ÖMER SEYFETTİN

Ömer Seyfettin, otuz altı yaş gibi pek erken bir zamanda 6 Mart 1920 Cumartesi günü saat 14:00’te hayata veda eder. Cenazesi; yakınları, öğrencileri ve sevenlerinin gözyaşları arasında Kuşdili Mahmud baba mezarlığına defnedilir.

ÖMER SEYFETTİN
06 Mart 2020 - 21:56 - Güncelleme: 06 Mart 2020 - 22:04

Ömer Seyfettin 28 Şubat 1884’te Balıkesir Gönen’de dünyaya gelmiştir. Türk ülküsünü yücelten, milli duyguları akıcı bir üslupla anlatan, duru bir dille yazılmış öykü ve hikayeleri kuşaktan kuşağa okunan ünlü yazar; Kafkasya Türklerinden Binbaşı Ömer Şevki Bey’in oğludur. Ömer Seyfettin’in doğduğu yıllarda babası,Osmanlı ordusunda yüzbaşı olarak görev yapmaktaydı.İlk tahsiline Gönen’deki mahalle mektebinde başlayan yazar,daha sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a gelerek Aksaray Yusufpaşa’daki “Mekteb-i Osmani”ye kaydını yaptırmıştır.

1892’de öğrenime başladığı okulunu çalışkanlığı ve daha sonra veteriner okuluna başlayarak eğitimini burada sürdürür. Veteriner okulundaki mezuniyetinin sonrasında Edirne’deki Askeri İdadi’ye devam eder. Askeri İdadi’den arkadaşı olan Aka Gündüz Bey, o günleri yeniden yaşarcasına ünlü yazarı şöyle tanımlamakta:

 “Çocuktuk. Savaş bütün şiddetiyle sürüyordu. Bizim gibi babaları asker olan çocuklar İplikhane’de özel sınıf,’Sınıfı mahsus açmışlar, bizi de oraya koydular.

Ömer ile orada tanıştık. Ondan önce kendisini hiç tanımazdım. Okul yatılı olduğu için arkadaşlığımız sürekli idi. Anlayış ve kavrayışındaki hareketlilik daha o zaman görülür, her gün yeni zeka eseri göstermezse rahat edemezdi. Orijinal bir çocuktu. O günler arkadaşları arasında henüz komik olmanın çerçevesini aşamamıştı. Okulda hepimizin adımızdan başka bir de takma adımız vardı. Ona ‘Ömer Kocamustafa Paşa’ derlerdi. Fakat bu onur künyesidir. Bu, memleketi, oturduğu mahalle adı olabilirdi. Ama Ömer’in ilk takma adı ‘Atlas Taşan’dır. Baba, anne, kız kardeşi, hepsi okur kitap getirirdi. Biz o zaman atlas nedir bilmezdik. Ne olduğunu sorduk.”Atlas Taşan” deyince, Hulusi Matbaası’nın haritalarından başka bir şey görmeden bütün çocuklar, bunu tuhaf karşıladılar. Ondan dolayıdır ki lakabı olarak kaldı.‘Antipirin’ adı da okulda takılmıştır. Bir gün Ömer, okula antipirin(ilaç) getirmiş. Biz, kimimiz Makedonya’dan, kimimiz Anadolu’dan gelme subay çocuklarıydık. O zamanlar ‘acı ağaç’tan başka bir şey duymamışız. Ömer’in bütün hastalıklara ilaç diye getirdiği antipirin okulda pek iyi karşılanmadı. Ömer’e bir ad taktik ‘Antipirin Ömer’. Fakat Ömer antipirinin baş ağrısına iyi geldiğini bize ispatladı. Zeka gelişmelerine göre Ömer’in de lakabı değişiyordu.’Deli’ veya ‘Şair Ömer’ olarak.”

Edirne Askeri İdadisi’ni bitiren Ömer Seyfettin,1903 yılında Harp Okulu’ndan “Teğmen” rütbesiyle mezun olarak ilk Okulu’na askeri öğretmen olarak tayin edilir. 1908 yılında üsteğmenliğe yükselerek üçüncü ordu emrinde göreve başlar. Oradan da “Yakorit” sınır boyu bölüğüne atanır. Beş hececilerin ünlü şairi Yusuf Ziya Ortaç “Portreler” adlı eserinde Ömer Seyfettin’i okurlarına şöyle tanıtmakta:

“Hızla açılan kapıdan içeri girişi hayır girişi değiş, atılışı hala gözümün önündedir. Bu kadar gergin vücut, bu kadar kımıldanan insan o gün bu gündür hala görmedim. Göğsü alabildiğine ileride, omuzları gerideydi. Sarı, uçları az kıvrık bıyıkları vardı. Kaşlar seyrek ve altın kumralı. Saçları da öyle… Hafif çiçek bozuğu yüzünde alaya acı karışık tuhaf bir gülümseme hiç eksik olmuyordu.Kirpiksiz gözleri bir noktada durmayan iki damla mavi ışıktı. Elinizi sıkışından anlıyordunuz, çok kuvvetliydi. Bu adam Ömer Seyfettin’dir. Kuvvetli dedim. Önce bunu anlatayım size. Ömer, eski bir Türk subayıdır. Harbiye’de okurken, okulun sayılı fırtınalarından biri onu bahçede terslemiş. Ömer ufak tefek bir genç ama dayatmış.

Kavga sonu müdürün karşısına çıkmışlar. Dev yapılı belalının yüzü, alnından akan kanlarla kıpkırmızı.

Kumandan sormuş:

– Neyle vurdun başına?

Ömer telaşsız, cakasız, çocuğumsu cevap vermiş:

–Yumruğumla.

Yaralı dev:

– Yalan efendim, diye karşılık vermiş. Ya demirle vurdu, ya taşla!

Okul müdürü tekrar Ömer’e dönmüş.

– Doğruyu söyle neyle vurdun?

­- Yumruğumla efendim. İsterseniz bir tane daha vurayım patlatamazsam cezama razıyım!

Ömer Seyfettin izinsiz olduğu haftalar, pencerenin iki demir parmaklığını iki eliyle tutup büker, aralıktan sokağa atlarmış”

Yusuf Ziya Ortaç, bu kuvvetli ve dost canlısı arkadaşı hakkın da yazılarına şöyle devam eder:

“Ömer’i mutlaka severdiniz. Tatlı, şakacı bir mizahçı vardı. Ama onun kahkahaları kadar hıçkırığa yakın gülüş görmedim. Balkan Harbi’nde cephe cephe dövüşmüştü. Ayda yalnız altı lira ona yeterdi. Bu parayı bulabilecek miydi acaba? Ömer Seyfettin İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı idi. Ama bağımsız bir bağlı. Tek Hizmet, tek nimet istemek aklından bile geçmezdi. Çoğundan tiksinirdi onların. Yine bir başka mektubunda: “Ben Ziya Bey müstesna, onların hangisiyle bir arada bulunsam, kendimi, penceresiz ve kapısız bir ahırda sanıyorum.” diyor.

Birinci Dünya Harbi’nde vagon vurguncuları, savaş zenginleri türemişti. Ama şimdiki bollukta her mahallede bir milyoner değil, iki elin on parmağı ile sayılacak kadar!..

Ömer, öfkeli öfkeli bunlardan yakınırken, İttihat ve Terakki’nin ünlü doktoru Nazım’a ayağını kaldırmış:

–Baak!..

Tabanı delik ucuz bir iskarpin! Doğrudur. Onlar fakir yaşadılar, fakir öldüler. Ama Ömer, acı, merhametsiz bir gülüşle “Doktor Nazım”ı hicvederdi.

–Ah cancağızım herifin siyasi namusu ayağımın altında.

İnanışlarında çok ciddi olan Ömer, dostluklarında çok şakacıydı. Onunda teklifini yaşayamazdınız. Biraz ağdalı konuşan şair Mehmed Ali Tevfik’e daha ilk tanıştıkları gün:

–Vah vah cancağızım niçin böyle kitap okur gibi konuşuyorsunuz? diye sormuş, ama kırmamış, onu bile güldürmüştü.

Bir aralık evlendi. O yıllarda Türkiye’nin en zevkli kadın terzisi olan Calibe Hanım’la. Sonra bir kızları oldu ayrıldılar.

Ömer, Kalamış’ta deniz kıyısında, etrafında tek bina bulunmayan küçük sipsivri bir yalıya taşındı. Askerlikte kendisinin tek başına yaşıyordu. Durmadan okuyarak, durmadan yazarak.

Bu ayrılıktan çok yaralıydı Ömer. İki kere şikâyet etti. Bir kere:

–İçim sıkılıyor, ama zamanla geçer değil mi? diye, bir kere de eski karısının, yeni kocası ile yalısının önünden kahkahalar atarak geçtiği gün…

Ünlü şair ve yazar Yusuf Ziya Ortaç’ın anlatımlarıyla özelliklerini tanıdığımız Ömer Seyfettin, Trablusgarb Savaşı başlayınca yeniden orduya çağrılır. Balkan Harbi’ne Üsteğmen olarak gider. Yanya kuşatmasından sonra Yunanlılara esir düşer.

Takriben bir yıl kadar “Nafliyon”da esir olarak kalır. 1913 senesinde İstanbul’a dönerek ikinci defa ordudan ayrılarak sosyal hayata atılan yazar, bundan böyle geçimini gazetelere makale ve öyküler yazarak sürdürür. Boş kalan zamanlarında çok sevdiği annesini sık sık ziyaret ederek onunla yakından ilgilenmeyi ihmal etmez. Ömer Seyfettin’in annesi Fatma Hanım İsfendiyar oğullarından Ankaralı topçu kaymakamı Mehmed Bey’in kızıdır. Zaman içerisinde İstanbul’un seçkin aileleri arasında saygın bir konuma sahip olan Fatma Hanımefendi; giyinişi, görgü ve davranışlarıyla yakın çevresine örnek teşkil ederdi. Ömer Seyfettin “İlk Cinayet” adlı öyküsünde annesini şöyle tanımlar:

“Mavi tüylü bir yelpazeyi sallarken, ince ve gümüş bir masaya takılmış sigarasını içerken ben kucağından kayıyorum. Beni kollarımdan tutarak oturtuyor. Gümüş maşacığın halkasına parmağımı takıyor, annem görmeden ucunu ağzıma sokuyor, dişlerimle ısırıyorum.”

Bu tanımlamalar Ömer Seyfettin’in her ne kadar çocukluk anılarını çağrıştırsa da, lüks eşi Calibe Hanım’dan ayrıldıktan sonra sevgiyi ve şefkati çok sevdiği annesinin varlığında aramıştır.

Askerlik mesleğinden tamamen kopmuş bulunan Ömer Seyfettin, gazetelere yazılar vermesinin yanında;1914’te Kabataş Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak göreve başlar ve hayatının sonuna kadar bu görevini sürdürür.

Ömer Seyfettin 1920 senesi şubat ayının ortalarında hekimler tarafından tam olarak teşhis konulamayan amansız bir hastalığın pençesinde düşmüştü. Bu hastalık onu iki haftalık zaman sürecinde bitkin bir hale getirir. Aldığı ilaçlar tedaviye cevap vermeyince, 5 Mart’ta İstanbul Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırılır. Hastaneye geldiğinde şuuru ve bilinci kapalı bir haldeydi. Ünlü hikaye yazarı Ömer Seyfettin, otuz altı yaş gibi pek erken bir zamanda 6 Mart 1920 Cumartesi günü saat 14:00’te hayata veda eder. Cenazesi; yakınları, öğrencileri ve sevenlerinin gözyaşları arasında Kuşdili Mahmud baba mezarlığına defnedilir.

Kaynakça: Ömer Seyfettin Hikâyelerinden Seçmeler, Akvaryum Yay. istanbul, Şubat, 2009 http://edebice.net/2013/04/27/oemer-seyfettin/

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum