PARALI HALK ANLATILARI VE MASAL - Prof. Dr. Öcal OĞUZ

PARALI HALK ANLATILARI VE MASAL - Prof. Dr. Öcal OĞUZ
09 Şubat 2020 - 15:41 - Güncelleme: 09 Şubat 2020 - 15:53

PARALI HALK ANLATILARI VE MASAL

Halk anlatıları, tarihin hiçbir döneminde kâr getiren, zengin eden bir “kazanç kapısı” olmamıştır. Ama iyi ustaların, aranılan sanatçıların, yetenekli anlatıcıların sözlü kültürün “profesyonellik” gerektiren bazı alanlarında kıt kanaat de olsa geçimlerini sağlamalarını mümkün kılmış, ayrıca itibar, şan ve şöhret de kazandırmıştır.

Böyle olmakla birlikte mitten efsaneye, destandan hikâyeye, fıkradan masala, tekerlemeden bilmeceye, alkıştan kargışa, atasözünden deyime, maniden türküye, ninniden ağıta kadar her halk anlatısı, “müşteri” ve “pazar” mantığıyla da üretilmemiştir.

Batı Hun Hükümdarı Atilla’nın huzurunda ve kazanılan zaferlerin sonrasında destanlar söyleyen ozanlar, içine doğdukları anlatı ortamının profesyonelleriydi. Bu gelenek, çağları aşarak Osmanlıya kadar gelmiş ve özellikle Garp Ocaklarında yoğunlaşmak üzere “ordu şairi” şeklinde karşımıza çıkmıştır. Öte yandan sultan, vezir, bey, paşa veya diğer zengin ve nüfuzlu kişilerin sanata yönelik himaye veya patronajı ozan ve âşıkları da içine almıştır.

Dedem Korkut’un başta Beyrek ile Banı Çiçek hikâyesi olmak üzere anlatılarında bütün toplumsal statü ve özellikleriyle karşımıza çıkardığı ozan da, hükümdarların huzurunda olduğu kadar, düğünde dernekte, bayramda seyranda sanatını icra ediyor ve geçimini bu yolla sağlıyordu.

Bir şeyhe intisap eden, bir tekkeye bağlanan ve o ortamda söylediği şiirlerle tanınan, sevilen şairlerin geçimlerinde sanatlarının da bir yeri olduğu anlaşılıyor. Ancak Yunus Emre gibi en meşhurları bile “yüz çakullu gelse bir yalıncağı soyamaz” diye şiirler söylediğine ve TEİS’e yansıyan hayat hikâyelerine göre zenginler zümresinden olmadıkları açıktır.

Daha kırsal alanlarda ve köylerde, kahvehanelerde, köy veya bey odalarında hikâye anlatan, düğün dernek kuran âşıklar, evlerinin geçim çarkını bir nevi bu ek işlerle döndürmeye çalışıyorlardı.

Matbaanın yaygınlaşmasından sonra, toplumu etkileyen savaş, deprem, cinayet gibi konuları şiir diliyle destan türünde bugünkü "üçüncü sayfa haberleri" tarzında anlatan ve bastırdıkları bu tek sayfalık manzumeleri çarşı pazar gezerek satan “destancı âşıklar” da bu şekilde geçimlerini halk anlatı kültüründen sağlıyordu.

Başta sultanlar olmak üzere devlet büyüklerinin huzurunda, düğünde, sünnette, Ramazanda bayramda, kahvehanede, mecliste perde kurup hayal oynatan hayaliler, Karagöz ustaları da evlerine ekmeği sanatları sayesinde götürüyorlardı.

Kendi özel üslup ve tarzlarıyla hikâye anlatan meddahlar da kahvehaneler başta olmak üzere, anlatı mekânlarında sanatlarından hayatlarını kazanıyorlar, en azından ek gelir elde ediyorlardı.

Doğum, sünnet, askere uğurlama, Hacca uğurlama, ölüm ve benzer yıl dönümleri başta olmak üzere pek çok vesileyle okunan mevlitlerin icracıları olan mevlithanların da belli nezaket usul ve esaslarına göre verilen, zarf içince cebe konulan teşekkür paralarından oluşan bir ek gelirleri olurdu.

Türk kültüründe cenaze törenlerinin ayrılmaz bir parçası olan ağıt, yüreği yanan yakınların bizzat kendileri tarafından yakılabileceği gibi, “ölünün arkasından yakılan ağıt sevgi göstergesidir” denilerek “ağıtçı kadınlar”dan da destek alınırdı. İyi ağıt yakan ve ölü yakınlarını iyi ağlatanların da sosyal ortamın durumuna ve ölü yakınlarının cömertliğine göre bir kazancı olurdu.

Kadınlar arasındaki düğün tefçisinin ve türkücüsünün de erkekler arasındaki ozanda olduğu gibi bir maddi karşılığı vardı. İyi yakılmış, iyi söylenmiş kına türküleriyle gelini ve annesini ağlatma başarısı gösterenler bir şekilde iltifat görürdü. Hıdırellez’de martufal manileri söyleyen usta ve aranan kadınların da bayram sevinci içinde beklentileri karşılanırdı.

Mukallitler, musahipler, söz ehli olanlar, iyi fıkra anlatanlar, meclislerin aranan kişileriydi, onlara da her mecliste itibar edilirdi ama bu işten aleni bir gelir elde etmezlerdi. Belki bey, ağa, paşa sofralarında gördükleri itibar, başka bir şekilde hayatlarına dokunurdu.

Güzel sözler, yanık türküler, acıklı hikâyeler ve tabii bol miktarda dua ve beddua dilencilerin sermayesiydi. Belki halk anlatılarından en görünür kazançları onlar elde ederlerdi.

Bunların yanında, çarşıda pazarda, kahvede odada, mecliste mekânda konuşurken söylenen atasözünün, anlatılan fıkranın sokakta oynarken kullanılan tekerlemenin, vakit geçirmek için sorulan bilmecenin ve nihayet tandır başında otururken anlatılan masalın gelenekte ve geçmişte gelir getirici bir yönü ve ortamı yoktu.

Masal anlatıcıları, daha çok aile içinde anlatıcılık rollerini sürdüren yaşlı kimseler veya yetenekli akrabalardı. Nitekim dededen, nineden toruna, anneden babadan evlada veya haladan teyzeden yeğene aktarılan nasihatin ücreti mi olurdu? Kâh tandır, kâh ocak başında, sonraları soba etrafında anlatılan masalların gelenekte diğer anlatılar gibi şu ya da bu şekilde pazarı ve piyasası yoktu.

Yeni kent, pek çok geleneksel toplanma biçimini ve anlatı türünü kaybederken, son zamanlarda masalı hatırladı. Masal şimdi büyükten küçüğe ev içi kültür aktarımının bir parçası olmaktan çıkarak yetişkinler arası farklı bir iletişiminin enstrümanı hâline geldi.

Bin-iki bin kişilik büyük tiyatro veya konferans salonlarında masal anlatan “profesyonel masalcılar” ortaya çıktı. Bu salonlar para verilerek doldurulduğuna, anlatıcılar kazançlarından memnun olduğuna göre, bir piyasanın ve arz talep ilişkisinin doğduğu anlaşıyor.

Ancak bu yeni masal anlatıcılığının gelenekle bağının, ticari mekân ve ortamları olan ozanlık, âşıklık, meddahlık, hayalilik gibi kazanç getiren türlerle kurulması ve modern sanatların etkisiyle bir sahne performansına dönüştürülmesi, masalın geleneksel üslubunu unutturmakta, özünden ve ruhundan uzaklaştırmaktadır.

Geçmişte pazarı olmayan bu türü şimdi pazarlamak ve gelir elde etmek isteyenlerin önünde bir gelenek ve geçmiş olmadığı için her anlatıcı, çok farklı kültürlerden öğrendiği "anlatıcılık üslubuyla" ve kendince bir yöntemle pazar ve tezgâh kuruyor. Bu nedenle işin sanıyorum biraz tadı kaçtı. Ruh ve mana olarak anlatılanlar, geleneğin masalı olmaktan çıktı.

Bu anlatı ortamında konusu korunmuş olsa da masal, “bir varmış, bir yokmuş” tekerlemesi ile başlayan “gökten üç elma düştü” denilerek sonlandırılan başka bir sahne anlatısına dönüştü.

Sürdürülebilir masal için, geleneğin gelir getiren diğer anlatı türlerinden ve modern sahne sanatlarından biraz uzaklaşılarak, masalın “nine-dede pamukluğunda” yumuşak, sakin ve sevecen bir dille, daha küçük gruplara kendi üslubunda ve aileyi çağrıştıran samimi ortamında anlatımı korunmalıdır.

Elbette masal, tiyatrodan baleye, operadan müzikale, filmden diziye, çizgi filmden animasyona, romandan şiire, heykelden resme veya stand uptan her türlü sahne gösterisine kadar sanatın bütün dallarının esin kaynağı olabilir. Bizim mesleki olarak “uygulamalı halk bilimi” dediğimiz masaldan bu şekilde yararlanma da özendirilmelidir ama bu tür yararlanmaların masalın kendisi olmadığı da unutulmamalıdır.

Prof. Dr. Öcal OĞUZ

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum