MUSTAFA KUTLU:Hayatı tanımak ve yazmak

MUSTAFA KUTLU. ALINTI

MUSTAFA KUTLU:Hayatı tanımak ve yazmak
19 Nisan 2012 - 09:55

 

Adam önümden hızla geçti. Sanki bir tanıdık. Bir mektep arkadaşı. Acaba demeye kalmadan arabasına atlayıp uzaklaşıyor. Keşke ardından koşsaydım veya ismiyle seslenseydim. İsmi ne idi? Bu arada beklediğim otobüs geldi. Gitmem lazım. Ayaküstü laflamanın, eski günlerden bahsetmenin sırası değil. Daha üç-dört rapor okumalıyım. Sonra hülasa çıkaracağım. Belki izin alırsam şu son günü gelmiş faturaları yatırabilirim. Markete uğranacak. Aralığın ampülü arızalı, değişecek. Çocuğa elişi kâğıdı alacaktım tüh. Yahu şu eski alışkanlıkları Milli Eğitim'den çıkarsalar keşke. Ne olacak yani biz de elişi kağıdından desenler yapardık.

Ne kazandık.

Arabalar geçiyor.

Her şey hızla geçiyor.

Otobüs penceresinden yeni açılan bir mağazanın adını okumaya çalışıyorum. İtalyanca'ya benzer bir kelime, tamamını okuyamadım. Mağazaların, işyerlerinin adı aklımda kalmıyor, hepsi yabancı. Geçen birine uğrayayım dedim. Varınca şaşırdım. Bu mağaza giysi satıyordu. Şimdi ayakkabıcı olmuş. Kapı önündeki satış elemanına eski mağazayı soruyorum. Gülerek; "Ooo!.. Abi o çoktan kapandı. Biz hava parası ile devraldık. Ayakkabıya çevirdik. Buyurun, çeşitlerimizi görün".

Her şey ne çabuk değişiyor.

Hiçbir şeye yetişmek mümkün değil.

Çevre değişiyor, binalar-caddeler-isimler-şekiller-kokular-renkler her şey değişiyor. Birine alışmadan öteki geliyor. Eski bir reklamı hatırlıyorum "Eskimiş çoraplarınızı atın, atın," diyordu.

Bir yeri, binayı, lokantayı, kahveyi, ağacı, kuşu, etrafımızı çeviren ne varsa, mesela insanları tanımak ne kadar zor. Hatta mümkün olmaktan çıktı. Ancak kaba hatları ile tanıyoruz. Bu armut, bu da üzüm.

İyi de kardeşim ne armudu. Ankara mı, Deveci mi, Mustabey mi, Hacı Osman mı, Eşkice mi, Santa Maria mı, İçi kara mı, Çermail mi, Bal armudu mu, nedir?

Aslında bunlar mazide kaldı. Yani on beş çeşit elmadan elimize iki çeşit kaldı. Biri Golden, öteki Starking. Neden? Çünkü hem verimi iyi, hem raf ömrü uzun, hem gösterişli.

Hayat giderek tekdüze oluyor.

Kimse farkında değil.

Farkında olamayız, çünkü işler, o bir türlü bitmeyen işler bizi bekliyor. Fabrikanın bantları yürüyor. Önünden geçen cıvatayı sık yeter.

Hele insanı tanımak ne kadar zordur. İnsan kendi eşini bile beş yılda tanır. Uzun zaman arkadaşlık ettiğiniz biri, bir ara öyle bir hareket yapar ki şaşakalırsınız. "Yahu ben bu adamı tanıyamamışım dersiniz. Bir kitap adını hatırlarsınız "İnsan bu meçhul".

İnsanları, insan münasebetlerini, meslekleri, mesleklerin inceliklerini, yeme-içmeyi-giyim-kuşamı, âdetleri, alışkanlıkları, lezzetleri, kokuları, renkleri , ağacı, kuşu, çiçeği, yaban hayatı ile tabiatı ve bütün bunların birlikte oluşturdukları dünyayı, bu dünyanın âhengini, şiirini, musikisini, büyüsünü tanımadan hissetmeden insan ne yazabilir ki? Kendini yazar. Çoğu öyle yapıyor. Acaba kendimizi tanıyor muyuz? Kendi nefsimizi biliyor muyuz? Zor soru.

Kendi acısına yabancı biri başkasının ölümüne elbette kayıtsız kalır. Çocuk, kreşte başlayan, yatılı mektepte biten ömründe ailesini bile tanımıyor.

Daha büyük disiplinleri öğrenmeden ne yazılabilir ki? Yaşadığı dünyanın dayandığı kanunları, ilişkileri; hadi bunları bir yere bırakalım, ülkesinin beldesinin tarihini, iktisadını, felsefesini, dinini, ekonomisini bilmeden ne söyleyebilir ki?

Kenan Işık'ın sunduğu "Bilgi yarışması" na çıkan üniversite mezunu yarışmacıların cevap veremedikleri sorulara bakarak, maarif çökmüş artık dememek elde değil.

İnsanlar işte, sokakta, evde, okulda bir şey öğrenemiyor. Çaresiz bilgisayara, internete başvuruyor. Bilgisayarın, internetin verdiği bilgi ne tür bir şeydir.

Hayata dair sözü var mıdır?

Bir çiçeği bulunduğu tepede, çayırda görmeden; onu koklamadan, elinizi yapraklarına şöyle bir dokundurmadan, ona uzun uzun bakmadan nasıl tanıyabilirsiniz ki?

Ama biz artık hayatın önünden, içinden, yanından yöresinden geçip gidiyoruz. Giderken de söyle bir bakıyoruz.

Sanıyorum bu yüzden gençlerin (veya günümüz popüler yaklaşımının) yazdıkları çokluk kurmaca, uyduruk, hayal mahsulü, metinler oluyor. Onlarla oyalanıyorlar. Edebiyat bir oyun oluyor. Pek tabii bu oyunu iyi oynayanlar var. Ve onlar okunuyor. Okunulan kitaplar çöpe atılıyor. Tıpkı mevsimlik gömlekler, çoraplar, şapkalar, terlikler vb. gibi.

Başarılı genç bir yazar arkadaş bana şöyle dedi: "Bizim kuşak hayatı tanımıyor. Bizi mahkum etmeyin elimizden sadece bu geliyor; hüner göstermek."

Haklısın dedim.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum