Modern çağın filozofu Cemil Meriç.

Cemil Meriç modern çağın filozoflarından biriydi.. 38 yaşında görme yetisini kaybeden Cemil Meriç, buna rağmen durmadı Türk edebiyatına ve düşünce hayatına büyük katkılar yaptı.. İşte büyük usta Cemil Meriç'in portresi...

Modern çağın filozofu Cemil Meriç.
25 Nisan 2016 - 22:12

Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız."

4 yaşından beri okumaktan gözlerindeki ışığı kaybetmiş, 38'inde kör olmuş bir derviş...

Modern çağın filozofuydu o...

O; büyük Türk aydını fikir işçisi Cemil Meriç...

Sancılı yıllardı... Bir yandan ölüm, diğer yandan doğum sancısı... Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte çok sancı yaşadı bu topraklar...

"Biz neyi kaybettik" sorusuna "Topraklarımızı kaybettik" yanıtının verildiği yıllar ve o yılların getirdiği acılar..
Evet topraklarımızı kaybetmiştik... Umudumuz yoktu... Elde kalan Anadolu ile, Türkiye Cumhuriyeti ile yeni bir sayfa açılmıştı ama o yeni sayfa yeni zorluklar da demekti...

Topraklarımızı kaybetmiştik... En somut gerçek buydu... Böyle söylüyordu herkes... Bir kişi hariç herkes böyle söylüyordu... "Neyi kaybettik" sorusuna sadece bir kişi farklı bir cevap veriyordu...

Sadece bir kişi bu soruyu farklı okuyor... Sadece bir kişi, hafızasını yitiren bir ülkenin ne anlama geldiğini biliyordu... Sadece Cemil Meriç, "Neyi kaybettik" sorusuna "Ruhumuzu kaybettik" yanıtını veriyordu.

"Türkiye ruhunu kaybetti. Toprak mı? En değersiz şeyimizdir belki de. Belki de en değersiz şeyimizi kaybedince her şeyimizi kaybettiğimizi anladık; ruhumuzu."

Cemil Meriç, 12 Aralık 1916'da Osmanlı'nın en karanlık döneminde, Balkan Savaşları sırasında Yunanistan'dan Hatay'a göç eden bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi... Çocukluk insan kaderinin çizildiği bir dönem... Cemil Meriç, hayatı boyunca çekeceği sıkıntılarla, dışlanma duygusuyla, daha o dönem tanışmaya başladı...

Mahzun bir çocuktu... Kendi deyimiyle düşman bir dünyada dostsuz büyüyecekti... Mahzun bir kaderin ortasında doğan bir çocuktu... Göçmen bir aile, düşman bir çevre ve keşfedilmesi zorunlu bir dünya ve o dünyada küçücük yapayalnız bir çocuk..
Bir yabancı... Bir başınaydı bütün çocukluğu boyunca... Mahkum gibiydi... Yaşıtları sek sek oynarken, ip atlarken, çember çevirirken, top koştururken, misket oynarken; o bir başınaydı!!... Kitapların arasında bir başına...

4 yaşında öğrendi okumayı... 4 yaşında... Yani sütten kesildiği yaşta! Akranları kitapların sadece resimlerine bakarken, O; Mehmet Emin Yurdakul'un çıkardığı Türk Sazı dergisini elinden düşürmüyordu...
Aynı çevrede büyüdüğü çocuklara göre farklı giyimli, gözlüklü, kısa pantolonlu bir çocuktu o... 4 yaşındaydı ve 4 numara miyoptu...

"Babam çeşitli nikbetler yüzünden hayat küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan çatık kaşlı hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem bu yabani dünyada aşinası olmayan hasta bir kadıncağız. Silik, mızmız... 12 Aralık'ta doğan ben hep itilip kakılmışım. Düşman bir dünyada dostsuz büyüdüm... Daima başka, daima yabancı... Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçtım." Diye anlatıyordu çocukluğunu Meriç…

İlkokulu bitirdi. Ardından Antakya Sultanisi'ne başladı. Fransız mandasının idaresinde bir ortaokulda... Ortaokul değil de adeta bir fakülteydi.. Hocalarının eğitim düzeyi normal ortaokullardan çok daha iyiydi.. Öğretmenleri arasında mutasavvıflar, profesörler, akademisyenler vardı...

Parlak bir öğrenciydi... Öyle ki her sene sınıf birincisiydi ama bu ona yetmedi.. Hiç arkadaşı yoktu... Sürekli okuyordu... Okuduklarını öğrendiklerini tartışmak istiyordu... Fikirler çarpışsın istiyordu...

Ama onunla tartışabilecek kimse yoktu okul sıralarında... Hocalar bile onunla tartışabilecek düzeyde değillerdi...

Evet; parlak bir öğrenciydi... Sürekli yazıyordu, tutunabileceği tek şey yazmaktı... İlk yazısı 1933'te yerel Yenigün gazetesinde çıktı... Ardından Hataylı Türklerin Fransız mandasına karşı direnişlerinin öyküsünü kaleme aldı...
O yazı mahalli Yıldız gazetesinde yayınlandı... Yazı Fransız istihbaratının gözünden kaçmadı.. O yazı, Cemil Meriç'in birilerini kızdırdığı ilk yazıydı... Diplomasını almaya sayılı günler kala okuldan ayrılmak zorunda kaldı..

İstanbul'a gitti ve eğitimine Pertevniyal Lisesi'nde devam etti. Nazım Hikmet ve Kerim Sadi başta olmak üzere dönemin solcu aydınlarıyla o zaman irtibat kurdu.. Ama İstanbul krizlerin şehriydi.. Geçim sıkıntısı yaşıyordu Cemil Meriç... "Yapamıyorum" dedi... Geri dönmek, liseyi Antakya Sultanisi'nde tamamlamak zorunda kaldı... Memur oldu, devlette birkaç yıl görev aldı.

24'ünde bir delikanlı... Dimağı alev alev yanan bir delikanlı... Her hangi bir kalıba sığmayacak kadar ateşli...

Zor yıllardı 30lar, 40'lar... O yıllar yani CHP'nin tek parti yılları...

Herkesin aynı kalıba sokulmak istendiği, resmi ideolojinin sınırlarını ağır siyasi şartlarla korundu zulüm yıllarıydı... O yıllar, tek tip insan yetiştirilmeye çalışılan yıllardı ama Cemil Meriç'in de buna itirazları vardı....
Bir gün Hatay'da gözaltına alındı... 300'ün üzerinde kitabına dergisine el konuldu.. 'Hükümeti devirme' iddiasıyla 2 ay tutuklu yargılandı...

Mahkemede sordular "nesin sen?" Bağırdı "ben Marksistim" diye.. Daha doğrusu haykırdı.. Türk mahkemeleri bir ilki yaşamıştı Cemil Meriç'le... İlk kez kaydedilmişti o ses... İlk kez bir mahkemede "Ben Marksistim" diye kendini müdafaa eden biri olmuştu...

"Ağaç köküyle yaşar, insan da öyle... Bizse maziden koptuk, istikbale bağlanamadık. Türkiye bütün kütüphaneleri yakılan, bütün mazisi imha edilen, 600 yılı cerrahi bir ameliyatla içtimaî uzviyetinden koparılıp atılan bedbaht bir ülke. Oysa milletin ana vasfı devamlılık... Türk milleti... Hangi millet? Bu millet 10 senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı..."

İstanbul Üniversitesi yabancı diller yüksel okuluna girdi... Fevziye Menteşoğlu'yla tanıştı... Evlendi...

O evlilikten oğlu Mahmut Ali ve kızı Ümit dünyaya geldi... Anadolu'da birkaç yıllık mecburi öğretmenlik hizmetinden sonra yeniden İstanbul Üniversitesi'ne döndü ve Fransızca okutmanı olarak işe girdi.

38'ine gelmişti. Gözlerindeki ışık iyice sönmeye başladı... Hakikat uğrunda okumaktan başka bir amaç gütmeyen Cemil Meriç ebedi karanlığına adım atmıştı... Üstad, "görmek yaşamaktır" diyordu, "vuslattır görmek" diyordu...
Ama; artık hiç görmüyordu... Gözlerinden birinin retinası çatlak, diğeri de katarak sonucu perdeliydi... Hastaneler, muayeneler, ameliyatlar çare olmadı... Tıbbın o günkü imkanları izin vermiyordu görmesine... Kahrolmuştu Cemil Meriç... Çünkü "görmek sahip olmaktır" diyordu.

