Selim ÜMÜTLÜ Yazdı: ŞİİR VADİSİNDE BİR ŞEYHÜLİSLAM: EBUSSUÛD EFENDİ VE OĞLU İÇİN YAZDIĞI MERSİYE

İşte şiir vadisinde kalem oynatmış, ilmiye mensuplarından birisi de ailesinin kökleri Çorum’un İskilip ilçesine dayanan Şeyhülislam Ebussuûd Efendi’dir.

Selim ÜMÜTLÜ Yazdı: ŞİİR VADİSİNDE BİR ŞEYHÜLİSLAM: EBUSSUÛD EFENDİ VE OĞLU İÇİN YAZDIĞI MERSİYE
16 Temmuz 2021 - 09:40
ŞİİR VADİSİNDE BİR ŞEYHÜLİSLAM: EBUSSUÛD EFENDİ VE OĞLU İÇİN YAZDIĞI MERSİYE
Osmanlı toplumunda şiir, edebiyatın bir şubesi olmaktan çok daha fazla bir anlam ve öneme sahiptir. Farklı meslek gruplarından ve meşreplerden yüzlerce şair, günlük hayattaki gerçek kimliklerinden sıyrılmışlar; şiir vadisinde duygu ve düşüncelerini ifade edebilecekleri özel bir alana kavuşmuşlardır. Bu toplumda şiir, elif görse mertek sanacak derecede eğitimsiz kişilerden ilmiye sınıfının zirvesine kadar uzanan perspektifte birçok insanı bir araya getiren ortak bir hevesin, merakın, arayışın ve coşkunun adı olmuştur. İlaç tarifinden namazın, abdestin esaslarına, çocuğu uyutmak için söylenen ninniden mezar taşına varıncaya kadar insanın olduğu her yerde şiir de var olmuş; şiirin sesi toplumun şarkısına dönüşmüştür. Sözgelimi Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, namıdiğer Vesiletü’n-necat, dünyanın en çok okunan, hatta toplu olarak okunan şiiridir. Yaklaşık altı yüzyıl boyunca doğumda, sünnette, düğünde, cenazede her vesileyle dillerde, gönüllerdedir. Ve şairler, yani şiir vadisinin mahir oyuncuları, mana denizinin cesur dalgıçları… Sahi kimdir onlar? Padişah, vezir, nişancı, defterdar, müftü, kazasker, kadı, müderris, demirci, buhurcu, attar, şekerci, yorgan dikicisi, ayakkabıcı, terzi, sarraf, çiftçi, cambaz, tüccar…  Aslında onların hepsi hayatın içindedir. Yorgan dikerken, şeker imal ederken, tuğra çekerken, tarla ekerken bir yandan da şiiri düşünürler. Mustafa İsen tezkirelerde geçen 3182 şairin 108 çeşit mesleğe mensup olduğunu ortaya koymuştur. Şiir, bu insanları sadece saray ve çevresinde değil, konaklarda, bahçelerde, kahvehanelerde, dükkânlarda, tekkelerde buluşturmuş; sözün büyüsü bütün mesleklerin önüne geçip onları peşinden koşturmuştur. Şiir konuşulurken makam ve mevkii susmuş, sadrazamın bile çekinerek girdiği padişah huzurunda şairler daima el üstünde tutulmuştur.
İşte şiir vadisinde kalem oynatmış, ilmiye mensuplarından birisi de ailesinin kökleri Çorum’un İskilip ilçesine dayanan Şeyhülislam Ebussuûd Efendi’dir. O,  hem yaşadığı dönemde hem de sonraki dönemlerde ilim ve sanat ehlince daima saygı görmüş mümtaz bir şahsiyettir. Her bakımdan kâmil bir insan olması hasebiyle padişah nezdinde de büyük bir itibar kazanmıştır. Kanunî, bir mektubunda ona hitap ederken şu ifadeleri kullanmıştır: “Hâlde hâldaşım, sinde sindaşım, ahret kardaşım, tarîk-i Hâk’da yoldaşım Molla Ebüssuud Efendi Hazretlerine duâ-yı bî-hâd iblağından sonra nedir hâliniz ve nedir mizâc-ı lâzımü’l-imtizâcınız…” Tezkire yazarları eserlerinde ona genellikle “Hâce Çelebi” başlığıyla yer vermişlerdir. Sehi Bey, onu tarif ederken “döneminin en faziletlisi, âlemin en olgunu, hoş yaratılışlı, ilme ve doğruluğa değer vermiş, idrak sahibi, pak zihinli” gibi sıfatlar kullanmıştır. Kınalızâde Hasan Çelebi, onu “Rum ulemâsının en önde geleni” olarak görmüş, Ahdî de güzel ahlâkı ve dinî ilimlerdeki üstün derecesinden dolayı onu  “ikinci Ebû Hanife” olarak vasıflandırmıştır. Nev’izâde Âtâyî’nin Âşık Çelebi’den naklettiği rivayet Ahdî’nin bu benzetmesini doğrular niteliktedir. Buna göre Ebussuûd Efendi’nin sabah namazı sonrasından ikindi vaktine kadar olan sürede yazıp imzaladığı fetva sayısının bir seferinde 1412’yi diğerinde ise 1413’ü bulduğu olmuştur. Âtâyî, onun Osmanlı kanunlarını şeriata tatbik etmesindeki başarısından övgüyle söz etmiştir. Riyâzî, “bî-sütûn-ı şeri‘atün ‘imâdı” (şeriat göğünün direği) olarak nitelediği Ebussuûd’un “tefsir-i şerîf”ini Sultan Süleyman’a sunması neticesinde maaşına zam yapılmasına değinmiş; onun talebeliğinden ayrılmayanların kadılık, kazaskerlik gibi önemli makamlara geldiğini ifade etmiştir.
Tezkirelerde ve diğer biyografik kaynaklarda Ebussuûd Efendi’nin Arapça, Farsça ve Türkçe şiir söyleme konusunda yetenekli olduğu belirtilmiş, özellikle Arapça şiirlerinden övgüyle söz edilmiştir. Ne var ki tezkirecilerin onun şiirlerinden verdiği az sayıdaki örnekler birbirinin tekrarı mahiyetindedir. Bunlar arasında oğullarından birinin vefatı üzerine, samimi duygularla yazdığı mersiye hemen hemen bütün tezkirelerde yer bulması hasebiyle dikkat çekmektedir.
Mersiyeler, ölüm acısının en katıksız hâli, gönüldeki ateşin dildeki en saf ifadesidir. Kaynakların belirttiğine göre yeryüzünde ilk söylenen şiir bir mersiyedir. Bu şiirin muhtevasını Kâbil, Hâbil’i öldürdüğünde bu manzarayı gören Hz. Âdem’in yüreğinden dökülenler oluşturur. O günden bu güne gelinceye kadar geçen süreçte mersiyeler, ölen kişinin hatırasının yaşatılmasını ve yaşanan acının paylaşılarak hafifletilmesini sağlayan bir tür olarak varlığını devam ettirmiştir. Öte yandan hissedilen duyguların gelecek kuşaklara aktarımına da vesile olmuştur. Örneğin Kaşgarlı Mahmud’un derlediği Alper Tunga Sagusu’nu düşünelim. Hükümdarlarını kaybetmiş bir toplumun yaşadığı şaşkınlığı ve acıyı anlatan bu manzume tarihe düşülmüş silinmez bir kayıttır. Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi üzerine söylenen Kerbela Mersiyeleri ise Müslümanların kalbinde bin dört yüz yıldır kanayan bir yaranın dışa vurumudur. Kimi zaman herkes susar, bir mersiye konuşur: “Meded meded bu cihânın yıkıldı bir yanı / Ecel Celâlîleri aldı Mustafa Hân’ı” diyen Taşlıcalı Yahya sürgünü, hatta ölümü göze alarak tercüman olur halkın duygularına. Öylesine ince bir medeniyetimiz vardır ki vefat eden kedisi için mersiye yazan şairlerimiz dahi olmuştur. Meâlî’nin mersiyesinin ilk iki dizesi şu şekildedir: “Çıkdın elden nidelüm eyvâh pisi / Yandun ölüm oduna derd ile nâgâh pisi”.
Tezkire yazarlarının ilgisine mazhar olan, Türk edebiyatının önemli sayılabilecek mersiyelerinden birisi de Şeyhülislam Ebussuûd Efendi’nin oğlu Ahmed Çelebi’nin vefatı üzerine yazdığı mersiyedir. Ebussuûd Efendi, büyük başarılarla dolu seksen yedi yıllık ömründe büyük acılar da yaşamıştır. Dört oğlundan üçünün vefatını görmesi bir baba için oldukça ağır imtihanlardır. Bu vefatlar arasında Ahmed Çelebi’ninki biraz daha acı olmuştur. Kaynakların verdiği bilgiye göre Ahmed Çelebi, ilim ve şiir sahasında son derece maharetli, gelecek vadeden bir medrese hocası iken kötü alışkanlıklarının ve arkadaşlıklarının kurbanı olarak henüz yirmi altı yaşında vefat etmiştir. Ne yazık ki babasının ona yönelik bütün uyarıları ve çabaları sonuçsuz kalmıştır. Oğlunu kabre yerleştirirken Ebussuûd’un yüreğinde “Oğlum Hâbil’e yazık!” diye yas tutan Hz. Âdem’in hüznü vardır.  Şimdi o, ne fetvalarıyla girift meseleleri çözen bir şeyhülislam ne de padişahın dahi kendisine akıl danıştığı bir bilgedir. O, şimdi dünya misafirhanesini terk edip ahirete kanat açan evladına “Gel!” diye seslenen bir babadır:
Gel ey huceste hisâl ü melek-cemâlim gel
Tükendi hasretle tâkât ü mecâlim gel

Gerçek hayatta giden gelmez, lakin muhayyileye seslenen şiirin dünyasında her şey olasıdır. Bu yüzden “Gel!” diye seslenir baba oğluna. Bekler ki oğlu babasının sözünü tutacak ve ansızın gelip onu mutlu edecektir. Çünkü o, bir mektubunda belirttiği üzere dünyanın malıyla, makamıyla huzur bulan bir insan değildir. O, çocuklarının saadetini kendisine cennet bilen bir babadır. Ne var ki bu ölüm hadisesi, onu dünyadaki cennetinden ayırmış, gücünü ve mecalini tüketmiş, çaresiz bırakmıştır. Yine de ümitle seslenmeye devam eder:
Seni bekâda koyup ben fenâ bulam dir idüm
Vücûd bulmadı endîşe-i muhâlim gel

Bu toplumda “Allah sıralı ölüm versin!” diye dua eder anne ve babalar. Çünkü içlerinde bir yerlerde hep evlat acısı yaşamanın korkusu gizlidir. O anne ve babalar ki yaşamaktan çok yaşatmak isterler. Çünkü yiğit iken ölmenin Yunusçası, yani halkçası “gök ekini biçmek” gibidir.
Senünle mülk-i vücûdum temâm âmir idi
Yıkıldı cümleten oldı harâb hâlim gel
Oğul, bir babanın vücudunun azaları gibidir. Kolları, bacakları, elleri… En çok da gözleri… Çünkü baba, oğlunda kendi geleceğini görür. Hz. Yakup’un gözlerinin Yûsuf’un gömleğinin kokusuyla açılması belki de bu yüzdendir. Baba için “kurretü’l-ayn” demektir evlat. Hüzünler kulübesinde Yûsuf’u bekleyen, gönül evi viran olmuş bir Yakup hüznüyle seslenir şair: “Gel!.
Bu rüzgâr ise ey ebr iden yaşun seyl-âb
Beni de ağladan oldur gel ağlayalım gel

Ve an gelir, şair aradığı teselliyi tabiatta bulur. Yağmur dolu bulut ile hem-hâl olur. Nasıl ki rüzgâr onun gözyaşını akıtıyorsa şairi de ağlatan odur. Rüzgâr denildiyse devirdir, felektir şikâyet edilen. Rüzgâr denildiyse kaderdir onları önüne katıp sürükleyen… Gam-zededir gökkubbe altında bulut ve şair… Kaderleri birbirine sımsıkı sarılmıştır. Ahlarının dumanı gökkubbeyi sarmıştır.
Niyâz u da’vet ise eyledün temâm iy dil
O yâr gelmedi gel yâra biz varalım gel
Şair susmuştur, onun gönlüdür şiir boyunca konuşan. Ne var ki o da yorgun düşmüştür konuşmaktan. Çünkü ne kadar içten davet etse de, “Gel!” diye seslenişleri en acı şarkının nakaratına dönüşse de giden sevgili geri dönmeyecektir. Gönlün bu seslenişi beyhudedir. O hâlde yine kavuşmalar mahşeredir.
Asıl şöhretini fıkıh sahasında kazanan Ebussuûd Efendi, şiir vadisinde “Hâce Çelebi” adıyla tanınmıştır. Tezkirelerde yer alan şiirleri incelendiğinde onun vehbî (doğuştan gelen, Allah vergisi yeteneğe sahip) bir şair olmaktan ziyade kesbî (ilimle ve çalışmayla şiir yazabilen) bir şair olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim şiirin sesinin güçlü çıktığı, nesrin nazmın gölgesinde kaldığı, şair sayısının binleri bulduğu bir toplumda onun şiirden hâli kalması düşünülemezdi. Bu bağlamda kendisine “şiir” hakkında sorulan bir soruya verdiği cevap dikkat çekicidir: “Terk it hevâ-yi şi’ri ki sevdâ-yi hâmdır / Sihr-i halâl olursa da dime harâmdır” [Şiir yazma hevesini bırak, çünkü bu ham hayalden başka bir şey değildir. Yerinde söylenmiş, güzel şiir olursa da ona haram demem.]  Başka bir fetvası sayesinde ise Hâfız Divanı’nı yakılmaktan kurtarmış ve bu durum Alman şair Goethe tarafından övülmüştür. Onun çiçek yetiştiriciliğine ilgi duyması ve şiirlerinde çiçeklere dair mazmunlara yer vermesi dahi estetik anlayışındaki ve hayata bakışındaki inceliği göstermek için yeterlidir. Sözlerimizi Ebussuûd Efendi’nin, namıdiğer Hâce Çelebi’nin Ahdî tezkiresinde yer alan bir beytiyle noktalayalım: “Hâb-ı gafletden uyan fehm it cihânun hâlini / Ey zamâne devlet ü iķbâline mağrûr olan” [Ey şimdiki zamanın makam ve mevkisi ile gururlanan kişi! Gaflet uykusundan uyan ve cihanın hâlini, akıbetini anla!]

Ebussuûd Efendi’nin Tezkirelerde Geçen Şiirlerinden Örnekler
Kıt’a
Mahv olup gitmez mürûr-ı dehr ile bâķî ķalur
Hâme ile safha-i evrâkda mezbûr olan

Safha-i âlem ne resme levhdür kim altına
Neşf eyler bir nefesde üstine mestûr olan

Bî-ser ü sâmân gider nâ-bûd ü nâ-peydâ olur
Ĥaşmet ü câh ü celâl-i âleme mesrûr olan

Hâb-ı gafletden uyan fehm it cihânun hâlini
Ey zamâne devlet ü iķbâline mağrûr olan
(Solmaz, Süleyman (hzl.) (2018). Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâ’sı. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. s. 65)

Kanuni Sultan Süleyman’a…

Değmeye hacletine rûz-i kıyâmet olıcak
Tutalım zulm ile sen âleme sultân olasın
Adl ile işle işi tâ bulasın kadr ü şeref
Bir işi işleme kim sonra peşîmân olasın

(Ergun, Sadeddin Nüzhet (t.y.). Türk Şairleri, c. 4. Yayın yeri ve yayınevi yok. s. 1206.)

Kaside
Gitti hengâm-ı şebâb elden dem-i vuslat gibi
Geldi eyyâm-ı meşîb irdi şeb-i fürkat gibi

Sarsar-ı bâd-ı fenâ yıktı saâdet haymesin
Çâk çâk itti revâkın câme-i sıhhat gibi

Kâmetimden âfiyet dîbâsın aldı rûzgâr
Eğnime virdi palâsın câme-i hil’ât gibi

Gerdîş-i eflâk tayy itti sicill-i ömrümi
Şol sutûrı mahv olup ebter kalan huccet gibi
                          (…)
(Ergun, Sadeddin Nüzhet (t.y.). Türk Şairleri, c. 4. Yayın yeri ve yayınevi yok. s. 1205.)

Her soruya kendi cinsinden cevap, mensura mensur, manzuma manzum:

Mes’ele:
Zamâne şairleri hüsniyyâta müteallik ve hecviyyâta müteallik şiir demeleri şer’an câiz olur mu?
Elcevâb:

Terk it hevâ-yi şi’ri ki sevdâ-yi hâmdır
Sihr-i halâl olursa da dime harâmdır

Ketebehülhakîr Ebüssuud Afâ anhü

Kanunî Sultan Süleyman’ın suali:

Nihâl-i miyveye üşse karınca
Günâhı var mıdır anı kırınca

Ebu’s-su’ûd’un cevabı:

Yarın rûz-i cezâya varınca
Süleyman’dan alır hakkın karınca

(Ergun, Sadeddin Nüzhet (t.y.). Türk Şairleri, c. 4. Yayın yeri ve yayınevi yok. s. 1204-1206.)

Beyitler

Yine sevdâ-zede-i zülf-i siyeh-kâr oldum
Yine bir olmayıcak derde giriftâr oldum

                         *

Gûşe-i vahdet idi kabrün azâbı olmasa
Hoş temâşâ idi  mahşer hisâbı olmasa

                         *

Kalb-i meyyâlüm elinden niçe idem yâ Rab kim
Göricek âb-ı revân gibi akar her güzele

Yoluna harc ideyin nakd-i cân elde iken
Ki geçer fursat-ı ömr-i güzerân girmez ele


(Açıkgöz, Namık (hzl.) (2017). Riyâzî Muhammed Efendi, Tezkiretü’ş-şu’arâ. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. s. 41.)

Çiçeklerle Hoş Geçinen Bir Şair:
Ubeydullah’ın Tezkire-i Şükûfeciyân’ında ismi çiçek yetiştiricileri arasında zikredilen Ebu’s-su’ûd Efendi’nin “gül” ve “benefşe” mazmunlarını içeren beyitleri de bulunmaktadır (Ergun, t.y. c.4: 1205; Sungurhan, 2017b: 67). Beyânî Tezkiresi’nde geçen aşağıdaki beyitler şairin çiçeğe olan merakını doğrular niteliktedir:
Yüz virmesün benefşe-i hatta o gül-izâr
Gül var iken benefşeye dahı ne i’tibâr

Hattun benefşesün koma gül-ruhlarında kim
İtmez benefşe gül gelince bâğda karar

Gûyâ benefşe encüm ü gül âftâbdur
Kalmaz benefşe gün gibi gül olsa âşikâr

Gül vaktine benefşe irişmek muhâl iken
Bitmek benefşe gül varakında acîb kâr

(Sungurhan, Aysun (hzl.) (2017b). Beyânî, Tezkiretü’ş-şu’arâ. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. s. 67.)


Bir Anekdot:
Riyazî’nin Riyazü’-şu’ârâ’sında geçen bilgilere göre Şemsî Paşa, Türkçe nazmettiği Vikâye’sini imza için Ebussuûd’a takdim eder. Eserinin ilk beyti şu şekildedir:
Besmeleyle olur ‘inâyet-i Hak
İsm-i zâtuñ bize hidâyeti çok

Ebussuûd Efendi kendisine gösterilen bu beyti şu şekilde düzenlemiştir:
Besmeleyle olur ‘inâyet-i Hak
Hamdeleyle bulur sühan revnak

İsm-i zâtun bize hidâyeti çok
Lutf u irşâdına nihâyet yok

(Açıkgöz, Namık (hzl.) (2017). Riyâzî Muhammed Efendi, Tezkiretü’ş-şu’arâ. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. s. 42.)

Hakkında Yazılan Şiirlerden Alıntılar:

Ser-i efâzıl-ı âfâk müftî-i âlem
Sipihr-i fazl u kemâl âftâb-ı câh u celâl

İmâm-ı saff-ı efâzıl emîr-i hayl-i kirâm
Emîn-i dîn ü düvel hâce-i huceste hisâl

Ebû Hanîfe-i sânî Ebüssuud ol kim
Fezâil içre oluptur efâzıl ana îyâl   (Bâkî)

                       *

Âsârı misâl-i mihr-i pür nûr
Rûm u Arab u Acem’de meşhur

Deryâ gibi tâb-ı bî karârı
Her dilden ider Güher nisârı

Tâzî vü Derî’de muhteremdir
Kilk-i teri Ucme’de alemdir

Nazmı fusahâ müsellemidir
A’râb yanında a’cemîdir (Nev’izâde Âtâyî)

                     *

Kân-ı ‘irfân-ı İlâhî bahr-i şer’i Ahmedî
Sa’d-ı millet seyyid-i ümmet imâmü’l-müttekîn
Mahzenü’l-Esrâr-ı millet nâsır-ı ahkâm-ı Hakk
Matla’ül-Envâr-ı hikmet feylesof-ı hurde-bîn (Riyâzî)

(Ergun, Sadeddin Nüzhet (t.y.). Türk Şairleri, c. 4. Yayın yeri ve yayınevi yok. ss. 1200-1201.)

Yararlanılan Kaynaklar

Açıkgöz, Namık (hzl.) (2017). Riyâzî Muhammed Efendi, Tezkiretü’ş-şu’arâ. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. (e-kitap)
Akbayar, Nuri (hzl.) (1996). Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî. C. 2. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.
Ateş, Süleyman (2012). “Ebu’s-suûd Efendi”, İstanbul Ünv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.1, ss. 39-77.
Aydemir, Abdullah (1989). Ebussuûd Efendi, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Dağlar, Abdulkadir (2015). “Yûnus ve Hâfız ile Goethe ve Nüzhet Erman Dörtgeninde Ebussuûd Efendi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Vol.8, S. 41, ss. 144-153.
Demir, Abdullah (2017). “Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin Oğlu Şemseddin Ahmed’e Mektubu”, ASEAD, C.4, S. 1, ss. 74-81.
Donuk, Suat (hzl.) (2017). Nev’izâde Atâyî, Hadâ’iku’l-hakâ’ik fî tekmîleti’ş-şakâ’ik. İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. (e-kitap)
Ergun, Sadeddin Nüzhet (t.y.). Türk Şairleri, C. 4. Yayın yeri ve yayınevi yok.
Gökyay, Orhan Şaik (1987).  “Divan edebiyatı kimin?”, 26 Şubat 1987 günü TDK’de yapılan konuşma.
Gündüz, Harun (hzl.) (2019). Mehmet Nâil Tuman ve Tuhfe-i Nâilî’si (İnceleme, Metin, İndeks Sayfa 1-100). Yüksek Lisans Tezi. Balıkesir: Balıkesir Üniversitesi.
İpekten, Halûk vd. (hzl.) (2017). Sehî Beg, Heşt-Bihişt. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. (e-kitap)
İsen, Mustafa (1989). “Divan Şairlerinin Meslekî Konumları”, Millî Eğitim, S.83, ss. 35-41.
Kılıç, Filiz (hzl.) (2018). Âşık Çelebi, Meşâ’irü’ş-şu’arâ.  Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. (e-kitap)
Kutlar, Fatma Sabiha vd. (hzl.) (2017). Mehmed Tevfik, Kâfile-i Şu’arâ. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. (e-kitap)
Solmaz, Süleyman (hzl.) (2018). Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâ’sı. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. (e-kitap)
Sungurhan, Aysun (hzl.) (2017a). Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-şu’arâ. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. (e-kitap)
Sungurhan, Aysun (hzl.) (2017b). Beyânî, Tezkiretü’ş-şu’arâ. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. (e-kitap)
Şemseddin Sami (1889). Kamusu’l-Alam C.1. İstanbul: Mihran Matbaası.
Selim ÜMÜTLÜ

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum