ahmet Han ve Sovyet Elçisi Aralov da zaferi kutlayanlar arasında idi. Hindistan Hilafet Merkez Komitesi Başkanı Chotani imzasıyla TBMM’nin Paris Temsilcisi Ferit Tek’e 5 Eylül’de çekilen telgrafta, “Yunan ordularına karşı kazandıkları parlak ve şanlı zaferden dolayı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleriyle muzaffer ordusuna Müslümanların en içten tebriklerinin iletilmesi” isteniyordu. Telgrafta aynı zamanda “8 Eylül Cuma günü Hindistan’daki camilerde Ankara Hükümeti’nin zaferini tamamlaması için dua edileceği” belirtiliyordu. Fransa’nın Toulouse kentindeki Mısırlı öğrenciler de Ferit Tek’e çektikleri telgrafta Mustafa Kemal’i “Doğunun kahramanı” olarak nitelemişlerdir. Türk Kurtuluş Savaşı’nı Haçlılara karşı bir direnme hareketi olarak değerlendiren Afganistan Elçisi Ahmet Han ise telgrafında, “Müslümanlığı ve İslam vatanını savunma uğrunda yüzyıllardan beri Haçlı ordularının saldırılarına göğüs geren şanlı ve fedakâr evlatları, gazanız ve zaferiniz mübarek olsun!” diyordu.

Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı “Eğil Dağlar” isimli Milli Mücadele yazılarını topladığı kitabının başında 26 Ağustos 1922 tarihli şiirinde kazanılan zaferin İslam dünyası için ne ifade ettiğini çok güzel açıklayacaktı: “Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yârabbî! Senin uğrunda ölen ordu budur Yârabbî! Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın, Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.” Sovyet Elçisi Aralov ise TBMM’ye gönderdiği kutlama yazısında, “Sovyet halkının, Batı emperyalizminin küstahça isteklerine son verecek bu kesin zaferi sevinçle öğreneceklerini” belirterek, “İstanbul ve Edirne’nin de yakında kurtarılacağına inandığını” söylüyordu.

‘SİYASİ VE ASKERİ BİR AYMAZLIK ÖRNEĞİ!’

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Karşıyaka’da Akdeniz sularını seyrediyordu. Sevinçli ve gururluydu. İzmir’e girdikten sonraki duygularını, kısa ve kesik cümlelerle tuttuğu not defterine şöyle yazdı: “15 Mayıs 1335 (1919) İzmir’i işgal. 3 sene 4 ay. Ben aynı günde İstanbul’u terk… O kara günde Karadeniz’den, bugün Akdeniz’deyim.” Mustafa Kemal aynı notlarının devamında, işgalcilerin Anadolu’dan çıkartılmasını, Avrupa devletlerinin Osmanlı topraklarını paylaşmak için yüzyıllardır yürüttükleri “şark meselesi” (doğu sorunu/question d’orient) çözüme ulaştırılması olarak değerlendirecekti: “Doğu sorunu (şark meselesi) halledilmiştir. Doğu’daki azınlıkları korumak gibi ahmakça bir vesile ile doğudaki çoğunlukları esaret altına almaktan ibaret olan doğu sorunu… Cihan uygarlığına sorarım, bu mu uygarlık? Vahşiyane hareketlerde bulunanların, uygarlık, kişilik adına söz söylemeye yetkileri olabilir mi? Azınlıkları servet ve zenginlik içindeydi; kardeş gibi geçiniyorlardı. Bunları cani yapan kimdir? Tarih, İngiltere Hükümeti’nin böyle gülünç bir girişime umut bağlamasını hayretle yazacaktır. Maskara bir kavmi Türkiye’yi istila ettirerek cihangir yapmak!... Siyasi ve askeri bir aymazlık örneği!”

Mustafa Kemal Paşa’nın tarihi süreç içinden bakarak ortaya koyduğu bu düşünceler; artık Anadolu’da 19. yüzyılın ortalarından itibaren “düvel-i muazzama” deyince dizleri titreyen Osmanlı Devleti yöneticileri ve aydınları yerine, Anadolu’da kendine ve Türk milletine güvenen yeni bir gücün, yeni bir Türkiye’nin doğduğunu ifade ediyordu. Türk milliyetçileri başarmış, emperyalizmi yenmişlerdi. Emperyalizmin yenilebileceğini mazlum milletlere de göstermişlerdi. Yukarıdaki toblada anlatıldığı gibi... 

Kaynak: Türkgün Gazetesi https://www.turkgun.com/yazar/ali-guler

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum