Suriyeliler göz yaslarıyla Osmanlı ordusunu uğurladı!

Birinci Dünya Savaşı'nda Suriye, Filistin ve Hicaz'dan çekilmek zorunda kalan Osmanlı ordusu "bizi kimlere bırakıp gidiyorsunuz" diyerek ağıt yakan halkın gözyaşlarıyl

Suriyeliler göz yaslarıyla Osmanlı ordusunu uğurladı!
13 Nisan 2012 - 10:55

Suriyeliler gözyaslarıyla Osmanlı ordusunu uğurladı!

Başbakan Erdoğan, "Büyük Türkiye ideali" başlığıyla "Harp Akademileri"nde verdiği konferansta, Medine Müdafaası kahramanı Fahrettin Paşa'dan ve Suriye'nin Havran bölgesinde jandarma komutanlığı yapan Selahattin Günay'dan anekdotlar aktarmıştı. Bu çarpıcı anekdotlarda Arap coğrafyasında Türkiye'ye duyulan derin muhabbetin ülkemizin dış politikasındaki yansımalarına dikkat çekiliyor. Birinci Dünya Savaşı'nda Suriye, Filistin ve Hicaz'dan çekilmek zorunda kalan Osmanlı ordusu "bizi kimlere bırakıp gidiyorsunuz" diyerek ağıt yakan halkın gözyaşlarıyla uğurlanmıştı. İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yapan ayrılıkçılar ise ihanetlerinin bedelini çok ağır ödedi. Kahire, Şam, Bağdat ve Kudüs gibi bin yıldan fazladır İslam medeniyetinin merkezleri şehirlerimiz yabancı güçlerin işgali altına girdi.

Kim ne derse desin, Birinci Dünya Savaşı'nın asıl amacı Osmanlı İmparatorluğu'nun Asya'daki topraklarını da sömürgeleştirmekti.

İngiliz casus Lawrens ve hempalarının sandıklar dolusu altın dağıtarak, "size Büyük Arap İmparatorluğu vereceğiz" diyerek aldattığı Mekke Şerifi Hüseyin ve yandaşları İngiltere ve Fransa tarafından ihanete uğradıklarını anladıklarında herşey bitmişti.

İngilizler ve Fransızlar arasında yapılan bir gizli anlaşmayla Suriye ve Lübnan Fransa mandasına, Irak, Ürdün ve Yahudilere yurtluk olarak vaadedilen Filistin ise İngiliz mandasına girmişti.

Osmanlı İmparatorluğu paramparça edilmişti ama Arap ayrılıkçılar da emellerine nail olamamışlar ve bu büyük İslam toprakları sömürgeci Batılı güçlerin egemenliği altına girmişti.

Osmanlı bir ihanete uğramıştı ama ihanet edenler de ihanete uğramıştılar.

İhanet edenler, Mekke Şerifi Hüseyin gibi ihanetlerinin cezasını çektiler ama Arap kardeşlerimizi içine düşürdükleri zillet uzun yıllar devam etti.

Müslüman toplumları birarada tutan İslam hilafeti, Osmanlı yıkıldıktan sonra bir daha tesis edilemedi.

Sadece Osmanlı değil İslam milleti de paramparça edilmişti.

HARBİYELİLERİN DESTANI

Suriye ve Filistin sükut ettikten sonra bu bölgelerdeki Osmanlı askerleri Anadolu'ya doğru çekilmeye başlamıştı.

Medine Muhafızı Fahrettin Paşa, İstanbul hükümetinin "teslim ol ve şehri teslim et" ısrarlarına rağmen bir süre daha direnmişti.

Medine Savunması hafızalarda derin izler bıraktı.

Ali Fuat Erden Paşa bakın bu muhteşem savunma için ne demiş:

"Medine müdafaası, bir çeşit Harbiyelilerin destanıdır. Hiçbir Harbiyeli, bunu göğsü kabarmadan okuyamaz."

Birinci Cihan Harbi bir imparatorluğun, bir medeniyetin, bir milletin çöküş hikayesidir.

Türk, Arap, Kürt müslümanların yabancı güçlerin çıkarları uğruna birbirinden koparılmasının hazin hikayesidir.

Oysa Osmanlı ordusunun Suriye, Filistin ve Hicaz'dan çekilmesi bölge halkları tarafından gözyaşlarıyla karşılanmıştı.

Mekke Şerifi ve hempalarının ihaneti bu yüzden Arapların ihaneti olarak görülemez, görülmemeli.

Harp Akademileri'nde "Büyük Türkiye ideali" adlı "Komutan Konferansı"nda Başbakan Erdoğan, Fahrettin Paşa ile Suriye'de Havran'da görev yapmış olan jandarma komutanı Selahattin Günay'dan bahsetmiş.

Genç kuşaklar Fahretin Paşa'nın destanlaşan Medine müdafaasını muhakkak okumalılar.

HIÇKIRA HIÇKIRA AĞLADI

Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak Fransız ve İngiliz mandasından çıktı ama Arap kardeşlerimiz bir türlü özledikleri felaha ulaşamadılar.

Hala bu bölgeler İslam coğrafyasının kanayan yaraları.

İşte Suriye'de temellerini Fransızların attığı "azınlık rejimi" kırk yıldan fazladır, Esed hanedanına dayanan "Baas diktatörlüğü" tarafından yönetiliyor.

Arap Baharı'nın Suriye'de verdiği kayıp onbine ulaştı.

Suriye halkı daha iyi bir yönetime kavuşmak için muhabbet duyduğu Türkiye'den yardım bekliyor.

Osmanlı ordusunun Suriye'den ayrılışı sırasında Selahattin Günay karşılaştığı bir manzarayı "Bizi kimlere bırakıp gidiyorsun Türk?" başlıklı hatıralarında şöyle anlatıyordu:

"Bu ayrılış o kadar hazindi ki, bunu layıkıyla izaha imkan göremiyorum. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki bu ayrılışta duyduğum hüzün ve elemi babamdan ve baba ocağından ayrılışımda duymamıştım. O canım yerleri belki bir daha görmemek üzere terk ediyor, vatanın bu parçasını öksüz ve yetim bırakıyorduk. İki gözümüz iki çeşme gayrı ihtiyari boşanıyor her attığımız adımı artık hasretle geride bırakıyorduk. Ah o ne acı anlar ve günlerdi.. Nereden ve nasıl haber almışsa, tam vedalaşıp kaleyi terk ederken büyük kapıdan çıktığımda, tahsil görmüş yirmi beş yaşlarında bir Arap delikanlısı karşıma çıktı. Onu uzaktan görür ve bilirdim. Fakat konuştuğum bir şahsiyet değildi. İki elimi öptü, 'Ah siz ve siz Türkler bizi kimlere bırakıp böyle gidiyorsunuz ya Selahaddin? Arkanızda koca bir tarih bırakarak buradan ayrılıyorsunuz. Ne yazık ki biz sizleri bulamayacağız' diye hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve ayakta duramıyordu. Sonra kalenin duvarına dayandı. Ne çare ki ben yolumdan kalamazdım."

"HALK HALA SİZİ SEVİYOR'"

Merhum tarihçi-yazar Feridun Kandemir, Medine'de kalan Türk ağır yaralılarını tedavi etmek için görevlendirilen "Hilal-i Ahmer"(Kızılay) heyetine katılmıştı.

Heyet görevini tamamladıktan sonra İstanbul'a dönmek üzere trenle Şam'a gelmişti. Merhum Kandemir, 1917'de Şam'da karşılaştığı manzarayı 1937'de "Cumhuriyet" gazetesine şöyle anlatmıştı:

"Yollarda; Şam'da hüküm süren Türk düşmanlığını dinleye dinleye kulaklarımız dolmuştu. Fakat biz Şam sokaklarına Kızılay üniformalarımızla çıkmaktan korkmamıştık. Halk etrafımızı sardı. Boynumuza sarılanlar; ağlaşanlar hesapsızdı."

Şam halkı baklava tepsileriyle koşup sokak ortasında Kızılay heyetine ziyafet veriyor ve bu sırada da "Yaşasın Türkiye" diye bağırıyorlardı.

Kızılay heyetinin Şam'da nasıl karşılandığını söyle anlatıyordu merhum Kandemir:

"Ertesi günü, sonraları Irak Saray Nazırı ve ilk gününden ölümüne kadar Kral Faysal'ın Başyaveri bulunan Tahsin Kadri Beyin –ki daha evvel Medine'de Fahri Paşa maiyetinde bulunuyordu-delaletiyle Faysal tarafından kabul edildik.

Hakkımızda büyük samimiyet gösteren (!) Faysal; ayrılırken; o gece için bizi heyet halinde tiyatroya davet etti; memnuniyetle gittik. O gece Faysal da maiyeti ile tiyatroda idi. Biz localarımızda görünür görünmez; hıncahınç tiyatro salonunda "Yaşasın Türkiye!.." diye kir kıyamettir koptu. O koca kubbe bu devamlı nida ile çınladı durdu. Bütün gözler muhabbetle bize çevrilmişti.

Son perdeyi mütaakip sokağa çıkıyorduk. Şam'ın büyük meydanı halkla dolmuş, taşıyordu. Arabalarımıza polisin yardımı ile açılan yoldan güçlükle binebildik. Ve bir lahzada gördük ki faytonların atları çözülmüş ve halk birbirini ite kaka; bağıra çağıra arabamızı çekmeye çalışıyor.. O gece sabaha kadar bizi bırakmadılar.

Ertesi sabah seyahat işlerimiz için son defa Faysal'ın yanına girdiğim zaman, onun titrek dudaklarından şu sözleri işitmiştim:

-Halk, hala sizi seviyor. ..

Zavallı Lawrens.. Ne kadar isterdim ki elinde bir salkım altın sarısı üzümle 'Şam sizi selamlıyor!' müjdesini aldıktan birkaç ay sonra aynı Şam sokaklarının şahit olduğu bu büyük sevgi tezahürünü de görseydi."

Osmanlı Şam'dan böyle çekilmişti.

 

Halep-Şam treninde bir hasbihal

Merhum Feridun Kandemir, Fransız işgali altındaki Suriye'ye 1937'de ikinci kez gittiğinde de, 1917'de karşılaştığı manzara değişmemişti. Suriyelilerin Türkiye'ye olan sevgisine tanık olan Kandemir "Cumhuriyet" gazetesinde şunları yazıyordu:

"Halep'ten Şam'a giden trendeyim. Bizim kompartımanda ak sakallı, çenesi bir lahza durmayan bir Fransız papazı, gazetesini okumaya dalmış bir Fransız subayı, ipek entarili, kırmızı fesli bir Şamlı, iki yerli izci ve ben bir garip cemaat teşkil ediyoruz.

Papaz kaşla göz arasında izcilerle ahbap oldu. Eski talebeleri imiş. Şamlı güler yüzüyle, hepimizle dostluk kurdu, tepesindeki ağdan çantasını indirdi. İçinden çıkardığı şeylerle hemen bir küçük nargile yaptı.

'İştahlanan buyursun. Yolculukta naz olmaz.'

Pişkeşine iltifat eden çıkmayınca marpucu dudaklarından ayırmadan, ellerini tekrar çantasına daldırdı baklava kutusunu çekti, kapağını açarak, 'Faddal. Faddal!', 'Buyurun, Buyurun' diye gezdirdi. Sonra, onu bıraktı, biraz evvel köylü çocuklardan aldığı yemiş sepetlerine davrandı. Elma, üzüm, nar ikram etti.

'Reddeden kalbimi kırar' diyordu. Bu esnada yanımdaki izci, elimdeki gazeteye yan gözle uzun uzun baktıktan sonra, sordu:

'Affedersiniz', dedi, 'Bu gazete..', 'Türkçedir'.

Şamlı tiryaki, nargilesinin dumanını savururken, birden kulak kabartarak, irkildi:

'Demek siz Türksünüz... Hiç de belli olmuyor, nerede bizim bildiğimiz Türkler... Cemal Paşa bile sakallı idi. Enver Paşa'nın palabıyıkları vardı.

Bunları söylerken, hemen çıkardığı yuvarlak bir şekerleme kutusunun kapağını açtı, bana uzattı:

'Türksün de, deminden beri neye söylemiyorsun ya Hayyu?.. (Kardeşim?) Buyur Allah aşkına. Ye atanı seversen... Afiyetler olsun, ye de, ne Şam'ın şekeri ne Arabın yüzü, deme... Bir daha al, bu kayısıyı da tat, Muhammed aşkına... Türksün ha! Buyur Allah aşkına!'..

Ve bu ikrama hayretle bakan izcilere döndü, 'Darılmaca yok, bundan size veremem... Hediye götürüyorum. Kutu bozulursa ayıp olur'..

Delikanlılar gülüyorlardı, 'Kutu zaten bozuldu... İşte mösyö aldı ya..'

O ana kadar kalender, babacan, şakacı olan Şamlı tiryaki birden sinirlenir gibi oldu..

'Mösyö mü?... Gözlerinizi açın, Türktür o!.. Ona canım feda.. Şekerlemeyi hediye edeceğim yere, yolda bir Türk'e rastgeldim, dayanamadım, kutuyu açtım desem, neye bizim için de ikram etmedin diye kıyameti koparacaklarından eminim... Siz ne diyorsunuz çocuklar? Ama sahi siz ne bileceksiniz bizim bildiğimiz Türkleri?"

 

Beyrut rıhtımında muhteşem veda

1920'de Meclis-i Mebusan birinci reis vekilliği yapan, "Misak-ı Milli" metnini kaleme alanlardan, merhum devlet ve fikir adamlarımızdan merhum Hüseyin Kazım Kadri Bey1918'de mütareke ilan edildiğinde 6 yıldır Beyrut'ta bulunuyordu.

Kadri Bey, Osmanlı bayraklarının indirilip yerine Arap bayraklarının çekildiğini görmüştü. Daha sonra da Arap bayraklarının indirilip, yerlerine Fransız bayraklarının çekildiğine şahit olmuştu

Suriye ve Lübnan'ın her yerinden yüzlerce Osmanlı subayı ve idari memurları aileleriyle birlikte Beyrut'ta toplanmıştı. Fransız işgal makamları bir an önce Beyrut'u terketmelerini istemişti.İstanbul'a dönmek üzere hazırlanan aileler eşyalarını rıhtıma indirmişlerdi

Bundan sonra olanları Hüseyin Kazım Bey anılarında şöyle anlatıyordu:

"Vapur da geldi, yanaştı; kocaman bir transatlantik... Bir taraftan da hükümetin istediği defteri tanzim ediyorduk. Her ailenin elinde fotoğraflı ve lazım gelen izahatı havi bir vesika vardı ve defterlerimiz muntazam halde idi. Fakat rıhtımda toplanan eşyayı vapura taşımak bir mesele idi; hamal bulmak ve sonra bir çok para vermek lazımdı.

Miralay Tomson da vapurun o akşam hareket edeceğini ileri sürerek eşyanın hemen vapura naklini istiyordu. Şaşırıp kalmıştık. Bir an için düşünüp bir çare buldum ve "ben bu eşyayı iki saat içinde vapura naklettiririm, fakat siz hiç itiraz etmeyecek ve uzaktan seyirci kalacaksınız" dedim. Tomson güldü ve "Muhammed'in yeni bir mucizesini mi göstereceksiniz" cevabıyla mukabele etti. "Evet, çok iyi keşfettiniz! Ben de Muhammed (S.A.V)'in bir mucizesini size göstermek istiyorum" cevabını verdim. "Pek iyi, hiçbir itiraz etmem" dedi.

İngiliz ordusunun ahmal ve eskalini taşımak için yüzlerce Mısırlı hamal vardı. Bunların çavuşları olan eli kamçılı bir Arap orada bulunuyordu. Yanına giderek ve bizim müslüman ve muhacir olduğumuzu bildirdikten sonra eşyamızın vapura nakli için maiyetindeki hamallara emir vermesini rica ettim. Adamcağız derhal avazı çıktığı kadar bağırarak: "Bakınız evlatlar! Amucamız(!) bize ne teklif ediyor. Bu eşyalar şimdi vapura taşınacak; biz de Müslüman kardeşlerimize dinen mecbur ve mükellef olduğumuz yardımı yapacağız!" sözlerini söylemişti ki yüzlerce Mısırlı hamallar bir anda tehacüm ederek eşyamızı iki saata varmadan vapurun ambarına indirdiler. Tomson hayret ve hiddetle bakıyordu. "İşte Muhammed'in mucizesi" dedim. Hiçbir cevap vermedi ve oradan çekilip gitti.

Ellenga vapuru tayin edilen saatte hareket etti. Başta müfti olduğu halde memleketin uleması ve ekser eşrafı bizi teşyi için geldiler. Kucaklaştık, ağlaştık. Ve bu tarzda Suriye'den ebediyyen ayrıldık. Çok yorgun idim. Banyoya girdiğim sırada vapur da hareket etmeye başladı. O aralık kapıya bazı zevat gelip hemen dışarı çıkmamı istiyorlardı. "Ne oluyor" sualime de "çıkınız, neler göreceksiniz!" diyorlardı.

Güverteye çıktığım vakit, eşyamızı vapura taşıyan Mısırlı hamallarla Beyrut'lu binlerce adamların rıhtım üzerinde saflar teşkil edip ve bir bayrak açıp "Allahu yansuru'l-İslam (Allah İslama yardım etsin)" diye bağırdıklarını ve bizimkilerin de vapurdan mukabele ettiklerini gördüğüm zaman bila-ihtiyar gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. Orada hazır bulunan İngiliz ve Fransız zabitleri put gibi hareketsiz durmakta ve bu heyecanı ve tezahüratı hayretlerle görmekte idiler. Miralay Tomson "Muhammedin yeni bir mucizesini" daha görmüştü. Bu hal, din-i Muhammediye'nin vücut vermiş ve asırlardan beri idameye muvaffak olmuş olduğu "uhuvveti-i diniye"ye ait bir tezahür ve galeyan idi."

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum