Soykırım yalanları karşısında gerçek cinayetler

Töre dergisinde 1982 yılında yayımlanan bu yazı, Ermeni terör örgütü Asala'nın şehit ettiği insanlarımızın hatırasını canlı tutarak, sözde Ermeni soykırımı masallarını o dönemde yaşayan yabancıların Piyer Loti'ye yazdığı mektuplarla değerlendiriyor.

Soykırım yalanları karşısında gerçek cinayetler
20 Ağustos 2022 - 09:03

Muhtar TEVFİKOĞLU tarafından yazılan bu makale 1982 yılında Töre dergisinin 130. sayısında yayımlanmıştır.
 

Türk kanına doymayan Ermeniler, vahşetlerinin bir yeni örneğini daha ortaya koydular: Los Angeles Başkonsolosumuz Kemâl Arıkan’ı cadde ortasında şehit ettiler. Her zaman olduğu gibi bu son olayda da tedhişçileri kınadık. Evet, yine sadece kınadık… Ne biçim laftır bu kınama? İçine, basit manada kusurlu, hatalı, kabahatli bulmadan en ağır suçlama ve lanetlemeye kadar yarım düzine kavramı tıka basa doldurduğumuz bu torba kelime ile köpürüp taşan duygularımızı ifade etmek mümkün mü? Bu kaçıncı kurban? Son cinayetten tam 9 yıl önce yine aynı yerde Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ile yardımcısı Bahadır Demir, yine bir Ermeni tarafından ve yine aynı kuyruklu yalanla öldürülmüştü. İki hadise arasındaki devrede verdiğimiz kurban sayısı 20’dir. Ayrıca 9 Türk de yaralanmıştır. Los Angeles’da 27 Ocak 1973 günü işlenen ilk ikiz cinayetin hemen arkasından sıcağı sıcağına yazıp yayınladığımız bir makaleyi, hafızaları tazelemek maksadıyla, burada tekrar sunmak istiyoruz. Ayrıca, öbür sütunlarda, kronolojik olarak sergilediğimiz 9 yıllık Ermeni tedhiş bilançosunun da bir daha gözden geçirilmesini ve hiç unutulmamasını diliyoruz.

Los Angeles’ta vazifeli iki genç ve seçkin diplomatımızın, 27 Ocak 1973 günü bir Ermeni tarafından hile ile Santa Barbara’ya davet edilerek öldürülmesi, basında Türk – Ermeni ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesine yol açtı. 77 yaşındaki katil Mıgırdıç Yanıkyan, bu cinayeti, sadece Türk milletine karşı duyduğu kin ve düşmanlıkla işlediğini itiraf etmiş, kendisinin «öncü» olduğunu, Türklerden intikam aldığını söylemiş ve bütün Ermenileri savaşa çağırmıştır. Hâdisenin en dikkate değer tarafı budur. Marazi bir ruhun karanlık izbelerinde barınan birtakım azgın ihtirasların birdenbire gün ışığına çıkıp kanlı yollara dökülüşü psikiyatri bakımından olduğu kadar, siyasî tarih açısından da düşündürücüdür. Hangi kin, hangi intikam? Gerçi, 80 seneden beri gizli hesaplara, kötü niyetlere dayanan, kışkırtma, iftira ve tezvirle beslenen plânlı, düzenli bir kampanyanın yürütüldüğünü herkes biliyordu. Belli temaların işlenip durduğunu, kin ve intikam bezirgânlığının sürdürülüp gittiğini herkes görüyordu. Fakat bütün bunlara rağmen hâlâ bir “Ermeni meselesi”nin mevcut olduğuna hiç kimse inanmıyordu. Asırlar boyunca aramızda hür ve müreffeh yaşamış, bu aziz vatanın nimetlerinden bizden çok yararlanmış olan bir azınlığın bizimle görülecek bir hesabı olabilir mi? Geçmişin hesapları Türk’ün sonsuz müsamahası, fazileti ve efendiliğiyle kapatılmışken, tekrar eski defterleri karıştırmak onlara bir şey kazandırabilir mi? O eski defterlerde, budalaca tahriklere kapılmış Ermenilerin hıyanet ve cinayet izleri var. Kar henüz bütün izleri örtmemiştir. Onları hatırlamak isterler mi? Millî geleneğimizdeki muaşeret inceliğiyle kabuk tutmuş yaraları hiçbir zaman deşmek istemedik, yine de istemiyoruz. Ancak, kin ve intikamdan söz açılınca, biz de elimizde bulunan sayısız belgeden, hiç olmazsa bir iki tanesini ortaya koymak zorunda kalıyoruz.

Şu mektupları birlikte okuyalım. Şark ordusunda bulunmuş bir askeri doktorun mektubu (Paris, 29 Mart 1920):

“Kumandanım, Size yeni bir fikir verecek değilim elbette, ama Türklere ait gerçekleri dile getirirken sizi alkışlayanlara katılmak isterim, izin verirseniz iki hâdiseden bahsedeyim, doğruluğuna yalnız ben değil, taburumdaki bütün subaylar ve astsubaylar şahittir. Yirmi ay yedek tabip olarak şarkta bulundum. «Şarka ait intibaım şudur ki, ister Süryani olsun, ister Rum veya Ermeni olsun, Hristiyan denen insanlardan bütün bütüne sıtkım sıyrıldı. Aralık 1918’de, yüzbaşı M… tabur kumandanı olarak İskenderun’un idaresini ele almıştı. Sancağına maalesef Şark alayından Ermeni kıtalarının sevkini önleyemedi. Bu Ermenilerden bir bölük Belen bucağında konaklamıştı. Bunlar hemen yakaladıkları Türkleri öldürmeğe başladılar. Korkunç bir şeydi bu. Böylece, bir sabah, bir yol üzerinde ihtiyar bir Türk köylüsünün cesedi bulunduğu haber alındı. Yüzbaşı M… Belen belediye tabibinden ölüyü muayene etmesini ve soruşturmaya esas olmak üzere bir adli tıp raporu tanzim etmesini istedi. Bu doktor, sureti mahsusada Fransız makamları tarafından, belirli bir ücret ödenerek Belen belediye tabipliğine tayin edilmiş sivil bir Ermeni idi. Raporunda, muayene bulgularına göre cesette, mavzer tüfeğine ait bir mermi yarası tespit edildiği bildiriliyordu. (Oysa, Belen bölgesinde henüz bazı Türklerin veya Kürtlerin elinde Alman tüfekleri vardı sadece). Yüzbaşı M… bu acayip raporu getirip bana gösterdi; yaranın görünüşüne göre, çıkarılmamış bir merminin hangi millete ait olduğunu nasıl teşhis edebildiğine akıl erdiremediğimi söyledim. Bunun üzerine yüzbaşı derhal otomobile atlayıp Belen’e gitti; öldürülen Türk’ün vücudunu çıplak olarak tetkik etti ve birçok astsubayın huzurunda, Fransız süngülerine ait müteaddit darp asarının mevcut olduğunu tespit etti. (Bilindiği gibi Fransız süngüsü vücutta üçgen şeklinde, karakteristik yaralar açan yegâne âlettir.) Ateşli silâh yarasına ait hiçbir iz yoktu. O tarihte Belen havalisinde yalnız Ermeni askerlerinin elinde Fransız süngüsü vardı. Hikâyenin öte tarafı pek mühim değil. İşte bir Ermeni ki tahsil terbiye görmüş, mükemmel Fransızca konuşuyor, hangi fakülteden mezun olduğunu söylemeyeceğim ama tıp doktoru, kendisine hekimlik şerefi diploma ile tevcih edilmiş, buna rağmen bir resmî vesikada, açıktan açığa gerçeğe aykırı şeyler beyan ediyor. Bundan başka, 1919 Ocak ayında Dörtyol’un Ermenilerle meskûn bir köyünde karışıklıklar çıkmıştı. Dörtyol, Şark Alayının bir bölüğü tarafından işgal edilmişti. Harp başlayınca buradan sürülmüş olan birçok Ermeniler tekrar köye dönmüşlerdi (Bu sürgünlerde Alman generali Liman Von Sanders’in büyük ölçüde sorumlu olduğu söylenebilir). 1919 Ocak ayının başlarında Dörtyol bölgesinde her an Türklerin öldürüldüğü haberleri İskenderun’a geliyordu. 11 Ocak akşamı, Dörtyol ile, bu köyün yüksek bir dağ yamacında, Kürtlerle meskûn bulunan kısmı arasında atış başladı. Köyün Fransız idaresi altındaki Ermeni bölümünde, bir Türk jandarma teğmeninin emrinde Türk jandarmaları vazife görüyordu. Silâh seslerini duyan teğmen, 12 Ocak günü öğleden sonra, üniformalı olarak tek başına keşfe çıktı, Kürtlerin hâkim olduğu yere gitti. Ermenilere karşı açılan ateşin durdurulması için emir verirken Kürtlerin mermileriyle kollarından yaralandı. Nihayet Fransız kumandanının oraya gelivermesiyle karışıklık yatıştı. İki mitralyözle bir avuç kahraman asker sükûneti sağladı. Türk teğmenini, yaralandıktan iki saat sonra Dörtyol’da gördüm ve tedavi ettim. Şark Alayındaki Ermeniler bana bu hâdiseyi teferruatıyla anlattılar; onlar bile Ermenileri korumak için kendi hayatını ortaya koyan bu Türk’ten saygı ile bahsettiler.”[1] Dr. Philippe Guiberteau (imza ve adres)

İki Fransız kadınının mektubu

Pierre Loti’ye gönderilen bir mektupta, tahrikçi ajanların Türkiye’de giriştikleri oyunların iç yüzü anlatılmaktadır. Mektup sahibi, Abdülhamid devrinde İstanbul’da bulunan meşhur bir Fransız doktorunun kızıdır. Hayatının büyük bir kısmını Türkiye’de, bilhassa sarayda geçirmiş, sultanlarla oturup kalkmıştır. Şunları yazıyor:

“Abdülhamid’in saltanat devrinde biz, Yıldız’da olup biten her şeyin içindeydik, her şey kulağımıza gelirdi. «Para ile tutulmuş kışkırtıcı ajan olduğu herkesçe bilinen bir Ermeni piskoposu Van ile İstanbul arasında mekik dokurdu; bu sayın despotun (Ermenilerin söyleyişiyle), her gidiş gelişinde Ermeniler arasında bazı kaynaşmalar olduğu dikkati çekmişti. Fakat o zamanın Türklerini tanırsınız, nasıl iyi yürekli ve civanmert olduklarını bilirsiniz; hiçbir adiliği, hiçbir küçüklüğü havsalaları almadığı gibi, pek öyle her şeyi umursamayan, ağır insanlar. Sözün kısası, daima ‘Bakalım’ deyip geçerler. Bununla beraber, günün birinde piskoposun foyası meydana çıktı. Despot (Avrupa’da söylenildiği gibi), gerçek bir ayaklanmayı hazırlamak için İngilizler tarafından tutulmuş. İşte böylece Ermeniler Müslüman çocuklarını yakalayıp yakalayıp boğazladılar. Hâdise bütün teferruatıyla aynen vâkidir. Yavrucakların ölülerini parça parça ettiler, masaların üzerine koydular, bir kasap dükkânı gibi, teşhir ettiler ve ‘Türk eti, Domuz eti!’ diye avaz avaz bağırarak satışa çıkardılar.”

Bana nakledilen diğer bir hikâye de, diyor Pierre Loti, hemen hemen bütün ömrünü Türkiye’de geçirmiş ve özellikle savaş süresince Türkiye’de bulunarak daima saygı ve itibar görmüş olan başka bir Fransız kadınının yazdıklarıdır:

“Burada kurulmuş olan Ermeni yetimhaneleriyle şu sırada çok meşgul olan ciddi ve zeki bir Ermeni hanımı dün bana şunları anlattı: Türk ailelerinde bulunabilen Ermeni çocuklarını geri almak için her tarafta araştırmalar yapıldı. Abdülhamid’in şehzadelerinden birinin hareminde bir genç kızın bulunduğu istihbar edildi. Almak istedik, derhal teslim ettiler. Kız on beşindeydi ve on yıl önce şehzadenin nezdine getirilmişti. Daima fevkalâde iyi muamele görmüş, Hristiyan adı Isabelle değiştirilmemiş, yanında hiçbir zaman din sözü edilmemiş, el üstünde tutulmuş ve mükemmel yetiştirilmiş. Üzüle üzüle geri verdiler ve yolculuğu için bir araba tahsis ettiler. (O sıralarda araba fiyatları müthiş pahalı idi, bir araba tutmaya kimsenin gücü yetmezdi.) Ertesi gün yetimhaneye bir haremağası geldi ve kıza dört başı mamur bir çeyiz getirdi. Bu çeyizde neler yoktu ki… Elbiseler, pahalı kumaşlar, çamaşırlar ve ayrıca da en kıymetli mücevherler. Hepsini kıza teslim etti. Çocukluğunu geçirdiği evden ayrılırken tepeden tırnağa donatmadan göndermek istememişlerdi. İşte Türkler böyledir! Şu ince teferruata dikkat buyurunuz: hemen ertesi günü oluyor bu. Herhangi bir baskı ile, tesirle değil, sırf iyi kalplilikle, civanmertlikle. Bu olayı bana, genç kızı bizzat alıp yetimhaneye götüren hanım anlattı. Bu kadın Ermeni olduğundan Türk dostu değildi, bunları anlatırken pek haklı olarak kardeşlerini öldürenleri sevemediğini de sözlerine ekledi (bu katliamlar konusunda ona verilecek çok cevap vardı!) fakat Türkiye’de her Allanın günü öyle incelik ve asalet örnekleriyle karşılaşmıştı ki, Türklere ister istemez hayran olmuştu.»[2]

Teğmen Louis Antier’nin Pierre Loti’ye mektubu

“Kumandanım, Ermeni katliamı hakkında neşretmiş bulunduğunuz iyi niyetli broşür için, nâçiz bir asteğmen olarak kendi adıma ve bazı arkadaşlarım namına size teşekkür etmek istiyorum. Şahsen ben, savaş boyunca şarkta epey bulundum. Diyebilirim ki cesur ve medeni insanlar yalnız Türklerdi. Vahşi Bulgarın, hileci Rumun yanında Türk, ailevî ve içtimaî faziletlerin hepsini nefsinde toplamış. Ermenilere gelince, Balkanların en berbat ırkı o. Sahtekâr, pespaye, yalancı… Menfur insanlardı onlar. Ermeni katliamı diyorlar, habbeyi kubbe yaparak… Hakikatte bütün kıtaller (eğer katliam diye bir şey varsa) çirkin Ermenilerin tahriklerinin eseridir. Ermeniler kendilerini daha kuvvetli hissettikleri bölgelerde, güçlerinin yettiği Türkleri haraca kesiyorlar, eziyorlar, öldürüyorlardı. Ufak ufak gruplar hâlinde işlenen bu cinayetler Avrupa’da kimsenin dikkatini çekmiyordu, işte bunlar katliamdı. İsterseniz mektubumu adımla, unvanımla neşredebilirsiniz. Elimden başka bir şey gelmediği için üzgünüm sadece. Türklere yaklaşabildiğim andan beri onları seviyorum. Başkalarında mevcut olmayan bütün meziyetler onlarda var.”[3] Louis Antier (imza ve adres)

Pek çok belge arasından rastgele ve kısaltarak verdiğimiz bu mektuplar görüldüğü gibi Fransızlara aittir ve değerli Fransız edibi, büyük Türk dostu Pierre Loti’ye gönderilmiştir. Her biri kendiliğinden bir gerçeği dile getirmekte, eski hadiselerin iç yüzünü aydınlatmaktadır. Bu belgeleri okuduktan sonra Ermeni vatandaşlarımız arasında elbette gücenenler, gocunanlar olacaktır. Ama ne yapalım? Eski bir mısra ile: “Mazurdur merasime dair kusurumuz.”

Niye ve neyi bekliyoruz

Artık anlaşıldı ki, kınamak yetmiyor. Bir kınamak sözcüğüyle geçiştirilemez bu vahşet… Milletçe, devletçe kınama, kanayan kalbimizin kapanmayan yarasını sarmaya kâfi gelmiyor; duygularımızı, heyecanlarımızı, acılarımızı karşılamıyor. Kınamakla beraber başka yolları da sınamalıyız artık. Çok daha ciddi tedbirler almalıyız. Bunun zamanı geldi de geçti bile. Siyasal Bilgiler Fakültesi ders müfredatına Ermeni Meselesi’nin ilâvesi elbette iyi bir başlangıçtır, ama yeterli değildir. Bu dersin de tesirleri hudutlu, taksitleri uzun vadelidir. Daha çabuk sonuç almalıyız. Artık acil ve ciddi tedbirlere yönelmeliyiz. Yapılacak ilk iş, Yanıkyan, Alıkyan, Sapıkyan, Kilimciyan, Kinciyanların dillerine doladıkları Jenosid (soykırımı, katliam) denen tarihî masalın üzerine yürümektir. İlk önce onu açıklığa kavuşturmalıyız. Meseleyi, başta Ermeni toplumu olmak üzere bütün Hristiyan Batı dünyası önünde tartışmalıyız. İnsanlığın yüz karası Ermeni vahşetini ispat için elimizde yığınla belge, dosyalar dolusu delil var. Sağlam arşivler, itiraz kabul etmez, su götürmez deliller… Hiçbirini biz yapmamışız, biz yazmamışız. Hepsi yabancı gözlemcilere âit. Vak’a, şahıs, gün, saat, yer belirtilerek, adres ve imzalarıyla hepsi yabancılara âit. Yukarıda iktibas ettiğimiz birkaç mektup gibi… Bütün şahitleri, delilleri konuşturarak, tarafsız, objektif müşâhadeleri ortaya koyarak, bu tarihî sahtekârlığı yüzlerine vurmalıyız. Bir tomar vesikayı şamar gibi suratlarına çarpmalıyız. Bırakınız, kınamayı Ermeni cemâati yapsın; Ermeni kiliselerinin mütevelli heyetleri yapsın; Patrik Efendi yapsın. Zaten başka ne yapabilirler? Onların hesabına en uygun, en ucuz gelen hareket bu değil midir? Ama biz, bir adi yalanı ve onun ardındaki kızıl gerçeği kulağından tutup dünya vicdanı huzuruna getirmeye her zaman muktediriz; hem de en derin kalp huzuru ile… O halde niye ve neyi bekliyoruz?

1973-1981 yılları arasında Ermeni saldırılarının krolonojik listesi

27 Ocak 1973: Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir, Mıgırdıç Yanıkyan adında 77 yaşındaki bir Ermeni tarafından Santa Barbara’da bir otelde tabanca ile vurularak öldürüldü.

22 Ekim 1975: 3 Ermeni, Viyana Büyükelçimiz Dâniş Tunalıgil’i makamında otomatik silahla vurarak öldürdüler.

24 Ekim 1975: Paris Büyükelçimiz İsmail Erez, resmî bir ziyaretten dönerken, otomobili içinde kurşun yağmuruna tutularak öldürüldü. Saldırıda makam şoförü Talip Yener de hayatını kaybetti.

16 Şubat 1976: Beyrut Büyükelçiliğimiz Başkâtibi Oktay Cirit bir mağazaya girerken Ermeni tedhişçiler tarafından sırtından vurularak öldürüldü.

9 Haziran 1977: Vatikan Büyükelçimiz Taha Carım, Roma’daki evinin önünde Ermeniler tarafından öldürüldü.

2 Haziran 1978: Madrid Büyükelçimiz Zeki Kuneralp’in eşi Necla Kuneralp ile kardeşi emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu Ermeni tedhişçiler tarafından öldürüldüler.

12 Ekim 1979: Lahey Büyükelçimiz Özdemir Benler’in oğlu 27 yaşındaki Ahmet Benler Ermeniler tarafından öldürüldü.

22 Aralık 1979: Paris Turizm Müşavirimiz Yılmaz Çolpan Ermeniler tarafından öldürüldü.

6 Şubat 1980: Bern Büyükelçimiz Doğan Türkmen, Kilimciyan adındaki bir Ermeni tarafından yaylım ateşine tutuldu. Büyükelçimiz Türkmen bu saldırıdan yaralı olarak kurtuldu.

17 Nisan 1980: Vatikan Büyükelçimiz Vecdi Türel ve koruma polisi Ermenilerin silahlı saldırısı sonucu yaralandılar.

31 Temmuz 1980: Atina Büyükelçiliği İdarî Ataşesi Galip Özmen evinin önünde otomobilini park ederken bir Ermeni tedhişçi tarafından öldürüldü. Ayrıca Özmen’in eşi Sevil Özmen ve kızı Neslihan Özmen ağır yaralandılar. 14 yaşındaki Neslihan Özmen de kaldırıldığı hastanede öldü. Özmen’in iki oğlundan Kaan Özmen hafif yaralandı, Alper Özmen ise olaydan yara almadan kurtuldu.

17 Eylül 1980: Paris Büyükelçiliğimiz basın müşaviri Selçuk Bakkalbaşı, Ermenilerin silahlı saldırısı sonunda ağır yaralandı.

17 Aralık 1980: Sidney Başkonsolosumuz Şarık Arıyak ile koruma polisi Engin Sever Ermeniler tarafından öldürüldü.

4 Mart 1981: Türkiye’nin Paris Çalışma Ataşesi Reşat Moralı Ermeniler tarafından öldürüldü. Yanında bulunan din görevlisi Tecelli Arı yaralandı ve tedavi edildiği hastanede can verdi.

3 Nisan 1981: Kopenhag Büyükelçiliğimiz Çalışma Müşaviri Cavit Demir, Ermeni tedhişçilerin silahlı saldırısı sonunda ağır yaralandı.

9 Haziran 1981: Türkiye’nin Cenevre Başkonsolosluğu Sekreteri Mehmet Yarguz, Jan Camkoçyan adlı bir Ermeni tarafından öldürüldü.

24 Eylül 1981: Türkiye’nin Paris Başkonsolosluğu ile Kültür müşavirliğine silahlı Ermeniler tarafından yapılan baskın sonucu, güvenlik görevlisi Cemâl Özen şehit oldu. Maiyette Başkonsolos Kaya inal ağır yaralandı.

25 Ekim 1981: Türkiye’nin Roma Büyükelçiliği İkinci Kâtibi Gökberk Ergenekon, bir Ermeninin silahlı saldırısı sonucu ağır yaralandı.

28 Ocak 1982: Los Angeles Başkonsolosumuz Kemâl Arıkan makam otomobili içinde, Ermenilerin silahlı saldırısı sonucu öldürüldü.

[1] Pierre Loti, La mort de nötre chere France en Orient. CalmannLevy baskısı, Paris 1920, s: 251-253.

[2] Pierre Loti, La mort de nötre chere France en Orient. CalmannLevy baskısı, Paris 1920, s:277-280.

[3] Pierre Loti, La mort de nötre chere France en Orient. CalmannLevy baskısı, Paris 1920, s:271-273.
Not: Yazı Milli düşünce sitesinde 24.04.2021 tarihinde yayınlanmıştır.
https://millidusunce.com/misak/eski-defterler/


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum