RUHUMUN AYNALARI - Mehmet Burak Çeri

Nihal’i öldükten sonraki beş sene, Nihal’i ölmeden önceki yetmiş bir seneden daha uzundu sanki.

RUHUMUN AYNALARI - Mehmet Burak Çeri
00 0000 - 00:00 - Güncelleme: 29 Aralık 2017 - 12:35

RUHUMUN AYNALARI

 

  Gözün sadece karanlığı gördüğü demde, güneşin kızıllığı dağın tam tepesinden hücum etti. Uyku yok hiçbir vakit. Eline aldığı vesikalıktaki on yedi yaşına baktı. Siyah beyaz fotoğrafta gençti. Kanı kaynıyordu o zamanlar. Yüzünde sahici bir gülümseme varmış.

  Mahallesinde, eski sokaklarda gezerkenki hali geldi aklına. Penceresini kollardı hep sevdiği kızın. Bir an olsun gidip diyemezdi, utanırdı. Eve giderken yolunu uzatır da Nihal’inin penceresinin önünden geçerdi gül yüzünü görmek için. Gümbür gümbür bir yürekle seviyordu Nihal’ini. Sonra birgün çıkarıverdi dilinden baklayı. Döküverdi yüreğini tertemiz. ‘’Seviyorum’’ dedi. Bütün şiirlere bedel bir aşkla, tüm melodileri kıskandıracak bir ahenkle ‘’Seviyorum’’ dedi. Güldü Nihal’i sıcacık. O gülüşten sonra bende demesine gerek var mıydı?

  Aklını verip aşka,nice hayaller gezdiler Nihal’iyle. Dili, dudakları yanıyordu Nihal’im deyince. Bir gün kırılmıştı Nihal’i ona. Gecenin üçünde merdiven dayadı penceresine, iki tıklatıverdi. Nihal’i uyuyamamış, huzursuzdu. Pencerede görünce sevdiğini, gülüverdi yüzü. Ölüverseydi orada. Ölüverseydi... Yanağına bir öpücük kondurdu Nihal’i. Affettim demesine gerek var mıydı?

  Bir gün okul yolunda görmüşler, racondandır. Maksat adet yerine gelsin. Nihal’i için dayak yemekte nasip olmuştu. Öyle adam dövülmemiştir belki. Ama mutluydu. Nihal’i için canını verirdi. ‘’Ölüyorum sana Nihal’im’’ derdi. Başka şiire,söze gerek var mıydı?

  Göz yaşlarıyla koydu elinden resmi. Sabahın doğuşuna yine şahit ediyordu onu gelmek bilmez uykusu. Gözlerine gençliğinde ağlamadıkları mı birikmişti ne. Gözlerinden sızan yaşlar hep göğsünü ıslak eder, kurusa da tuzlu izi orda dururdu. Ne kadar ağlasa da bitiremezdi gözyaşı borcunu.

   Diğer resmini aldı eline. Yirmi dört yaşındaydı. Erzurum’un karakışı zamanında öğretmen olup gitti bir kasabaya. Bıyıklarını yeni bırakmıştı. İnce bıyıklı filinta gibi bir oğlandı. biraz para biriktirip Nihal’ini istetecekti. Düğün yapıp vuslat edecekti sevdiğiyle. Uzaklarda hayaliyle başbaşa kalmış, Nihal’inin yazdığı mektupları öpüp öpüp koklardı. Ne uzundu günler. Git git bitmiyordu çile menzili. Nasıl göresiydi sevdiğini. Nihal’inin elinden bir bardak çay içmek, çocuğunu kucağına alıp yiyiverecekmişcesine sevmek. ‘’Allah’ım’’ derdi ‘’İnşallah...’’ daha içten bir dua var mıydı?

  Göklere bakardı tertemiz akşamlarda. Orada bulduğu bir iki kafa dengi arkadaşla askerlik anılarını konuşurlar, gülüşürler hatta ağlanacaksa ağlaşırlardı. Kasabanın genç imamı da onların kafadandı. Semaver çayını yatsıdan sonra demleyiverir, akşamın ayazına bir ılık nefes üfler gibi verirdi. Bardaktan çıkan duman onlarla beraber nefes alırmışcasına yüzlerini ısıtır, bardağın sıcağı ellerini ıstır, muhabbetin sıcaklığı gönüllerini ısıtırdı. Nihal’inin elleride böyle sıcacık olurdu heralde. Nereye baksa onu görürdü. Özledim demesine gerek var mıydı?

  O fotoğrafı da bıraktı elinden. Gözyaşları gözlerinden ılık çıkıp elmecıklarına doğru soğuyordu. En son çenesinde buz gibi olup kalbinin üzerine düşüveriyordu.

  Bir başka fotoğraf aldı eline. Otuz yaşına gelmişti. Nihal’İyle evlenmiş, vuslatına ermişti. Nihal’iyle artık üç kişi olmuşlardı. Kucağında kızı Nur ile bazada oturuyor, bir Nur’una, bir Nihal’ine bakıyordu. Ölüverse yeriydi mutluluktan. Ölüverse yeriydi. Beraber başında sabahlarlardı. ‘’Gık’’ dese elleri ayakları birbirine girer, Nur’u içli içli ağlarken dayanamayıp o da ağlardı Nihal’iyle beraber. ‘’Nihal’im’’ derdi. ‘’Allah’a şükürler olsun...’’ derdi. Gözlerine bakıp Nihal’inin nice şükürler ederdi. Bin türlü ezayı beraber çekerler, Nur’unu kucaklarına alınca gidiverirdi hepsi. ‘’Size sarılarak öleyim’’ derdi. Nihal’i de ‘’Allah korusun, gecinden versin.Biz sensiz ne ederiz?’’ derdi. Seni seviyorum demesine gerek var mıydı?

  O fotoğrafını da koydu elinden. Yüzüne belli belirsiz bir tebessüm geliverdi. Yağmurun ardından gelen gökkuşağı gibiydi yüzü.

  Sonra diğer fotoğrafı  aldı eline. Kırk yaşındaydı burada. kırk yaş peygamberlik yaşıdır derler, sahiden en zor, ama en güzel zamanlarıydı bu yaşı. Nur’u onlu yaşlarına gelmiş, Nihal’i pek bir olgunlaşmıştı. Zaten her daim yüreğine emanet ettiği kadın yanında olmuştu. Ama kırk yaşına gelince bir başka güzel olmuş, bir başka bakışır olmuşlardı. Sadece o ve Nihal’i anlardı bu bakışlardaki manayı,ketumluğu, sihri... Dokuz kavim taşlasa devrilmezdi yere. Öyle güçlü, öyle mutluydu. Sapasağlam yapışmıştı kökleri toprağa. ‘’Nihal’im’’ derdi, ‘’Ne ara geldik bu günlere...’’ senle zaman su gibi akıp geçti demesine gerek var mıydı?

  Nur’u büyüyüp serpilmiş, o da biri oğlan sevmişti. Nasıl veresiydi birtanesini. Nasıl veresiydi minnak hanımını, nasıl veresiydi güz papatyasını. Ama ne yapsaydı, olacaktı, olamalıydı. Sevmiştiler birbirlerini. On yedi yaşı geldi aklına. İlk defa ağladı Nur’unun karşısında. Nihal’ide onlara katıldı, ağlamıştı üç titrek yürekli doya doya. Sonra yarı ağlak, yarı muzipken çekti Nur’u yanına, eğildi kulağına ve ‘’Bizim gibi tek çocukta kalma. En az üç tane yap. Bol bol sevelim.’’ dedi. Utandı Nur’u. Utangaç sesiyle ‘’Ya baba’’ dedi. Kocaman sarıldı babasına. ‘’Nasip’’ dedi. İkisinin birden başlarını göğsüne bastırdı. İkinize birden aşığım demesine gerek var mıydı?

  O Fotoğrafı da koydu ötekilerin yanına. Vefasız ciğerinden gelen öksürükler, iki büklüm haline yine de şükrediyordu ağlayarak.

  Eline son fotoğrafını aldı. Yetmiş yaşındaydı burada. Nihal’iyle son fotoğrafıydı. Öyle bir ağlamalıydı ki ateşi sönmeliydi yüreğinin. Ama yetmezdi. Hiçbir ağlayış yetmezdi. Nur’u evlenip uzaklara gitmiş, Nihal’inin titrek canı yitivermişti. Nur’u annesinin ölümünden sonra babasını yanına almak istesede kabul etmemiş ve bir yaşlı bakım evin yerleşmişti. Elden ayaktan düşmüş, kendi işlerini zar zor görmekteydi. Gözlerinde uyuyamadığı uykuların mahzunluğu, simasındaki derin izler, buruş buruş olmuş teni... Her birinde ayrı bir hikaye, her birinde ayrı bir anı vardı. Sevdiğinin ellerini tutup oflaya ahlaya geçirdikleri, şükrü dillerinden bırakmadıkları günler ne büyük saadetti.’’Benden önce ölme’’ derdi Nihal’ine. Dua diye ederdi bunu. Seni seviyorum demesine gerek var mıydı?

  Lakin kabul olmadı duası. Evvela Nihal’i gitti öteye. Koca bir ömür ki yetmiş altı sene... Nihal’i öldükten sonraki beş sene, Nihal’i ölmeden önceki yetmiş bir seneden daha uzundu sanki. Bekliyordu ölmeyi. Nihal’inin tam yanında bir mezar, onu bekliyordu. Göklerin rengi iyice sarıya dönmüş, bir gece daha sabaha uyku nedir bilmeden girmişti. Beşinci fotoğrafı da koydu diğerlerinin yanına. ‘’Ruhumun aynaları karşımda’’ dedi usulca. Bir gün daha yaklaşmıştı Nihal’ine, ölüm vuslattı...

 

tarihistan.org

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum