Türk tarihinde hayvan sevgisi nasıldı?
Atalarımız çaylak, akbaba gibi vahşi kuşlara bile şefkat ve sevgiyle davranır, hayvanlara eziyet edenleri kadıya şikâyet ederdi.
Hayvanlara yapılan kötü muamelenin gerektiği gibi cezalandırılmaması tartışılıyor. Sayıları çok fazla olmasa da hayvanlara karşı vahşice davrananlara rastlamaya başladık. Hâlbuki bir zamanlar Batılı seyyah ve elçiler atalarımızın hayvanlara karşı şefkat ve sevgi dolu davranışlarını şaşkınlıkla anlatırdı. Metin And’ın “16. Yüzyılda İstanbul” isimli kitabı ile Busbecq, Wratislav, Gerlach, Dernschwam, Pedro gibi seyyah ve elçilerin hatıralarında bu konuyla ilgili birçok örneğe rastlanır.
KUŞLAR SERBEST BIRAKILIRDI
Avrupalı elçi ve seyyahlara göre atalarımız hayvanlara şefkat ve sevgiyle davranırlardı. 16. yüzyılın sonlarında Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Baron Wratislav, sokakta bir Rum satıcıdan kuş satın alıp, onları dualar ederek serbest bırakan bir Türk’ü anlatırken, bu durumu alaya alır.
Osmanlı döneminde ötücü kuşların kafese konulup, özgürlüklerinin elinden alınmasını istemeyen birçok kişiye rastlanırdı. Kuş satıcılarından para vererek kuşları alanlar, bu hayvanları kırlara giderek serbest bırakırlardı.
Avusturya Elçisi Busbecq, bu konuda gördüklerini şöyle anlatır: “Bizim mahallenin yakınlarında yayılmış dalları ve yoğun yaprakları ile dikkat çeken kocaman bir çınar var. Bazen kuşbazlar yanlarında getirdikleri küçük kuşlarla bu çınarın altına yerleşirler. Etraflarına toplaşanlardan birçoğu birkaç bakır para karşılığında bu kuşları elleriyle birer birer azat ederler. Kuşlar genellikle bu çınara konup kendilerini kafeslerinin kirinden temizler ve kanatlarını çırparak ötüşürler. Onları esaretten kurtaran Türkler de birbirlerine “Dinle bak, nasıl da seviniyor ve bana teşekkür ediyor” derler.
Nağmeleriyle kırları ve ormanları dolduran küçük kuşların öldürülmesine hatta kafese kapatılmasına razı olmazlar. Bu davranış onların hürriyetlerini engellemektir diye düşünürler. Fakat bu hususta bir fikir ayrılığı vardır. Bazı Türkler güzel şakıyan bülbülleri tutar ve bahar gelince kiraya verirler.”
ÇAYLAK SEVGİSİ
Türkler çaylaklara karşı da şefkat ve sevgiyle davranırlardı. Atalarımız çaylakların şehirleri temiz tuttuğuna inanırlardı. Bu yüzden de şehrin üzerinde uçan çaylaklar için et bulundururlardı. Bundan dolayı da çaylaklar İstanbul’dan eksik olmazdı. Bu vahşi kuşlar bile Türkler’in sevgisinden evcilleştirilebilir hale gelmişlerdi. Bir ıslık çalındığında gelip, havaya atılan eti pençeleriyle yakalarlardı. Çaylakları kimse öldürmeye çalışmazdı. İstanbullular arasındaki inanışa göre çaylakların Peygamberimiz’e hizmet etmiş olduklarına inanılırdı. Ölenlerden akbaba ve çaylak gibi vahşi kuşların beslenmesi için vasiyet yapanlar olurdu. Ölen kişinin gömüldüğü yerde kuşlara et, ciğer gibi yiyecekler verilir, bu yüzden de akbaba ve çaylaklar o bölgeden ayrılmazlardı.
KUŞA EZİYET EDEN VENEDİKLİ
Busbecq, atalarımızın hayvanların insanların şefkatine ve yardımına muhtaç olduklarına inandıklarını, bu yüzden de bir hayvana eziyet edilerek öldürülmesi veya çektiği acıdan zevk alınmasının Türkler’i hiddete boğduğunu söyleyip, bu konuda bir de örnek hadise anlatır: “Buna örnek olarak bir Venedikli kuyumcunun başına gelenleri anlatabilirim. Bu adam kuş tutmaya meraklıydı. Yakaladıkları arasında guguk kuşu büyüklüğünde ve benzeri renkte bir kuş vardı. Kuşun gagası küçük olmakla beraber gırtlağı çok büyük ve genişmiş.
Ağzını açmaya zorlandığı zaman içine bir insan yumruğu sığabilirmiş. Kuyumcu şakacı bir adamdı. Kuşun bu garipliğine şaştığı için onu evinin giriş kapısı üstüne kanatları iki yana açık olarak bağlamış, ağzını da açık tutmak için çenesinin ortasına bir tahta parçası yerleştirmiş. Sokaktan geçen Türkler durup başlarını kaldırarak kuşa bakıyorlarmış. Fakat onun canlı olduğunu ve kımıldadığını görünce haline acıyıp bu zararsız kuşa böyle azap vermenin suç olduğunu söylemişler.
Kuyumcuyu evinden çağırtıp ensesinden tutarak kadının huzuruna çıkartmışlar. Kadı adama sopa cezası vermek üzereyken Venedik Elçisi’nin adamı gelip, (iki devlet arasındaki antlaşmaya göre) suçlunun kendisine teslim edilmesini istemiş. Hâkim iyi kalpli biriymiş ve davayı halletmeye hazırmış ama Türkler’in itirazları karşısında bu talebi güçlükle kabul edebilmiş. Kuyumcu da böyle kurtulmuş.”
Kedi ve köpekler sokakta aç bırakılmazdı
Kuşları besleyenlerin yanı sıra, denizdeki balıklar için denize yiyecek atanlara da sık rastlanırdı. Kedi ve köpekler sokakta aç bırakılmaz doyurulurdu. Sokaklarda “kediye, köpeğe et” diye bağıran satıcılardan alınan etler hayvanlara verilirdi. Hatta kedi ve köpeklere pişmiş et verilirdi. Evlerin çatılarına kuşlar için yiyecek bırakılırdı.
İnsanlar, özellikle yavrulamış bir köpek varsa ona yemek artıkları, kemik ve ekmek taşırlardı. Busbecq, hayvanlara yiyecek verenlere, “Bir hayvana verdiklerini bir Hıristiyan’a olmasa bile neden kendilerinden olan akıl sahibi birine vermediklerini” sorduğunda şu cevabı almıştı:
“Her gaye için kullanılabilen ve asil bir nesne olan akıl insanoğluna Allah tarafından ihsan edilmiştir. Ancak insan bu aklı kötüye kullanabiliyor. Başına gelen felaketlere kendi hatası sebep olduğundan merhamete pek layık değil. Halbuki Allah hayvanlara insiyaki istekleri ve beslenme arzuları dışında hiçbir şey bağışlamamıştır.”
Avrupalı ile Türkler’in farkı
Avusturya Elçisi Busbecq, Türkler’in atlara davranışını şöyle anlatır: “Köylülerin taylara ne kadar özen gösterdiklerini gördüm. Onları okşarlar, evlerine alırlar, nerdeyse sofralarına kabul ederler. Tayları sanki çocukları gibi sevdikleri söylenebilir. Bunalmadıkça hiçbir zaman öfkelerini çıkarmak için hayvanlara sopayla vurmazlar. Bunun neticesi olarak da atlar insanlara gayet vefakâr davranır. Onun için, tepen, ısıran, huysuz, inatçı bir ata hiç rastlamazsınız. Bunlar son derece nadirdir. Bizim metotlarımız ise ne kadar da farklıdır? Bizim seyisler atlara devamlı bağırmazlarsa, göğüslerine vurmazlarsa atların hiçbir şey yapmayacaklarını zannederler. Böyle davranmanın neticesi olarak ne zaman ahıra girecek olsalar hayvanlar korkudan titrer ve onlardan nefret ederler.”
Avusturya Elçisi
Flaman kökenli olan Busbecq, 1554-1555, 1555-1562 tarihlerinde Avusturya Elçisi olarak İstanbul’da bulunmuştur. Elçinin seyahatnamesi, İstanbul’da iken İtalya’daki öğrencisi Nicholas Michault’a yazdığı dört mektuptan meydana gelmiştir. İlk defa 1643’te yayınlanmış ve aslı Latince olan eser birçok Avrupa diline çevrilmiştir.
Kanunî döneminde Türkiye
Avusturya Elçisi Busbecq’in “Türk Mektupları” isimli hatıraları, Kanunî Sultan Süleyman döneminin idarî ve askerî yapısı, halkın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik durum hakkında oldukça orijinal bilgiler ihtiva eder. Birçok kez Türkçe’ye çevrilen bu eserin en son Derin Türkömer tarafından yapılan tercümesi yayınlamıştır.
ERHAN AFYONCU - BUGÜN GAZETESİ
FACEBOOK YORUMLAR