Gözlerindeki ışık sönmüştü ama dimağı hala alev alevdi. Pes etmedi hiç!

Fransızcadan Türkçeye çevirdiği kitapların başarısı onu iyice hayata bağladı...

Körlüğe alışıyordu...

Edebiyat fakültesinde okutmanlığa devam etti...

Okuma ve yazma uğraşlarına bir gün bile ara vermedi...

Ailesi, öğrencileri ve dostları, gönüllü olarak yardım etti Cemil Meriç'e..

Işığını kaybetmek onu engelleyemedi... Kitap çalışmalarına, okumalarına, çevirilerine devam etti.. Yüzlerce çeviri yaptı Fransızca ve İngilizceden...

Görmüyordu ama yazarlık hayatının en üretken çağını yaşıyordu...

Çevresindekilere okuttuğu Fransızca ve İngilizce metinleri sözlü olarak çevirdi ve yardımcılarına yazdırdı...

1963'ten itibaren edebiyat fakültesinin sosyoloji bölümünde sosyoloji ve kültür tarihi dersleri verdi...

Cemil Meriç, Hint Edebiyatı, Bir Dünyanın Eşiğinde, Bu Ülke, Umran'dan Uygarlığa, Kırk Ambar, Bir Facianın Hikâyesi, Işık Doğudan Gelir, Kültürden İrfana isimli eserlerini o karanlıkta hediye etti genç nesillere..

1983'te eşini, Fevziye Hanım'ı kaybetti... Aynı yıl beyin kanaması geçirdi ve sol tarafından felç oldu... Aydınlığa çıkmanın vakti yaklaşıyordu onun için... Rabbine kavuşmanın arifesindeydi artık...

1987'de İstanbul'da hayata veda etti... Türkiye onunla birlikte ruhunu da kaybetmişti... Hafızası kaybolan bir ülke, büyük bir arayışın adamını; Cemil Meriç'i kaybetmişti..

Marksizm bir yaşam biçimi değil düşünce yöntemiydi Cemil Meriç için... Ama o belli bir düşünce kalıbının içinde hapsolacak bir insan değildi... O, Türkiye'nin meselelerinin her hangi bir ideolojiyle çözülemeyecek kadar çetrefil derin ve kendine özgü olduğunu iyi biliyordu..

O yüzden de kendi krizlerini, kendi arayışlarını dindirmek için durakladığı ateizm, Türkçülük ve sosyalizm durakları onu fazla oyalayamadı...

Kolay çözümlerin adamı değildi çünkü ve o kolay çözümlere fazla yüz vermeyen bir düşünürdü... Hafızası kaybolan Türkiye'de büyük bir arayışın adamıydı...

O; Türkiye'nin 200 yılık modernleşme sürecinin çelişkilerini iyi bilerek yaşadı... Birileri o çelişkiyi, "Batı'nın sömürgesi olmamak için Batılılaşmak" diye adlandırıyordu...

"Batılılaşmak" ama nasıl? O; "Araf'ta kalmak" diyordu bu duruma... 100 yıllardan beri didinmesine rağmen hala Batılılaşamamış bir ülkeydi Türkiye onun için...

Üstelik hafızasını yani geçmişini de kaybetmiş bir ülkeydi...

İşte bu yüzden Araf'ta kalmıştı Cemil Meriç, "Bir toplumun düşünce özgürlüğünden mahrum olması yaşama hakkından da mahrum olmasını doğurur. Düşünebilmenin ilk şartı ise sahici bir kimliğe sahip olmaktır..." diyordu.

"Ne Batı'yı tanıyoruz ne Doğu'yu... En az tanıdığımız ise kendimiziz. Biz Müslümanlığından, Doğululuğundan, Türklüğünden utanan, tarihinden utanan, dilinden utanan şuursuz bir yığın haline geldik"

O; Doğu'yu da iyi biliyordu Batı'yı da...

Türkiye'nin çelişkilerini bildiği gibi,,

İnsanlık tarihinin çelişkilerini ve savaşlarını da biliyordu,,

O; insanlık tarihini Habillerle - Kabillerin savaşı diye tanımlıyordu...

.ahaber


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum