Türk âlemi: Sanat ve bilim

Türk âlemi: Sanat ve bilim
20 Haziran 2020 - 20:19 - Güncelleme: 20 Haziran 2020 - 20:23

Biz Türkleri, eskiden beri Türklüğü bir nazar-ı istihkar ile bakmağa alıştırmışlardır. Bunun esbabını evvelki makalemizde mufassalen beyan etmiştik. Zaten içinde bulunduğu muhite pek çabuk kapılmak gibi nakayıs-ı milliyyeye mübtela olan Türkler şarktan garba doğru yürürken daima kendilerinden medeniyetçe yüksek akvama maddeten galebe çalarak ve bunlarla karışarak hareket etmişlerdir. Maddeten mağlup fakat seviyye-i medeniyyesi yüksek olmak itibariyle ma’nen kuvvetli ve galip olan akvam ise bittabi Türkleri kendi adat, lisan, edebiyat ve itikadat-ı milliyyelerine alıştırarak onları bilfiil bel’ etmeğe koyuldular. Bu cümleden olarak Asya-yı Garbi’de ilk kafileleri bulunan (Gazne) Türk rüesasını ve bunlar arasında (Mahmud Gaznevi)yi ta ilk günlerden itibaren Farisi üdeba, şuara, ulema ve fusahasıyla ihata edilmiş görüyoruz. Basit, sırf göçebelik hayatına mahsus sadeliğe alışkın, atından, kılıcından, alacığının [çadırının] keçesinden, sığırının sütünden başka bir şey bilmeyen şu mert, saf, bakir adamların gözleri bittabi İran medeniyetinin parlak ve mutantan a’layişi karşısında kamaştı. Fars, Türk’ün kuvve-i bizusu ve cıhangirliği karşısında nasıl diz çöktü. Arz-ı mahkulmiyyet ettiyse Türk dahi Fars’ın zahiren parlak fakat hakikatte tefessüh etmiş medeniyetine öylece meclub oldu: İşte Firdevsiler ve daha sonra Nizamülmülkler Türk’ün bu halet-i ruhiyyesinden istifade ederek onu Farslaştırmak yoluna düştüler. Garip değil mi, Türk kahramanının, Türk cihangirinin teveccühat ve ni’mat-ı bi-nihayesinden huşe-çin olan Ebulkasım Firdevsi, Farslığın ebedi medar-ı iftiharı olan “Şahname”yi vücuda getirdi. Firdevsi bu eserinde ez-cümle:

“Besi renc-gerdem derin sil si”

“Acem zende gerdem bedin Farisi”

Yani: “Otuz sene içinde bir çok renc ve meşakkat çeksem de Acem’i şu Farisi lisanımla ihya ettim,” diyor, Bundan anlaşılıyor ki Firdevsi işe başladığı dakikadan itibaren ne yapmak istediğini pek güzel biliyordu. Onun maksadı Farsları ihya etmek, Farisi lisanına yeni bir hayat yermekti. Firdevsi bu emelini icraya çalışırken en doğru yol olarak “İran” ile ‘Turan”ın, “Rüstem” ile “Afrasyab”ın iki dünyanın, iki ırkın, iki medeniyetin ezeli çarpışmalarını tasvir ediyor. Bittabi fetih ve zafer, şehamet ve necabet, rahm ve civan-merdi Farslar tarafında bulunuyor!

Bunu da her mısraına bir altın almak şartıyla bir Türk sultanının teşvik ve himayesinden, nimet ye atıfetinden, saf-dilliğinden istifide ederek yapıyor! Firdevsi’yi in’am ve ihsanına garkeden Türk sultanı ise bu neşideleri okumakla, lisan-ı Farisi ile konuşmakla, yine o kavmin adatına riayet etmekle iftihar ediyor! Fakat yalnız bu mu? Bu yolda Selçuk Türkleri, Al-i Cengiz, Al-i Timur dahi devam ediyorlar, Selçuk sultanları arasında bir mevki-i mualla kazanmış olan “Celaleddin Melikşah” bir Fars padişahından tefrik edilemez. Veziri meşhur Nizamülmülk lisan-ı Farisi’yi devletin lisan-ı resmisi haline getirdi. Al-i Cengiz’in en parlak siması olan “Hülagu” nezdinde Nasır-ı Tusi, akıl kahyalığı ediyordu. Ömer Hayyamlar ve saireler dahi Türk kahramanlarının himaye ve ikramları sayesinde yetişmişlerdir. Son zamanlara kadar Osmanlı padişahları bile Farisi eş’ar inşadıyla Farisi tekellüm ile iftihar etmekte idiler.

Eger iş yalnız lisan bilmekle kalsa idi o kadar şavan-ı ehemmiyyet olmazdı. Fakat lisan ile beraber terbiye ve tekamülümüz de başka mürebbiler elinde kalmış ve onların efkar ve hissiyatına tabi olmuştur. Halbuki şu ecnebi terbiye, şu yabancı efkar ve hissiyatı bize Türklük hakkında fenalıktan, nefretten, istihkar ve istihfaftan başka bir şey ilka etmemiş ve edemez. Zira Türk şarktan garba doğru gelirken birçok akvamı ezmiş, bir çoğunun istiklilini, saltanatını mahvetmiştir. Bu ezilen, saltanat ve istiklalleri mahvolan akvam tabiidir ki hakkımızda iyi fikirler beslemezler. Bilakis, kalplerinde bıze ait ne kadar hiddet ve nefret varsa, fırsat buldukça cümlesini istimal eylemişlerdir. Bugün kendi tarihlerimizde dahi yer bulan “bedgirdar”, “hunhar”. “firne-engiz”, “zalim” sıfatları Türklerin zor bizusuna karşı mukavemet edemeyen akvam-ı mahkumenin hakkımızda istimal ettikleri tavsifat, hissiyat nümuneleridir. Avrupalıların, klişe haline gelmiş Tete de Turc ve Ferocite turgue gibi tabirleri -ki bazan biz de kullanmaktan haya etmiyoruz- bu cümledendirler.

Bir kavmin evsaf ve mezayası, aynı kıt’ada bulunan diğer akvam ile mukiyese neticesinde belli olur. Türkler, Fransızlara, Almanlar, İngilizlere hatta Ruslara nispeten pek geridedirler. Fakat Türkleri işbu akvam ile mukiyese etmek kıyas-ı maa’l-farık kabilindendir. Zid ne tarihimizin suret-i cerayanı, ne vaziyet-i coğrafyamız ve ırkımızın mensup olduğu kıta, ne de merbut bulunduğumuz medeniyetin avamill-i esasiyyesi garp akvimı ile mukayeseye müsaittirler. Türkleri ancak içinde bulunduğu Asya akvimı ile karşılaştırarak tetkik etmek kabildir. Böyle bir tetkik ise hem akıl ve hikmete ve hem de fenne muvafık olur.

Böyle bir tetkik neticesinde acaba Türkler ne gibi bir vaziyette bulunabileceklerdir? Bu suale cevap olarak diyebiliriz ki bütün Asya akvamı arasında, Japonlar istisna edildiği halde, en müterakki ve en medeni kavim, Türk kavmidir. Bunu ispat etmek için Türk alemine bir nazar-ı umumi atfedelim: Ewela, Türklerin tam manasıyla bir edebiyata malik olduklarını kimse inkar edemez. Kemaller, Abdülhak Hamidler, Mehmed Eminler, Tevfik Fikretler, Ahmed Hikmetler, Cenab Şahabeddinler öyle simalardır ki elyevm herhangi bir garp edebiyatında bile muhterem bir mevki ahzederek o edebiyata şeref-bahş olabilirler. Sair Asya akvamı ise -ister İslan, Hristiyan, ister putperest olsun- edebiyat-ı hazırada Türklerden henüz pek geridedirler. Bu hal yalnız Osmanlılara münhasır kalmayıp bütün Türk alemine de şamildir. Kafkasya’da, Azerbavcan’da, Kazan’da, Kırım’da Tevfik Fikretler, Abdülhak Hamidler yoksa da Gaspirinskileri, Müzennibleri, Hüseyinzadeleri, Semendirleri, La’lileri Rızauddınleri, Abdullahları, Fatihleri, Ayazları vardır.

Matbuata gelince: Asya’da yine Türkler kadar terakki etmiş diğer bir kavim yoktur. Memallik-i Osmaniye’de yüzlerce Türk gazetelerinden, mecmualarından maada bugün Kırım’da, Kafkasya’da, Hacı Tarhan’da, Kazan ve Petersburg’da, Ufa ve Örenburg’da muhtelif Türk şivelerinde birçok yevmi, üsbui cerideler, mecmualar, mizah gazeteleri neşredilmektedir. Hele Tiflis ‘te çıkmakta olan “Molla Nasruddin” mizah mecmuası, veyahut Bahçesaray’da otuz seneden beri bila-fasıla intişar eden “Tercüman”, bir vakit Bakü’de neşredilmiş olan “İrşad” ve elyevm Öranburg’da çıkan “Yakit” gazeteleri muhteviyatının ciddiyeti, mesail-i ictimaiyye, siyasiyye ve iktisadiyyede ibraz etmekte olduklan vukuf itibariyle Avrupa matbuatına yaklaşmaktadır. Yevmı ve üsbui neşredilmekte olan şu müteaddit Türk gazeteleri garp ile şark arasında mühim bir rabıta vasıtası teşkil ederek günden güne garbın bedaiyi-i efkar ve hissiyatını şarka doğru sürüklüyor ve bundan yalnız Türkler değil Asya’da sakin diğer akvam-ı İslamiyye dahi müstefid oluyor. Bugün İran’a efkar-ı ahraraneyi, hissiyat-ı terakki-perveraneyi sokan Kafkasya Türk ziyalıları ve Türk matbuatı olmuştur. Türk matbuatı Asya’nın kısm-ı a’zamında en mühim ve en muessir bir amil-i medeniyyet ve terakki rolünü oynuyor.

Ulum ve fünunda dahi Türkleri birinci safta görüyoruz:

Asya-yı Garbf’de eğer ulum ve fünun varsa yine Türklerin ellerindedir. Bugün, ne denilirse denilsin, Osmanlılık’ta, bütün nevakısı, bütün kusurları ile beraber muntazam bir teşkilat-ı ilmiyye ve fenniyye mevcuttur. Garpta ulum ve fünunca, edebivatça tanınmış olan zevatın te’lif-gerdeleri olan asar, Osmanlı Türkçesi’ne az çok tercüme edilmiştir. İran, Hindistan, Afganistan, Kafkasya ve Türkistan ve Şimali Rusya’da sakin akvam-ı İslamiyye, Osmanlı Türkçesi’ne nakledilmiş asar-ı garbiyyeden istifade etmektedir. Afgan, Hind ve Fars lisanlarına tercüme olunan asarın kısm-ı a’zamı Türkçedendir. Türk üdeba, şuara ve ulemasının tasnifatı salifü’z-zikr lisanlara tercüme olunuyor. Mekatib ve tedrisata gelince: Asya-yı Garbi’de sakin Ermeniler gibi müterakki Hristiyanlar istisna edilirse, Türkler yine sair akvimın cümlesinden yüksek bir mevkide bulunuyorlar. Ye bu yolda her gün terakki ve teali ediyorlar. Bu mahallerde elyevın mevcu t olan Türk mekteplerinin, medreselerinin ve sair müessesat-ı irfaniyyelerinin adedi on sene bundan evvelkiyle nispet edilecek olursa yüzde yüz tezayüd etmiş olduğu görünür.

Türkler, ticaret ve sanayi

Türkler hakkında öteden beri kabul edilmiş yanlış bir fikir vardır: Guya Türkler ticarete, sanayie meyl ve istidad göstermezlermiş. Bu mesele hakkında ileride bir tafsil malumat vermek isteriz. Şimdilik yalnız şunu söyleyelim ki bu fikir tashih olunmak lazımdır. Osmanlı Türkleri arasında ticaret ve sanayiin taammüm etmemesine başka sebepler vardır, bu sebeplerin izahını diğer makalemize bırakıyoruz. Fakat Türk kavmi nerede müsait şerait görmüş ise hemen ticaret ve sanayide de istidad-ı fevkaladesini izhar eylemiştir. Başka yerlere gitmeyelim; yalnız Azerbaycan, Kafkas ve Kazan Türklerinin ahval ve maişetlerini tetkik edelim: Bugün bütün İran’ın ticareti, Tebriz Türkleri elindedir.

Tahran’da mevcut en büyük ticarethaneler, en büyük müessesat-ı maliye Tebrizlilere aittir. Azerbaycan Türkleri elyevm Maveri-yı Bahr-ı Hazer’i, Şimali Katkasya’yı bile iktisaden istila etmişlerdir. Petrofski’den başlayarak Derbend’e, Viladi Katkas’a, hatta Rusya’nın içerilerine kadar yürümüşlerdir. Katkasya ve Kazan Türklerine gelince, bunlar bulundukları muhitin hakim-i iktisadileridir, denilebilir; Katkasya’da Ermeniler, Kazan’da Ruslar Türk tüccarı ile, Türk sanatkarları ile mübareze edemiyorlar. Elyevm Kafkasya’da bir kaç yüz milyon franklık serveti olan sermayedaran vardır. Rusya Türkleri arasında da büyük zenginlere tesadüf ediliyor. Umumiyet itibariyle gerek Azerbaycan’da, gerek Katkasya’da servet Türklerin elindedir. İlk çuha fabrikasını Kalkasya’da Türk Hacı Zeynelabidin Takiyef tesis etti. Ve Volga Havzası’nda, Rusya İmparatoriçesi Katerine taralindan tesis olunup, Rus zadeganına verilen çuha fabrikalarının da bir kısmı mürur-ı zamanla Türkler eline geçti. Kazan, bez, sabun, sahtiyan sanayinin Şarki Rusya’da en mühim merkezidir. Bahr-i Hazar üzerinde mevcut bütün ticaret filosu Türk sermayedaranınındır. Katkasya’nın balık avı, neft madenleri, Asya ticaretleri umumen Türklerdedir. Rusya ve İran’da mühim bir mevki-i iktisadileri bulunan Rusya Türkleri, matbuat ve mekatib-i milliyyenin ihyası için bu volda büyük ianatta bulunurlar. Oralardaki Türk erbab-ı iktisadı yalnız kazanmayı değil, kazanılmış paranın nasıl sarfedilmesi lazım geleceğini de biliyorlar. Bu havalide mekatib ve mesacidin kaffesi, zengin Türklerin muavenet-i nakdiyyeleri sayesinde vücut buluyor!

Bundan anlaşılır ki Türk seyfe, kaleme, ilim ve fenne müstaid olduğu derecede ticaret ve sanayie de istidatlıdır. Biz eminiz ki Osmanlı Türkleri de bundan sonra bu husustaki istidatlarını izhar edeceklerdir ve hatta izhara başlamışlardır.

Buraya kadar basdettiğimiz mütalaattan istihrac edeceğimiz netice şudur: Türk, her türlü teşebbüsatta daimi ileriye gitmeye müstaiddir. Onun ihatası hiricinde kalacak, onun gözünü yıldıracak hiçbir sanat ve meslek yoktur. Binaenaleyh henüz pek genç olan Türk ilim ve fenniyle, sanat ve ticaretiyle daha pek çok asırlar yaşayacaktır; ve Türklüğün parlak istikbali ilerimizdedir…

Kaynak: https://asasmedya.info/news/culture

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum