MUĞLA'DA BİR ŞENLİĞİN ARDINDAN -1 DARIYERİ ŞENLİĞİ İZLENİMLERİ
25 Eylül 2023 - 13:59
MUĞLA’DA BİR ŞENLİĞİN ARDINDAN -1
DARIYERİ ŞENLİĞİ İZLENİMLERİ
Osman Çeviksoy
Söyleşi ve imza için pek çok ile, ilçeye gitmiştim. Bu defa bir köyden, Dalaman’ın “Darıyeri” köyünden çağırılıyordum. Bu defa bir köye gidecek, orada kitaplarımı imzalayacaktım.
Köy, denizden dokuz yüz metre yüksekte küçük, serin bir dağ köyüymüş. Çevresinde büyük, kalabalık köyler de varmış. Burada ilk olarak yayla kültür şenliği düzenleyeceklermiş. Şenlikte yöreye özgü folklor gösterileri, başka kültürel etkinlikler de olacakmış. Benimle birlikte on sekiz yazar kitaplarını imzalayacakmış. Üç binden fazla katılımcı bekliyorlarmış. Çoğu davetli yazarlara ait 3500(üç bin beş yüz) kitap hazırlanacak, arzu eden her çocuğa, her anne babaya, her katılımcıya ücretsiz kitap hediye edilecekmiş. Biz de kitaplarımızı imzalayıp yeni okurlarımızla mini söyleşiler yapacakmışız. Böylece kitap okuma kültürünün kırsala doğru yayılmasına vesile olacakmışız. İşte böyle güzel bir amaçla düzenlenen yayla kültür şenliğine onur konuğu olarak çağırılıyordum. Eşimle birlikte katılırsam daha çok memnuniyet duyacaklardı.
Kurulan cümlelerde ilk kez“köy, kültür, kitap, yazar” kelimeleri yayla şenliğiyle bağlantılı olarak geçiyordu. Doğrusu heyecanlandım. Katıldığım yayla şenliklerinden hareketle bunun hayırlı, güzel bir ilk olduğunu düşündüm. Gerçekten heyecan verici, iyimser beklentilerle girişilmiş, benzersiz bir etkinlikti. Memnuniyetle kabul ettim.
Fakat bu çetin iş nasıl olacak, nasıl başarılacaktı? Kafamın içinde her gün biraz daha büyüyen bu soru işaretiyle bekledim. Bana göre dağ başındaki küçücük bir köyde üç bin kişiyi toplamak imkânsızdı. Böyle bir yayla kültür şenliğinin fikir babası, organizatörü, ev sahibi ve on sekiz yazarından biri olan İdris Koç’un sonuçta üzüleceğini düşünüyor, ben de üzülüyordum. Tanıdığım kadarıyla o, olumlu düşünceler üreten, değerli, girişken, saygılı bir genç adamdı. Yazarı, kitabı, kültürü; kırsala, yaylaya taşımayı hedefleyen bu güzel etkinlik başarısızlıkla sonuçlanırsa hepimiz hayal kırıklığı yaşayacaktık.
25 Ağustos’un sabahında bizi Muğla Dalaman Havaalanı’nda Mevlüt Koç karşıladı. İdris Koç’un amcasıydı. Düzgün ifadeli, kibar ve saygılıydı. İtiraz etmemize rağmen bir unlu mamuller fırını önünde durup yolda atıştırmamız için bize sıcak simit ve soğuk su aldı. İki yanı ağaçlık, dar ve çok virajlı köy yolunda araba kullanışı ustalıklıydı. İlk kilometrelerde güvenimizi kazandı. Köye doğru derelerden tepelerden geçerek dağı tırmanırken, aramızda doğal bir samimiyet oluşuverdi. Bize mesleklerimizi, memleketlerimizi sordu, söyledik. Onun mesleği şoförlükmüş. Arabayı ustalıklı kullanışından belliydi. Adalet Bakanlığında çalışmış, oradan emekli olmuştu.
Bir ara ben dedim ki “İnternetteki görüntülere bakılırsa köye girmek üzereyiz.” Mevlüt Koç hafifçe başını sallayarak gülümsedi. “İnternet bazen insanı yanıltabiliyor hocam.” dedi. “Henüz yolu ancak yarılayabildik. Bu kadar daha gidersek köydeyiz.”
Bir süre daha gidince suyu sürekli akan yüksek çam ağaçları altındaki bir çeşme önünde durduk. Burası seyir terası gibi bir yerdi. Arabadan inince gördük ki Darıyeri’ne yakın köylerden birinin mezarlığıydı. Çeşmenin hemen yan tarafında, cenaze namazı kılınırken tabutun konulduğu, demir doğramadan yapılmış musalla taşı vardı. Çoğu mermerden, baş taşları yazılı mezarlar, çam ağaçlarının gölgesindeydi. İlk anda seyir terasına benzettiğim düzlük, meğer cemaatin cenaze namazına durduğu, cenazeyle vedalaştığı alanmış.
Çevreyi gözden geçirirken çobanlık yaptığım çocukluk yıllarıma gittim. Amcamın oğluyla birlikte kendi büyükbaş hayvanlarımızı güderdik. Köyümüzün dağları, dağ yolları, çeşmeleri bir bir gözümün önünden geçti. Öğretmen okulunu bitirip mesleğe başladıktan sonra, hep köyümden, dağlarından uzakta, çocukluğumun geçtiği yerlerin hasretiyle yaşamıştım. Defalarca niyetlendiğim halde bir kerecik gidip gezmek nasip olmamıştı.
Mevlüt Koç da çocukluğuna gitmişti. Bize derenin öte yanındaki dağı gösterdi. İlkokula başladığı yıl o dağın arka yamacındaki köyde oturuyorlarmış. Köylerinde okul yokmuş. Her sabah üç beş çocuk, kitaplarını ve azıklarını yanlarına alırlar, yola koyulurlarmış. Dağı aşarlar, görünen yamaçtan dereye inerler, sonra bu yamacı tırmanarak sol ilerimizde çatısının bir kısmı görünen okula gelirlermiş. Okuldan sonra da aynı yoldan evlerine dönerlermiş. Özellikle kışın çok çetin geçermiş yolculukları. Ailelerinin destekleri, öğretmenlerinin güler yüzü, tatlı dili, onlara güç verirmiş. O yaşta okumanın güzelliğine ve her güzelliğin bir bedeli olduğuna inanmışlar, bırakmamışlar. Ertesi yıl köylerine okul yapılıp öğretmen verilince meşakkatli yolculuktan kurtulmuşlar.
Doğu Karadeniz bölgesinin birbirine uzak evlerden oluşan köylerine benzer köylerin yanından, içinden geçerek Darıyeri’ne vardık. Bizi, İdris Koç ve ilk kez gördüğümüz beraberindeki kişiler karşıladı. Gelişimize memnun oldukları her hallerinden belliydi. Ayaküstü hâl hatır sormalar devam ederken geçen yıl bizi Muğla’ya davet eden ve birlikte okullarda söyleşiler gerçekleştirdiğimiz, meslektaşlarımız İsmail Zorba, Ziya Karabulut, Emine Serdar geldiler. Yanlarında bir de ilk kez gördüğümüz bir hanım vardı. Ziya Karabulut “Eşim!” diye tanıştırdı. Anlaşılan köye farklı yollardan birkaç dakika arayla girmiştik. Beni, eşimi meslektaştan öte ağabey, abla gibi gördüklerini geçen yılda olduğu gibi şimdi de hissettiriyorlardı. Bu his bize mutlulukların en güzelini yaşatıyordu.
Önünde durduğumuz üç katlı ev İdris Koç’un babasına aitti. Hep birlikte evin, “çatı” diye anılan yarısı teras olarak bırakılmış, diğer yarısı küçük bir daire olarak düzenlenmiş üçüncü katına çıktık. Terasın üstü kapalı, üç yanı açıktı. Gölgeydi ve hafif bir esinti insanı rahatlatıyordu. Günlerdir buraların hava durumuna, aylık sıcaklık ortalamalarına baktığımı bilen eşim, serinliği ima eden gözlerle yüzüme baktı. Terasın rahatlatıcı serinliğine kendinden çok benim adıma sevinmişti.
Terastan bir kısmı görünen, köy muhtarına ait tek düzlük alanda şenlik için çalışmalar hızla devam ediyordu. Alanın bir yanına sahne kuruluyor, diğer yanına yöresel ürünleri sergilemek ve satmak üzere çadırdan stantlar açılıyordu. Alana yakın durmuş nakliye kamyonundan masalar, sandalyeler indiriliyordu. Ortalıkta çocuklar koşuyor, yöresel kıyafetler giyinmiş kadınlar, erkekler dolaşıyordu. Alanın ışıklandırılmasıyla uğraşanlar, alan üstünü bayraklarla süslemeye çalışanlar vardı. Herkesin tatlı bir heyecan içinde olduğu çatıdan bile anlaşılıyordu. Güzel organize olmuşlardı. Programın başlamasına daha saatler varken hazırlıklar bitme aşamasına gelmişti.
Terasta bizden önce gelmiş yazarlarla tanıştık. Birlikte harika ve hakiki bir yayla köyü kahvaltısı yaptık. Sofrada sınırsız sıcak gözleme, taze çay ve köyde yetişen, köyde üretilen doğal ürünler vardı. Sohbet, uzun süren kahvaltı sonrasında da devam etti. Şenliğin fikir babası, düzenleyicisi İdris Koç, bazen kısa bir telefon görüşmesinin ardından, bazen kulağına fısıldanan bir haberin ardından, izin isteyerek aramızdan ayrıldı, çok geçmeden döndü. Hem bizi bırakmadı hem yeni gelenleri karşıladı hem de organize işlerini yürüttü.
Geçen yıl Muğla’da tanıştığımız, sofralarında ve çay sohbetlerinde bulunduğumuz, sonrasında hep saygıyla, sevgiyle andığımız Erdal Çil ailesiyle birlikte geldi. Erdal Çil’le birbirini iyice özlemiş iki kardeş gibi kucaklaştık. Eşimle eşi ve kızı arasında da aynı yakınlık vardı. Çil ailesi samimi, sıcak, cana yakın bireylerden oluşuyordu.
Terasta sohbet devam ederken kırk küsur yıl önce tanıştığımız, her geçen yıl dostluğumuzu biraz daha pekiştirdiğimiz, çocuk edebiyatının seçkin yazarı Hasan Kallimci damadıyla birlikte geldi. Ertesi gün torununa sünnet düğünü yapacakları için ailecek gelememişlerdi. Kallimci’yle internetsiz, cep telefonsuz yıllarda yine bir kitap kültür faaliyetiyle Denizli’de başlayan dostluğumuzla ilgili anıları andık. O zamanlar Denizli Halk Eğitim Merkezinde Müdür Yardımcısıydı. Bir günde beş okulda söyleşi gerçekleştirmiştik. Bu bir rekordu. Sonraki yıllarda o rekoru kırmak bir yana yenilemek bile nasip olmadı.
DARIYERİ ŞENLİĞİ İZLENİMLERİ
Osman Çeviksoy
Söyleşi ve imza için pek çok ile, ilçeye gitmiştim. Bu defa bir köyden, Dalaman’ın “Darıyeri” köyünden çağırılıyordum. Bu defa bir köye gidecek, orada kitaplarımı imzalayacaktım.
Köy, denizden dokuz yüz metre yüksekte küçük, serin bir dağ köyüymüş. Çevresinde büyük, kalabalık köyler de varmış. Burada ilk olarak yayla kültür şenliği düzenleyeceklermiş. Şenlikte yöreye özgü folklor gösterileri, başka kültürel etkinlikler de olacakmış. Benimle birlikte on sekiz yazar kitaplarını imzalayacakmış. Üç binden fazla katılımcı bekliyorlarmış. Çoğu davetli yazarlara ait 3500(üç bin beş yüz) kitap hazırlanacak, arzu eden her çocuğa, her anne babaya, her katılımcıya ücretsiz kitap hediye edilecekmiş. Biz de kitaplarımızı imzalayıp yeni okurlarımızla mini söyleşiler yapacakmışız. Böylece kitap okuma kültürünün kırsala doğru yayılmasına vesile olacakmışız. İşte böyle güzel bir amaçla düzenlenen yayla kültür şenliğine onur konuğu olarak çağırılıyordum. Eşimle birlikte katılırsam daha çok memnuniyet duyacaklardı.
Kurulan cümlelerde ilk kez“köy, kültür, kitap, yazar” kelimeleri yayla şenliğiyle bağlantılı olarak geçiyordu. Doğrusu heyecanlandım. Katıldığım yayla şenliklerinden hareketle bunun hayırlı, güzel bir ilk olduğunu düşündüm. Gerçekten heyecan verici, iyimser beklentilerle girişilmiş, benzersiz bir etkinlikti. Memnuniyetle kabul ettim.
Fakat bu çetin iş nasıl olacak, nasıl başarılacaktı? Kafamın içinde her gün biraz daha büyüyen bu soru işaretiyle bekledim. Bana göre dağ başındaki küçücük bir köyde üç bin kişiyi toplamak imkânsızdı. Böyle bir yayla kültür şenliğinin fikir babası, organizatörü, ev sahibi ve on sekiz yazarından biri olan İdris Koç’un sonuçta üzüleceğini düşünüyor, ben de üzülüyordum. Tanıdığım kadarıyla o, olumlu düşünceler üreten, değerli, girişken, saygılı bir genç adamdı. Yazarı, kitabı, kültürü; kırsala, yaylaya taşımayı hedefleyen bu güzel etkinlik başarısızlıkla sonuçlanırsa hepimiz hayal kırıklığı yaşayacaktık.
25 Ağustos’un sabahında bizi Muğla Dalaman Havaalanı’nda Mevlüt Koç karşıladı. İdris Koç’un amcasıydı. Düzgün ifadeli, kibar ve saygılıydı. İtiraz etmemize rağmen bir unlu mamuller fırını önünde durup yolda atıştırmamız için bize sıcak simit ve soğuk su aldı. İki yanı ağaçlık, dar ve çok virajlı köy yolunda araba kullanışı ustalıklıydı. İlk kilometrelerde güvenimizi kazandı. Köye doğru derelerden tepelerden geçerek dağı tırmanırken, aramızda doğal bir samimiyet oluşuverdi. Bize mesleklerimizi, memleketlerimizi sordu, söyledik. Onun mesleği şoförlükmüş. Arabayı ustalıklı kullanışından belliydi. Adalet Bakanlığında çalışmış, oradan emekli olmuştu.
Bir ara ben dedim ki “İnternetteki görüntülere bakılırsa köye girmek üzereyiz.” Mevlüt Koç hafifçe başını sallayarak gülümsedi. “İnternet bazen insanı yanıltabiliyor hocam.” dedi. “Henüz yolu ancak yarılayabildik. Bu kadar daha gidersek köydeyiz.”
Bir süre daha gidince suyu sürekli akan yüksek çam ağaçları altındaki bir çeşme önünde durduk. Burası seyir terası gibi bir yerdi. Arabadan inince gördük ki Darıyeri’ne yakın köylerden birinin mezarlığıydı. Çeşmenin hemen yan tarafında, cenaze namazı kılınırken tabutun konulduğu, demir doğramadan yapılmış musalla taşı vardı. Çoğu mermerden, baş taşları yazılı mezarlar, çam ağaçlarının gölgesindeydi. İlk anda seyir terasına benzettiğim düzlük, meğer cemaatin cenaze namazına durduğu, cenazeyle vedalaştığı alanmış.
Çevreyi gözden geçirirken çobanlık yaptığım çocukluk yıllarıma gittim. Amcamın oğluyla birlikte kendi büyükbaş hayvanlarımızı güderdik. Köyümüzün dağları, dağ yolları, çeşmeleri bir bir gözümün önünden geçti. Öğretmen okulunu bitirip mesleğe başladıktan sonra, hep köyümden, dağlarından uzakta, çocukluğumun geçtiği yerlerin hasretiyle yaşamıştım. Defalarca niyetlendiğim halde bir kerecik gidip gezmek nasip olmamıştı.
Mevlüt Koç da çocukluğuna gitmişti. Bize derenin öte yanındaki dağı gösterdi. İlkokula başladığı yıl o dağın arka yamacındaki köyde oturuyorlarmış. Köylerinde okul yokmuş. Her sabah üç beş çocuk, kitaplarını ve azıklarını yanlarına alırlar, yola koyulurlarmış. Dağı aşarlar, görünen yamaçtan dereye inerler, sonra bu yamacı tırmanarak sol ilerimizde çatısının bir kısmı görünen okula gelirlermiş. Okuldan sonra da aynı yoldan evlerine dönerlermiş. Özellikle kışın çok çetin geçermiş yolculukları. Ailelerinin destekleri, öğretmenlerinin güler yüzü, tatlı dili, onlara güç verirmiş. O yaşta okumanın güzelliğine ve her güzelliğin bir bedeli olduğuna inanmışlar, bırakmamışlar. Ertesi yıl köylerine okul yapılıp öğretmen verilince meşakkatli yolculuktan kurtulmuşlar.
Doğu Karadeniz bölgesinin birbirine uzak evlerden oluşan köylerine benzer köylerin yanından, içinden geçerek Darıyeri’ne vardık. Bizi, İdris Koç ve ilk kez gördüğümüz beraberindeki kişiler karşıladı. Gelişimize memnun oldukları her hallerinden belliydi. Ayaküstü hâl hatır sormalar devam ederken geçen yıl bizi Muğla’ya davet eden ve birlikte okullarda söyleşiler gerçekleştirdiğimiz, meslektaşlarımız İsmail Zorba, Ziya Karabulut, Emine Serdar geldiler. Yanlarında bir de ilk kez gördüğümüz bir hanım vardı. Ziya Karabulut “Eşim!” diye tanıştırdı. Anlaşılan köye farklı yollardan birkaç dakika arayla girmiştik. Beni, eşimi meslektaştan öte ağabey, abla gibi gördüklerini geçen yılda olduğu gibi şimdi de hissettiriyorlardı. Bu his bize mutlulukların en güzelini yaşatıyordu.
Önünde durduğumuz üç katlı ev İdris Koç’un babasına aitti. Hep birlikte evin, “çatı” diye anılan yarısı teras olarak bırakılmış, diğer yarısı küçük bir daire olarak düzenlenmiş üçüncü katına çıktık. Terasın üstü kapalı, üç yanı açıktı. Gölgeydi ve hafif bir esinti insanı rahatlatıyordu. Günlerdir buraların hava durumuna, aylık sıcaklık ortalamalarına baktığımı bilen eşim, serinliği ima eden gözlerle yüzüme baktı. Terasın rahatlatıcı serinliğine kendinden çok benim adıma sevinmişti.
Terastan bir kısmı görünen, köy muhtarına ait tek düzlük alanda şenlik için çalışmalar hızla devam ediyordu. Alanın bir yanına sahne kuruluyor, diğer yanına yöresel ürünleri sergilemek ve satmak üzere çadırdan stantlar açılıyordu. Alana yakın durmuş nakliye kamyonundan masalar, sandalyeler indiriliyordu. Ortalıkta çocuklar koşuyor, yöresel kıyafetler giyinmiş kadınlar, erkekler dolaşıyordu. Alanın ışıklandırılmasıyla uğraşanlar, alan üstünü bayraklarla süslemeye çalışanlar vardı. Herkesin tatlı bir heyecan içinde olduğu çatıdan bile anlaşılıyordu. Güzel organize olmuşlardı. Programın başlamasına daha saatler varken hazırlıklar bitme aşamasına gelmişti.
Terasta bizden önce gelmiş yazarlarla tanıştık. Birlikte harika ve hakiki bir yayla köyü kahvaltısı yaptık. Sofrada sınırsız sıcak gözleme, taze çay ve köyde yetişen, köyde üretilen doğal ürünler vardı. Sohbet, uzun süren kahvaltı sonrasında da devam etti. Şenliğin fikir babası, düzenleyicisi İdris Koç, bazen kısa bir telefon görüşmesinin ardından, bazen kulağına fısıldanan bir haberin ardından, izin isteyerek aramızdan ayrıldı, çok geçmeden döndü. Hem bizi bırakmadı hem yeni gelenleri karşıladı hem de organize işlerini yürüttü.
Geçen yıl Muğla’da tanıştığımız, sofralarında ve çay sohbetlerinde bulunduğumuz, sonrasında hep saygıyla, sevgiyle andığımız Erdal Çil ailesiyle birlikte geldi. Erdal Çil’le birbirini iyice özlemiş iki kardeş gibi kucaklaştık. Eşimle eşi ve kızı arasında da aynı yakınlık vardı. Çil ailesi samimi, sıcak, cana yakın bireylerden oluşuyordu.
Terasta sohbet devam ederken kırk küsur yıl önce tanıştığımız, her geçen yıl dostluğumuzu biraz daha pekiştirdiğimiz, çocuk edebiyatının seçkin yazarı Hasan Kallimci damadıyla birlikte geldi. Ertesi gün torununa sünnet düğünü yapacakları için ailecek gelememişlerdi. Kallimci’yle internetsiz, cep telefonsuz yıllarda yine bir kitap kültür faaliyetiyle Denizli’de başlayan dostluğumuzla ilgili anıları andık. O zamanlar Denizli Halk Eğitim Merkezinde Müdür Yardımcısıydı. Bir günde beş okulda söyleşi gerçekleştirmiştik. Bu bir rekordu. Sonraki yıllarda o rekoru kırmak bir yana yenilemek bile nasip olmadı.
FACEBOOK YORUMLAR