Sait Faik Abasıyanık (Doğum tarihi: Kasım 1906, Adapazari Ölüm tarihi ve yeri: 11 Mayıs 1954, İstanbul)

Sait Faik Abasıyanık edebiyatın heves ve arzudan çok, bir iç ihtilalin fışkırması olduğunu unutmadan yaşadı. Öykülerinde her türlü hesaptan uzak, sadece insan olmanın tasasını ve sevincini işledi. Kelimeleri hayata, hayatını kelimelere dönüştüren, başkalarını değil kalbini dinleyen, insanları önyargılarla değil, yüreğiyle gören nevi şahsına münhasır bir söz ustasıydı: Sait Faik Abasıyanık...

Sait Faik Abasıyanık (Doğum tarihi: Kasım 1906, Adapazari Ölüm tarihi ve yeri: 11 Mayıs 1954, İstanbul)
11 Mayıs 2019 - 21:08 - Güncelleme: 12 Mayıs 2021 - 00:15

Sait Faik Abasıyanık kimdir? Kısaca hayatı ve eserleri

Sait Faik Abasıyanık edebiyatın heves ve arzudan çok, bir iç ihtilalin fışkırması olduğunu unutmadan yaşadı. Öykülerinde her türlü hesaptan uzak, sadece insan olmanın tasasını ve sevincini işledi. Kelimeleri hayata, hayatını kelimelere dönüştüren, başkalarını değil kalbini dinleyen, insanları önyargılarla değil, yüreğiyle gören nevi şahsına münhasır bir söz ustasıydı: Sait Faik Abasıyanık...
 

Sait Faik Abasıyanık kimdir? Kısaca hayatı ve eserleri

20'nci yüzyılın başlarında dünya, savaş meydanlarında kaybedilen canların masa başlarında büyük pazarlıklara konu olduğu, iktidar peşinde koşan yönetici sınıfın, çıkar çatışmalarının gündemi belirlediği zamanları yaşıyordu. Başkent İstanbul'da hayat, Babıali ve çevresinde bitmek bilmeyen iktidar mücadelelerinin gölgesinde geçiyordu. Oysa imparatorluk topraklarının içindeki birçok yerde insanlar bu büyük kaygıların ötesinde, sıradan hayatlar içinde, küçük şeylerle mutlu olabilmenin peşindeydi. Şehirlerde sabahın ilk ışıklarıyla dükkanlar açılıyor, kahvehanelerde gündelik olaylardan söz ediliyordu. Osmanlı Devleti'nin başkentine yakın İzmit, Adapazarı, Bursa gibi şehirlerde hayat bu şekilde sürüp gidiyordu. 

Türk edebiyatında gündelik olanı, insana dair küçük hüzün ve sevinçleri, daha önce hiç görülmedik bir şekilde hikayeleştiren Sait Faik Abasıyanık, imparatorluğun en çalkantılı döneminde, Adapazarı'nda dünyaya geldi. Tarih, 18 Kasım 1906'ydı.

 

 

Filozof  ve şair Afşar Timuçin, Sait Faik Abasıyanık'ı şu sözlerle anlatıyor: "İnsanları çok sağlam ve sağlıklı bir şekilde gözlemlemeyi, insanlara her anlamda iyimser bakmayı bilen bir yazardı. Her şeyden önce bir halk adamıydı ve halk adamı olmaktan hiçbir zaman çıkmadı." 

Sait Faik Abasıyanık, Adapazarı'nın köklü ailelerinden Abasızzade'lere mensuptu. Ailesinden her zaman sevgi gören bir çocuk oldu. 

Babası Mehmet Faik Bey 1910 yılında Karamürsel'e tayin edilince, 3 yıl içinde oğlu ve eşiyle birlikte bu kasabaya yerleşti. İlerleyen yıllarda deniz insanlarını büyük bir iştahla anlatacak olan Sait Faik Abasıyanık'ın mavi sulara sevdası, daha çok küçük yaşlarda Karamürsel'de deniz kıyısında yaşadıkları bu dönemde başladı. Aile 1913 yılında yeniden Adapazarı'na döndü. Sait Faik Abasıyanık ilk tahsilini şehirde yabancı dilde eğitim yaptığı için 'gavur mektebi' adıyla bilinen Rehber-i Terakki okulunda yaptı. Ortaokula Adapazarı İdadisi'nde başladı ancak Yunan kuvvetlerinin Adapazarı'nı işgal etmesi üzerine eğitimine ara verdi. İşgal bitene kadar Bolu'da yaşayan akrabalarının yanında kaldı. 

 

Öğretmenine yaptığı şaka yüzünden okuldan atıldı

 


Leyla Erbil ile...

 

Ardından ailesi, Sait Faik'in daha iyi eğitim alabilmesi için İstanbul'a; Fatih'teki Bozdoğan Kemeri yakınlarında bulunan Kirazlı Mescit Caddesi'ndeki bir daireye yerleşti. Sait Faik de İstanbul Erkek Lisesi'ne kaydoldu. 10'uncu sınıfta başına çok fena bir olay geldi. Sınıfça, Arapça öğretmeninin sandalyesine iğne koymaları, bütün sınıfın İstanbul dışındaki okullara sürgün edilmesi gibi, oldukça ağır bir cezayla sonuçlandı. Lise eğitimini bu sebeple, sürgün olarak gittiği Bursa Erkek Lisesi'nde tamamladı. Burada sakin ve çoğu zaman bahçede yalnız dolaşan bir genç olarak tanındı. 

Sait Faik, ilkokuldan beri yazmaya eğilimliydi. Lisede bu yeteneği iyice ortaya çıktı. Edebiyat dersinde yazdığı 'İpekli Mendil' adlı öyküyü değerlendiren hocası Mustafa Mümtaz bey, hikayeyi sınıfta yüksek sesle okuduktan sonra "İleride bunları yayınlayacaksın. Daha dikkatli olmalısın" diyerek onu uyardı. Ve çok başarılı bir yazar olacağını söyleyerek cesaret verdi. Sait Faik 1928'de liseden mezun olduktan sonra yazmaya devam etti. Bu arada İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldu. Ama buradaki ortama hiç ısınamadığı için, ikinci sınıfta okuldan ayrıldı. 

Kısa üniversite hayatından sıkılırken Suriçi'ndeki kahvelerde vakit geçiriyor, Beyoğlu'nu keşfediyordu. Daha sonra hem bu kenar mahallelerdeki kıraathaneler hem de Beyoğlu, yaşamı boyunca vazgeçemediği mekanlar oldu.

 

 

"Beyoğlu bir alemdir. Beyoğlu yaşayan, cıvıldayan, kaynaşan, rahatlayan, gülen, eğlenen, yalnızlığa çare bulan ışıklı hem şıkır şıkır, hem koku gibi buram buram nefis bir caddedir. Beyoğlu'suz bir İstanbul düşünülemez. Beyoğlu'nu yeren ukala yazılarını sakın okumayın. O her şeyiyle övülmeye değer. İnsanlar yarına buradan hızlanır. Uyuyan koca şehrin ortasında iki üç yüz metre içinde geceleri atan bir tek yüreği vardır İstanbul'un. Sıkın; Sarıyer'de patlak versin. Çıkarın ölüversin."

İnsan sevgisi temalı ilk öykülerini 1929-1930 yıllarında Hür ve Milliyet gazetelerinde yayımladı. Henüz kendine has anlatım biçimini bulamamıştı ama seçtiği konular, dile getirdiği insanlık durumlarıyla edebiyata yepyeni bir soluk getireceğini, henüz 20'li yaşlarının başlarındayken hissettirmişti.

Yazar ve filozof Afşar Timuçin, Sait Faik'in bu özelliği için şunları söyler: "O gerçek anlamda bir gözlem insanıdır. Elbette ki güçlü bir düş gücü vardı ama bu düş gücünü besleyen yoğun bir gözlem gücü de vardı. Her şeyden önce bir gözlem sanatçısı, yazarıydı. Çok az insan, toplumu bu kadar incelik ve tutarlılıkla gözlemlemiştir."

 

Halıcıoğlu'nda Türkçe öğretmenliği yaparken...

 

 

Edebiyat Fakültesi'ni yarıda bıraktıktan sonra, babasının isteği üzerine iktisat okumak için Lozan'a gitti. Ancak İsviçre'nin durağanlığından sıkıldığından, bu sefer de Fransa'nın Grenoble kentine geçti. Önce bir lisede yatılı olarak Fransızca eğitimi aldı, sonra üç dönem Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne devam etti. 

Memleket özlemi ağır basınca, 1934 yılında İstanbul'a döndü. Döner dönmez de Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe öğretmenliği yapmaya başladı. Derslere geç kalması, sınıflarda disiplini sağlayamaması yüzünden bir süre sonra okuldan ayrılmak zorunda kaldı. Bunun üzerine babası, onun adına bir toptancı dükkanı açtı. Ama 6 ay sonra dükkanı batırdı. Bu işte de tutunamamıştı.

Hiçbir yere ait olmayan, sorumluluktan kaçan, kimselerin bilmediği mahallelerde, hiç tanımadığı insanların içinde dolaşmayı seven, avare bir adamdı Sait Faik Abasıyanık. Hayatın içinde dolaşarak hikayeler damıtıyor ve sadece yazarak yaşamak istiyordu. Her koşulda ailesinin eksilmeyen desteği, onu ayakta tutan yegane güçtü. Uzun zamandır hikayelerini kitaplaştırmak istiyordu. Ve bunu da babasının maddi desteğiyle gerçekleştirdi. Semaver'in ilk baskısı 1936 yılında yapıldı:

"Ali'nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi. Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıktığı zaman bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu. Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş o çöküş..."

 

Annesiyle canyoldaşlığı...

 


Yaşar Kemal ile...

 

İlk kitabı Semaver'de, çocukluğunda gözlemlediği insanlardan, Adapazarı ve çevresinde yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı hikayelerle, Fransa izlenimlerinden süzerek öyküleştirdiği çalışmalar vardı. Kitabının beklediği ilgiyi görmemesinden müstarip olsa da yazmayı sürdürdü. 

1938 yılında babası Burgazada'da bir köşk satın alınca, Sait Faik Abasıyanık yaz aylarını burada geçirmeye başladı. Burgazada'ya taşındıktan bir süre sonra 1938 Ekim'de babasını kaybetti. Hayatının geri kalan kısmında annesi Makbule Hanım ile canyoldaşlığı yaptı. Zaman zaman İstanbul'a kaçsa, Bomonti'nin, Zeyrek'in sokaklarında kaybolsa da, Burgazada ve annesi, her koşulda güven duyduğu sığınakları oldu. Adadaki Rum balıkçılarla sohbet etmek, bir tekneye binerek denize açılmak ya da komşu adalarda balık avlamak onu hayata bağlayan güzelliklerdi.

Burgazada'nın hayatına getirdiği hareketlilik eserlerine de yansıdı. 1939'da ikinci öykü kitabında Sarnıç'ı, 1940'ta Şahmerdan'ı yayınladı. Fakir halkın ve sıradan insanların sıkıntılarını eserlerine taşısa da, hibir zaman politik bir hareketin içinde yer almadı Sait Faik. Ama dönemindeki birçok yazar gibi tek parti yönetiminin baskılarından kurtulamadı. Şahmerdan'daki Çelme öyküsünde, halkı askerlikten soğutmak suçlamasıyla hakkında dava açıldı. 10 Eylül 1940'ta Ankara'da görülen mahkemede, neyse ki beraat etti. 

 

Kalabalıkları sevmezdi

 

 

1940 yılında ilk romanı Medarı Maişet Motoru, Varlık dergisinde 19 bölüm halinde yayınlandı. Romanı kitap haline getirmek istese de yayınevleri buna yanaşmadı. Annesinin maddi desteğiyle roman 1943'te basıldı ve piyasaya çıktıktan birkaç gün sonra Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı. Ancak 1954 yılında ismi Birtakım İnsanlar olarak değiştirildikten sonra yayınlanabildi. Eserlerinin sürekli takibe uğramasının getirdiği kırgınlıkla, yazmaktan uzak durduğu bir dönem yaşadı. Sığınağı her zamanki gibi Beyoğlu ve Burgazada oldu. 

Mizacı, kendini bir yere, bir topluluğa ait hissetmeye, insanlarla sınırları çizilmiş ilişkiler kurmaya yatkın değildi. Sıcak, samimi, hoşsohbetti ama bağlanmak ona göre değildi. Edebiyat çevresinde onlarca insanla arkadaşlık kurdu ama hiçbiri bir ömüre yayılan köklü dostluklar olmadı. Salah Birsel, Tarık Buğra, Abidin Dino, Attila İlhan, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi isimler, Sait Faik Abasıyanık'ın birlikte olmaktan keyif aldığı, öykülerini, şiirlerini paylaştığı insanlar oldular. Arkadaşları arasında hoşsohbetiyle biliniyordu ancak sosyal ortamlardan çabuk sıkılan, kalabalıklardan hazzetmeyen, mahcup karakterli bir insandı.

Sait Faik Abasıyanık öykücülüğü, daha önce bir benzeri olmayan yepyeni bir soluktu. Kişiliğiyle uyum içinde, klasik kalıpların dışında yepyeni bir anlatı dili yakalamıştı. Bu yeni dilin içine sokaktaki hayatı kendi saflığıyla yerleştirmeyi bilmişti.

Sait Faik Abasıyanık, hikayeleri kadar başarılı bulunmasa da edebiyat dergilerinde şiirler de yayınladı. Şiirlerinin beklediği ilgiyi görmemesini alaycı bir üslupla değerlendirdi:

"Hikayelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikaye kokuları var dediler. Demek ki ben ne hikayeciyim ne bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin."

 

Ameliyattan korktuğu için tedaviyi reddetti

Öykü ve şiirin yanı sıra yayınladığı iki roman, ölümünden sonra evrakları arasında bulunan iki tiyatro oyunu taslağı ve Fransız yazarlardan yaptığı çevirilerle, edebiyatın her alanında ürünler veren bir yazar oldu Sait Faik Abasıyanık.

Sevengül Sönmez bu konuda şunları söylüyor: "Sait Faik, çeviri yapabilecek kadar Fransızca bilmesine rağmen bunu insanların gözüne sokmazdı. Öte yandan çok iyi bir edebiyat bilgisine sahipti. Edebiyat anlamında çevresindekileri üçe dörde katlayacak bir birikimi vardı. Fakat bunu hiç göstermeyen bir adamdı. Sanki etrafında kendisinin dışında bir hale, bir giz yaratmış gibi görünüyor. Açıkçası öykücülükle beraber, bir deneme yazarı olarak, bir çevirmen olarak da çok değerli olduğunu düşünüyorum."

Yazar 1948'de dördüncü öykü kitabı Lüzumsuz Adam'ı yayınladı. Aynı yıl sağlık sorunları yaşamaya başladı. Şikayetlerinin artması üzerine, doktor arkadaşı Fikret Ürgüp tarafından muayene edildi. Karaciğerinde büyüme vardı. Siroza yakalanmıştı. İçkiden uzaklaşması ve sıkı bir perhiz uygulaması gerekiyordu. Elinden geldiğince doktorunun tavsiyelerine uydu ama durumunda düzelme olmayınca, 1951'de Paris'e gitti. Paris'te hekimler ciğerinden parça alınması gerektiğini söyleyince, ameliyattan sağ çıkmama korkusuyla tedaviden vazgeçip İstanbul'a döndü. 

 

Bütün malvarlığını Darüşşafaka Cemiyeti'ne bağışladı

Sait Faik Abasıyanık hastalığı sırasında yazarlık hayatının en üretken dönemini yaşadı. 1951-1952 yılları içinde peş peşe Havada Bulut, Kumpanya, Havuz Başı ve Son Kuşlar kitaplarını yayınladı. 1953 yılında ABD'deki Mark Twain Derneği, çağdaş edebiyata katkılarından dolayı Sait Faik Abasıyanık'a onur üyeliği verdi. Yazar aynı yıl, şiirlerini 'Şimdi Sevişme Vakti' adıyla kitaplaştırdı. 1 yıl sonra eleştirmenlerce 'sürrealist bir çalışma' olarak nitelenen, önceki eserlerinden ayrı gibi görünse de aslında onun bütün öykü serüvenini özetleyen, imge ve çağrışımlarla bezeli 'Alemdağ'da Var Bir Yılan' kitabını çıkardı. Kitaptaki birçok öyküde kendini gösteren Panco karakteri, İstanbul'un karanlık sokaklarında, anlatıcılara yoldaşlık eden bir gizli kahramandı. Bir bakıma, kendi içine hapsettiği adamın, hikayelere içine sinen gölgesiydi.

"Panco Çilek isimli bir sokakta oturur. Futbol oyunları görür rüyasında. Yahut yine rüyasında pişpirik oynar. Uzaklaştıkça anamı, Panco'yu, köpeğim Arabı daha çok özlüyorum. Panco iyi çocuktur candır can..."

Malvarlığını ve eserlerinden elde edilecek geliri Darüşşafaka Cemiyeti'ne bağışlamasını annesine vasiyet eden Sait Faik Abasıyanık'ın sağlık durumu, 1954 yılının başlarından itibaren ağırlaştı. Tedavi için bir kez daha Paris'e gitme girişiminde bulunsa da, bunu gerçekleştiremedi. Dudakları büsbütün incelmiş, benzi sararmış, ayakta duracak hali kalmamıştı ama kalemini elinden hiç bırakmadı. Yazma tutkusu, kelimelerin dünyasında yaşama isteği, ömrünün son demlerinde de ona mutluluk veren yegane uğraştı.

 

48 yaşındayken kaybettik

"Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım küçük çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."

Sait Faik Abasıyanık 5 Mayıs 1954 akşamı fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı. Doktorların bütün çabalarına rağmen durumu büsbütün ağırlaştı. 11 Mayıs 1954 gününün ilk saatlerinde, henüz 48 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Kimseye aldırmadan, hiçbir kalıba sığmadan, sadece kendi gibi yaşadı ve yazdı. Samimi tavrı ve benzersiz üslubu, ilk günkü tadıyla gelecek kuşaklara miras kaldı.

* TRT, Portreler Galerisi programından alınmıştır.

http://www.milliyet.com.tr/sait-faik-abasiyanik-kimdir--kisaca-hayati-ve-eserleri-molatik-8173/

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum