Rümaysa ERTEM: O

Kafasının içinde olduğunu biliyordu, fakat bunu anlamak hiç istemiyordu. Karanlık. Koyu karanlık... Bir cami vardı aklında kalan. O caminin imamı öylesine güzel ezan okurdu ki, onu dinlemeye doymak istenmezdi.

Rümaysa ERTEM: O
05 Haziran 2016 - 23:33 - Güncelleme: 06 Haziran 2016 - 11:19

“O”

Çok değil, henüz iki saat önce başucu kitabını elinden bırakmış ve yaratıcısına karşılıksız olarak hamd etmişti. Ettiği güzel duaların ve minnetlerin tesirinde, uyumak için öylesine hevesliydi ki: Kumaşı, turuncunun kahveye çalan tonlarında, koyu kahve tahtalarla çerçevelenmiş, üstlerine üç rahatsız minder döşenmiş, eski tip saray koltukları gibi duran koltukları alıp birinci kattaki köhneleşmeye yüz tutmuş bir eve özenle yerleştirdikleri koltukta uyumaktan-hiç rahat etmese de- gocunmuyordu. Uyumak için uzanmanın güzelliğiyle kendini bırakıveriyordu boşluğa… Ve nihayet uykuya hükmediyordu; görmüyor, duymuyor, bilincini tüm dış etkenlere kapatıyordu… Fakat sonra yanıldığını düşündü… Çünkü bilincini kapatmasına engel olamıyordu.

Kafasının içinde olduğunu biliyordu, fakat bunu anlamak hiç istemiyordu. Karanlık. Koyu karanlık... Bir cami vardı aklında kalan. O caminin imamı öylesine güzel ezan okurdu ki, onu dinlemeye doymak istenmezdi. İşte o imamdı, kafasında. Selâ okuyordu, o nadide haykırışlarıyla… O da ona eşlik ediyordu mırıldanarak. Hiçbir amaç gütmüyordu oysaki. Yalnızca birlikte selâ okuyordular, güya imam camide, o ise işte, uyuduğu koltuktaydı.

Bitirdiler okumayı. Bir anda kanı çekildi, bacakları kasıldı ve bedeni uyuştu. Hayır, bunlar rüyada olmadı! Uyandığında da hala aynı şeyi yaşıyordu. Ve evet, karanlıktı, kulaklarını vaktin geldiğini anlatan bir alarm sesi tırmaladı. Tıpkı yangın alarmından çıkan ses gibiydi. Ve gözlerinin önünde bir siluet belirdi ne olduğunu bilmediği ama hissettiği. Evet, hissediyordu ve bunun bilincinde hareket etmeye çalışıyordu. İşte geldi! Dedi. O da geldi, vaktim de! Şehadet getirmeye başladı… Dur, dedi dur bitireyim de öyle al can alacaksan! Bir yandan eyvah, yetişmeyecek! Diye düşünüyor, diğer yandan hızla okumaya gayret gösteriyordu… Okudu, bitirdi. Çekilen kanını salıverdiler yine vücudumun dört bir yanına, rahatlayıp gidecekti demek ki, diye düşündü. Ama ah, nasıl korkuyor, insan ölürken titrer miydi? Bilmiyorum ki titrer mi… İçinden, aklından çok şey geçiyor ama bir tek yaşadıkları film şeridi gibi geçmedi gözlerinin önünden. Ayaklarında oluşan terin akışından huylanarak, bin bir korkuyla açtı gözlerini, karşısına ne çıkacağını bilmediğinden tavana baktı önce. Evet, kimse yoktu. Kapıya doğru zorla itti gözlerini, kimse yok. Bir de biraz arkasında kalan duvara, bakayım, dedi. Bismillah! Bir siluet var ama o mu ki acaba? Diye geçirdi içinden.

Kalbinin sesi odadaki tüm sesleri bastırıyordu. Böylesine bir atış, onun yumruğu kadar bir organdan nasıl çıkardı? Bekliyordu, birazdan gidiyorum galiba, düşünerek… Ama kimsenin bir yere gittiği yoktu. Oyun mu oynuyor bu Azrail benimle, dedi iç sesine. Sonra korkusu dinip, bedeni kendini salıverdiğinde, henüz akıl edebildi annesinin o köşeye büyükçe bir çiçek koyduğunu. Bre vicdansız, Azrail’le henüz cebelleşmiş birine Azrail görünümü verilir mi? Dedi ve birkaç cümleyle sövdü çiçeğe…

Işığı açtı sonra, nefesi sık sık, dehşet dolu. Oksijen aldıkça, soluğu kesiliyordu sanki. Paniğe kapılıp annesinin yattığı odanın ışığını açtı. Işık açık kaldı ve korkudan sığındı onun yanına. Annesi bu sık nefesleri duyunca, uykulu haliyle ne oldu diye sorsa da, o an annesinin kendisini dinleyebileceğini düşünmediğinden sustu. Durdu öylece, ne yaşadım? Ne yapmam gerekir? Başını çevirip perdenin altından göz gezdirdi gökyüzüne. Şuan gökyüzünü siyah yerine mavi görebilmek için canımı bile verirdim! Diye düşünse de, vermeye kalkıştın da ne oldu, deyip tekrar savdı başından bu düşünceyi… Kaşlarında bir ağırlık hissediyordu, başı ağarıyordu ve saat dokuz gibi yediği akşam yemeğinin tükenmişliğinden dolayı karnı ara ara gurulduyordu. Bu sesler içinde kalakaldı bir süre. İşte, bir cesaretle kalkıp bir şeyler yazmak geldi içinden. O koltuğun karşısında, o çiçeğin yanında oturdu. Diğer odadan alarm sesleri geliyordu. Hayır, can alıcının alarmı değil; telefonun alarmıydı. Kalkıp kapatmak bile gelmiyordu içinden. Korkusu dinmişti, şuan sadece yazarak sorgulamak istiyordu. Saat dördü üç geçiyordu yazmaya başladığında. Konu tam o an yaşadıklarını anlatmaya gelmişti ki, ışığı açık odanın içini ötelerden bir ezan sesi doldurdu; irkildi, titredi. Hayırlara vesile dedi, yazmaya devam etti. Sonra, yazının bitimine geldi. Delicesine, sayfalarcasına yazmak geliyordu içinden. Ne yazacağını bilmeden, kelimelerle dizmek istiyordu sayfaları. Ama yaşadığı andan ona, kısa süreli bir hatıra olarak, dermansız elleri kalmıştı. Henüz iki hafta önce Saramago’nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitabını okumuştu. Saramago, ölümün bir var olup bir yok olduğunu sayfalarca anlatmıştı ama o, ölümün varlığını ve yokluğunu kısa bir zaman dilimi içerisinde yaşamıştı işte.

 “…bu husus belki de kimsenin aklına gelmemiştir, tanrı dünyaya dünya demez, ona bambaşka bir isim atfetmiştir; ölümün durumu ise daha farklıdır, (…) bu ölüm yalnızca insanlara ayrılmıştır ve gözlerini bir an bile bizden ayırmaz, öyle ki, ölüm zamanı henüz gelmeyenler bile onun gözlerini üzerlerinde hissederler.”

Bu yüzden yazıyı, kitaptan aldığı bir alıntı ile bitirmek istedi.

 

Rümeysa ERTEM

02.06.16- 04:03

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum