Sanat kahvehanesi: İskender Pala

Bir şehrin imarı yüksek binalardan değil yüksek fikirlerden geçer. Asil bir şehrin harcını taş ve çimentoyla değil, ancak kültür ile karabilirsiniz.

Sanat kahvehanesi: İskender Pala
30 Ocak 2013 - 22:32 - Güncelleme: 30 Ocak 2013 - 22:40

Bir şehrin imarı yüksek binalardan değil yüksek fikirlerden geçer. Asil bir şehrin harcını taş ve çimentoyla değil, ancak  kültür ile karabilirsiniz.

 

Hacı Bayram dervişin “Nagehan bir şara vardım / Ol şarı yapılır gördüm / Ben dahi bile yapıldım / Taş u toprak aresinde” dediği noktadır burası ve madde (taş ve toprak) ile mananın (kültür ve iman) cazip ölçülerde harmanlanmasıyla ideal bir şehir meydana getirilebilir. Taş ile toprak arasında şehre ruh katan ve şehirle adeta bütünleşen, taşa toprağa anlam veren ise insanlar ile o insanların gönüllerinden yansıyan eserlerdir. Tarih ve kültür zengini hangi şehre baksanız o şehri anlatan, konuşan, yorumlayan sanatçılarla karşılaşırsınız bu yüzden. Kendileri ölüp gitmişlerdir ama eserleri ve ruhaniyetleri oradadır. Paris’i Paris yapan, yalnızca Haussmann’ın mimari tasarımı değil, ondan daha ziyade Zola veya Hugo’nun, Baudelaire yahut Malerme’nin, haydi diyelim Verlaine veya Maupassant’ın kelimeleri; Charpentier, Debussy yahut Bizet’nin ezgileri, belki biraz da Duffy, Sisley, Monet, veya van Mour’un fırça darbeleridir. Çünkü şehirler ancak sanatçısıyla yaşar ve sanatçı ancak kendi dil ve katmanında konuşanlar arasında gelişerek eserini üst katmanda üretebilir.

    Edebiyat dünyasından bilirim, hemen her yüzyılda şairler ve edipler, belli mekanlarda buluşup sanatsal eleştiri ve tartışmalar yapmış, görüş alış verişiyle sanatlarını yönlendirmiş veya yükseltmişlerdir. Baykara meclisleri bunun en ünlüsüdür. Keza Fatih döneminden itibaren İstanbul’da pek çok mekan (konaklar, kahvehaneler, hamamlar, tekkeler vb.) edebiyat ve sanat mahfili olarak şehir hayatında aktif rol oynamaya başlamış, Kanuni çağında Baki gibi bir şair böyle muhitlerde yetişmiştir. Sanat üretimine bir fikir zemini oluşturan bu mekanlar, çağları aşan sanat eserlerinin ortaya çıkmasına fırsat tanımakla kalmamış, yüzyılların hatıralarını da biriktirip bize aktarmışlardır. Son yüzyılda İhsan Raif’in Osmanbey’deki Raif Paşa Apartmanı veya Abdullah Cevdet’in Cağaloğlu’ndaki ‘İçtihat Apartmanı’ nasıl edebiyatın dışında tutulabilir? Abdülhak Hâmit veya Rıza Tevfik gibi üstatların entelektüel sohbetleri tatlı tatlı demlendirdikleri muhitler bir yana edebiyat meraklılarının Yahya Kemal ile birlikte andıkları Tokatlıyan Oteli veya ayrılmaz üçlü Faik Âli, Süleyman Nazif ve Celâl Nuri’nin müdavimi oldukları Löbon Pastanesi olmadan edebiyatımız eksik kalır. Daha yakın dönemin Küllük Kahvehanesi ise Hamamizâde İhsan, Halil Nihat Boztepe, Fuat Köprülü, İbrahim Alaettin Gövsa gibi ünlüleri barındıran ve tabii onlarla birlikte Fuzûlî, Bâkî, Nedim ve Şeyh Galib’in de birlikte yaşadığı mekan idi. Bildiğim kadarıyla geleneğin son temsilcisi Marmara Kıraathanesi’ydi.  Mehmed Niyazi Bey’in kaleminden Deliler ve Dahiler’i okuyunuz, şehrin belleğine neler katmış göreceksiniz. Attila İlhan ile ben ilk defa Divan Pastanesi’nde tanışmıştım mesela. Hep orada otururdu.

    Bugün, maalesef böyle mekanlar yok. Peki ihtiyaç mı? Hem de ne kadar çok!..

    Yolum geçenlerde Sultanahmet’e uğradı. Çoktandır görmemiştim, İl Genel Meclisi binası yıkılmış; yerinde bir faaliyet, bir faaliyet… İlk anda hem korktum, hem sevindim.  Korktum, çünkü burası tam da Yerebatan Sarnıcı’nın üstüydü ve bir kör kazma, burada yeni bir otel temeli için toprağa inmiş olabilirdi. “Yok canım!..” dedim içimden, “Bu çağda kimse böyle bir cahillik yapıp dünya kültür mirasına bir saldırıda bulunmaz!”  Sonra da sevindim, çünkü yıkılan ucube binanın yerinde lenduha bir bina yerine 2500 m²’lik bir çevre düzenlemesi yapılıyordu. Proje Hassa Mimarlık’a ait ve mimarı da Hilmi Şenalp. Havuzlar, çiçek tarhları, oturma alanları, bahçe düzenlemesi derken arkada küçük bir de kafeterya planlanmış. Çok sevindim. Restorasyonunu yapıp şehre kazandırdıkları onca eser yanında bu zarif alan düzenlemesi için de İl Özel İdare Müdürü Sabri Kaya’yı ve Vali Hüseyin Avni Mutlu’yu tebrik etmek gerektiğini düşündüm. Eğer bir gün karşılaşır da teşekkür imkanı bulursam kendilerine şunu da söylemeyi bir vicdan borcu addedeceğim:

    “Değerli dostlar, geliniz, adını şimdiden belli edip şu kafeteryayı geleneğe uygun bir sanat ve edebiyat mahfili yapalım. İstanbul’un sanatçıları, müzisyenleri, kültür adamları, şair ve yazarları burada buluşsun, birbirleriyle fikir teatisinde bulunsun, eserlerini tartışsın, sohbeti demlendirsinler. Hatta sırf bunun için yapılacak kafeteryayı ona göre tadil ve inşa ettiriniz. İstanbul’un her çevreden kültür sanat adamlarına vereceğiniz bir davette nasıl bir ‘sanatçılar kahvesi’ istediklerini kendileri bile anlatabilirler. Yeter ki siz bu iradeyi gösteriniz, ileride burayı kültürsüz bir işletmecinin turistik(!) işletme(!) yapmasına fırsat vermeyiniz.”

    Gelin sonucu birlikte hayal edelim: Şöyle çıtası yüksek bir sanatçılar kahvehanesi. İçeride musikiden, resimden, şiirden, mimariden bahis açılmış sohbetler demleniyor, o sırada Vali Bey veya meraklı bir üniversite öğrencisi içeri girip sohbete katılıyor, eserlerinden tanıdıkları aşina sesler ile sohbet ediyorlar. Sanatçıların ayağı buraya alışınca İstanbul zariflerinin de canı çekiyor ve zaman geliyor, İstanbul’da bir meraklı genç, “Varayım, gideyim, şimdi Sultanahmet sanatçılar kahvehanesine, mutlaka görmek istediğim ünlü bir tiyatrocu, bir şair, bir ses sanatçısı, bir mimar vs. vardır.” diyebiliyor, turist rehberleri konuklarına orayı anlatırken turistler “Keşke dil bilseydik de Türk sanatçılarıyla tanışabilseydik!” diyorlar.

Yüz yıl sonrası mı? Onu hayal bile edemiyorum!.. [email protected]

29 Ocak 2013, Salı

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum