Mevlâna'nın Eserlerinde Türklük Bilinci

06 Ağustos 2023 - 11:39
Mevlâna’nın Eserlerinde Türklük Bilinci


Müjgan CUNBUR

 Eserleriyle, adına kurulan tarikatla kültür ve edebiyat tarihimizde yüzyıllar boyu büyük etkileri süregelen eşsiz Türk düşünürü, mutasavvıf şair Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin yazdıkları eserler okunurken sıkça Türklerin anıldığı, Türk kelimesine yer verildiği ve bazı Türk boylarından söz edildiği görülür. Eserlerini Farsça yazan diğer Türk soylu şairlerden Genceli Nizamî dışındakilerin şiirlerinde bu özellikle pek karşılaşılmaz. Mevlâna’nın, eserlerini devrinin geleneğine uyarak, Farsça yazmış olması, bu büyük insanın milliyeti üzerinde durulmasına yol açmıştı. Tanınmış sosyoloji profesörlerimizden merhum Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, “Mevlâna’nın Türklüğü Meselesi” adlı makalesinde bu konu üzerinde durmuş, bu büyük şahsiyeti İranlı sayanlara cevap vermek istemişti.[1]
         
        Hâlbuki yüzyıllar öncesinde Mevlâna hazretleri meşhur rubâîsinde     
         
        “Bîgâne megîrid merâ z’in kûyem
                      Der kûy-i şumâ hâne-i hod mîçûyem
                      Düşmen neyem er çend ki düşmen rûyem
                      Aslem Türk’est egerçi Hindî mîgûyem”    
         
        Yani “Beni bu köyden yabancı tutmayın, sizin köyünüzde kendi evimi arıyorum. Her ne kadar düşman yüzlüysem de düşman değilim, gerçi Hintçe söylüyorsam da aslım Türk’tür,” derken Türk olduğunu açıkça söylemektedir.
         
         
        Ancak Mevlâna’nın hemen bütün eserlerini Türkçeye çeviren Abdülbaki Gölpınarlı; Mevlâna Celâleddin Hayatı, Felsefesi, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler[2] adlı kitabında bu rubâîyi yazdıktan sonra Türk kelimesini yorumlarken “Hacca gideceksen hac yoldaşı ara. Ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap… Onun şekline, rengine bakma; azmine ve maksadına bak. Rengi kara olsa da değil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, beyaz bil onu ” (Mesnevi, c.1, s. 239, beyit: 2894-2895) beyitleriyle aynı eserin ikinci cildindeki 1770. beyitte: “Aşk milleti, bütün milletlerden ayrıdır, âşıkların milleti de Tanrı’dır, mezhebi de” sözlerine dayanarak Rubâîdeki “Türk, Hint” sözleri, klâsik edebiyatın alelâde oyunlarındandır. Klâsik halk edebiyatında, Türk”ün “aydın, parlak, güzel, gündüz, yüz” ve Moğollarla bir sayılması ve Moğolların zulmü yüzünden “zalim, kan dökücü, cesur” ve yine bu münasebetle “âşıklarına merhamet etmeyen dilber” mânalarında kullanıldığı malûmdur. “Hintli” de Zenci ve Habeş’le beraber ve Türk’le Rum karşılığı olarak “saç, karanlık, kara gece, çirkin ve ben” mânalarını ifade eder. Bu bakımdan biz, bu rubâîde Mevlâna’nın “Sözlerim Hintçe, yani karanlık, anlamıyorsunuz, size çirkin ve kötü geliyor. Fakat aslım aydın ve güzel” dediğini sanıyoruz” diyor ve “Farsça’ya tarihin hiçbir devrinde ve hiçbir yerinde Hintçe denmemiştir. Hintçe ayrı bir dildir, Farsça ayrı bir dil ve Mevlâna Hintçe söylememiş ve yazmamıştır” cümlelerini ekledikten sonra da “Esasen Mevlâna “Türk” kelimesini, kavim mânasına kullanınca Moğolları ve köylüleri kastediyor” diyor.
         
         
        Gölpınarlı bu görüşünde yanılmıştır. İlerde örneklerini vereceğimiz beyitlerde de okunacağı üzere Mevlâna, yalnız Moğolların değil, Hıtay ve Çiğil Türklerinin de gözlerinin çekikliğinden söz etmiştir. Sonra Eflâkî’nin Menâkıbu’l- Ârifin’inde naklettiği gibi “Türk” kelimesini kavim mânasında kullanınca yalnız Moğolları ve köylüleri değil, memurları da kastetmiştir. Bu husus Mektuplar’ındaki üçüncü mektuptan da anlaşılmaktadır.
         
         
        Gölpınarlı, Mevlâna’nın yaptığı şu mecazla da görüşünü güçlendirmek istemiştir:
         
        “Ey ay yüzlü Türk, ne olur bu sabah odama gelsen de gel beru desen, sen ay gibi bir Türksün, ben Türk değilsem de bu kadar bilirim ki âb, Türkçede sudur. Bu kul yüzünden ab-ı hayatın bulandıysa ey Türk huylu güzel zulmetme, beni öldürmeye kalkışma. Ey kat kat binlerce devlet, binlerce ikbâl olan, rızkımın genişliği senin o daracık gözlerindedir” beyitlerinde de dar ve çekik gözlü bir Moğol dilberini tavsif etmede, fakat bu gazelin son beytinden bir evvelki beytinde “Adını, duyanları yanıltmak için Türk taktım. Çünkü aşkın yüzlerce hasetçi engeli var, yüzlerce düşmanı…” [3] diye yazmıştır.
         
         
        Bu görüşteki beyitler Mevlâna’nın Divan-ı Kebir’indeki bir gazelden alınmış olup[4] birinci beyitteki “gel beru”, ikinci beyitteki “su” kelimeleri asıl metinde de Türkçe olarak geçmektedir. Yine ikinci beyitteki iki Türk kelimesi mecaz sanatı yapılarak “güzel” anlamına kullanılmıştır. Mevlâna, “sen ay gibi bir güzelsin, ben güzel değilsem de” demek istemiştir. 
         
         
        Gölpınarlı, 1960’da basılan “Mevlâna’nın Doğumu ve Ana Dili Üzerine” başlıklı makalesinde bu yanılgısını şu cümle ve örneklerle düzeltmek istemiştir:
         
        “Arz edeceğim ikinci nokta, Mevlâna’daki Türkçe sözler ve şiirlerdir. Mevlâna, şiirleri arasında “sancak, göç, kalan, toy, konuk, bay, beylerbeyi, bik, şaman, beline, diline, koy, ev, kime, dayı, baba, Tanrı yarlıgasın” diye hem tek söz, hem de mef’ul olarak yahut terkip halinde birçok Türkçe sözler kullanıyor. Zamanında, sarayın resmî dili Farsça’dır. Dil devrimi, ancak Cimri’ye vezir olan Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1320’de bir emriyle sağlanmış, Anadolu’da resmî dil Türkçe olmuştur. Mevlâna, devrinin teâmülüne uymak zorunda kalmış, şiirlerini Farsça yazmıştır. Moğol akını, Farsça’ya “yasamışı kerden, akışı kerden, yaylamışı kerden, kışlamışı kerden”, hattâ “gelmişi kerden, gitmişi kerden” gibi birçok Türkçe sözler katmıştır. Câmi’ü’t- Tevârîh, hattâ külfetli bir dille yazılan Cihan-güşâ, bizim bu iddiamızı her yönden isbat eder. Fakat Mevlâna’daki Türkçe sözler, terkipler böyle değildir; öz ve pürüzsüz Türkçe’dir; hem de Farsça’da pek-âlâ karşılığı varken, vezin bozulmayacakken Farsça yerine Türkçe bir kelime geliverir diline… Bu ruhî hâlet, onun Türkçe düşündüğünü apaçık gösterir bize.. Ayrıca onun,
         
         
        “Gelesin bunda sana yek garezim yok işidürsen,
          Kalasan anda yavuzdur yalunuz kanda kalursan?
          Çalab’undur kamu dirlik, Çalab’a gel ne gezersen?
          Çelebi kullarun ister, Çelebi’yi ne sanursan
          Ne ağuzdur, ne ağuzdur ağuzundan kığırılmak,
          Kulağun aç kulağun aç bola kim anda değürsen”
         
         
        gibi Türkçe şiirleri de var. Fakat gene Dîvân’da rastladığımız şu beyit, Mevlâna’nın ana dili hakkında bizi tamamiyle aydınlattı:
         
                                “Okçulardur gözleri, hoş nişandur kaşları.
                                  Öldürür yüz süvari kimdür ol Alp-Arslan”[5] 
            
         
        Gerçekten de öyledir. Mevlâna Farsça yazarken, Türkçe düşünmüştür. Bu yüzden İranlı fesahatçilerden bazıları Mevlâna’nın dilini pürüzlü oluşundan söz ederler.
         
         
         Mevlâna’nın şiirlerindeki Türkçe kelimeleri de yıllarca önce eski Diyanet İşleri Başkanlarımızdan merhum Prof. M. Şerefeddin Yaltkaya “Mevlâna’da Türkçe Kelimeler ve Türkçe Şiirler” adlı makalesinde derlemeye çalışmış, bu arada Türk adının geçtiği birkaç örnek beyte de yer vermiştir.[6]
         
         
        Daha sonraki yıllarda Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk, “Mevlâna’da Türkçe sevgisi”[7] adlı makalesinde şu hükme varmıştır:
         
         
        “..Eserlerini okuduğumuz zaman gençliğini, kocalığını, geçirdiği Anadolu’daki Oğuz Türklerinin arasında bu halkı çok sevdiğini, insanlara sevgisi olduğunu, daima tekrarladığı halde Türklere karşı gösterdiği sonsuz sevgiyi hiçbir millete göstermediğini hayretle, fakat sevinçle görürüz. Farsça’yı çok iyi bildiğini, Rumca’ya vukufu olduğunu öğrendiğimiz Mevlâna’nın eserlerinde hiçbir millet Türkler kadar övülüp sevilmemiş, dile getirilmemiştir.”
         
         
        Bazı çevrelerde Türk kelimesinin kullanılmamaya çalışıldığı şu günlerde bir büyük Türk düşünürünün yüzlerce yıl önce bu kelimeyi nasıl zevkle ve gururla kullandığını hatırladım ve bir yazıyla da hatırlatmak istedim.
         
         
        Evet, Mevlâna Türk’ü yalnız mecaz olarak değil, kavim olarak da anar. Çeşitli milletlerden söz eden birkaç beytini okuyalım, Mesnevî’de der ki:
         
        “Onun (Tanrı’nın) cömertliğinden, onun elinin açıklığından Acem de şaşırmıştır, Rum da, Türk de, Arap da hayrete dalmıştır.” (Mathnawi, c.1, beyit: 2250)
         
        “Türk, Zenci, Acem ve Arap kulağa ve dudağa muhtaç olmadan bu sesi (Elestü bi-Rabbüküm/ Ben Rabbiniz değil miyim sesini) anlamışlardır.
         
         Hattâ Türk, Acem ve Zenci şöyle dursun… o sesi çöpler, taşlar bile işitmiştir” (Mathnawi, c.1, beyit 2108-2109)
         
         
        Divan-ı Kebîr’deki bir gazelinde der ki:
         
        “Nice Rum yüzlülerim, nice gizli Türklerim var, artık Hulâgu’yu bilmezsem ne ayıbı var, bilmiyorum, bilmiyorum.
         
        Hulâgu’yu insanı hayran eden Türk güzellerinden sor, öylesine bir şaşkınlığa düşmüşüm ki bu şaşkınlıktan Hulâgu’yu bilmiyorum, bilmiyorum.
         
         
        Hintli harfleri bırak, mâna Türklerini seyret, ben o Türk’üm ki Hintli’yi bilmiyorum, bilmiyorum.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.57-58)
         
         
        Mevlâna, Türklerle bazı milletler arasında kıyaslamalar da yapmıştır. Bu kıyaslamalarda divan edebiyatının sanatlarıyla, mecazlarıyla karşılaşmak mümkündür. Bu mecaz ve sembollerin üzerinde dikkatle durulunca, Mevlâna’nın eserlerinde Türklerin kendilerine has vasıflarıyla dile getirildikleri görülecektir. Örnek olarak Mesnevî’de Türk ve Hintli zıtlığına şu beyitlerle dokunulmuştur:
         
        “Bir gün her zümrenin önünde saman çöpü müsün, dağ mı, Hindû musun, Türk mü? Meydana çıkar.
         
        Hindû ile Türk, ana karnında belli olmaz. Fakat doğunca zayıf mı, kuvvetli mi.. herkes görür anlar.” (Mesnevî tercümesi, c.1, beyit: 3524-3525)
         
         
        Türk ile Hintli kıyaslamasına Dîvân-ı Kebîr’de örnek daha çoktur:
         
        “Karayüzlü Hintlilerin Türk’ten vazgeçmeleri çok daha iyidir. Çünkü canla oynamak Türklere hastır, Hindû’nun işi de lâlâlıktır.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.80)
         
        “O sabah şarabı Türklük eder de öfkeyle Hintli geceye sen sen der.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.26, “sen sen” kelimeleri Türkçedir.)
         
        “Bir Hintli sakiye benzeyen gönlüm, gam Türk’ü at oynatmasın diye bir meclistir kurdu; çünkü bugün toy yok.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s.106 “toy” kelimesi Türkçedir.)
         
        “Neş’e Türk’üyle gam Hindu’su, o yandan gelip erişir, gelip gitmeleri daimidir, ancak yol ortada görünmüyor.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68, s.110)
         
        “O Türk’e benzer gözler önünde bir kul, Hintli küçük bir kölesin.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68, s.304)
         
         
        Mevlâna, Türk’ü Tacikler ile de kıyaslamıştır:
         
        “Türk daima Türklükte bulunur, Tacik Taciklikte… Bense bir an gelir; Türk olurum, bir an olur Taciklik ederim.”( Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68, s.32)
         
        “Bir hamle, bir hamle daha¸ çünkü gece geldi, karanlık bastı. Çevik davran Türklük et, yumuşaklığın, Tacikliğin gereği yok.”( Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68, s.95)
         
        “Ben neredeyim, şiir nerede? Fakat bir Türk gelir de bana nefes eder, hey derim, ona: kimsin sen?
         
        Türk kimdir, Tacik kim? Rum’dan olan kim, Zenci de kim? Mülkün sahibi sensin, her gizli ve açığı kıldan kıla bilensin.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s.208, kimsin kelimesi Türkçe’dir)
         
         
        Mevlâna, mülkün sahibinin yanında yani Allah’ın katında herkesin kul olduğunu, yarattıklarının özelliklerini bilenin yalnız Tanrı olduğunu söyler, ancak yine de şu beyitlerde Tanrı ve kul ilişkisindeki bazı yaradılış ve tecelli sırlarına dokunmadan duramaz:
         
        “Türk olsun, Tacik olsun, her kul, canla ten gibi ona yakındır, ancak ten, canı hiç göremez.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.43)
         
        “Binlerce sureti olan ey suretsiz varlık, Türk’e, Rum ülkesi halkına, Zenci’ye de suret verirsin.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.18)
         
                    “Rum ülkesinden kulları var, Zenci kulları var, gâh Rum yüzünü gösterir, sırayla gâh Türk.”( Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.73)
         
         
        Mevlâna’nın Türk ve Hintli kıyaslaması gibi Türk ve Zenci zıtlığına da onun eserlerinde pek çok yer verildiği görülür:
         
        “Ayna Türk’e nazaran güzel bir renktedir. Zenci’ye nazaran o da Zenci’dir.” (Mathnavî,c.3, s.196)
         
         
        Mecâlis-i Seb’a adlı eserinde Zenci ve Türk yani kara ve ak, çirkin ve güzel bağlantısını iki yerde açıklayan Mevlâna diyor ki:
         
        “Ama Türk ilinden, Rum ülkesinden olup da çocukluğunda tutsak edilerek Zengibar’a götürülen kişinin yüzündeki karanlık, zenciliğinden değildir. Onun yüzüne bir düşman o karayı sürmüştür. Aynaya bakıp bembeyaz yüzündeki karalığı görünce acaba der, yüzüme ne sürmüşler, bütün yüzüm neden ak değil? Demek ki aklıkla karalık savaştadır.” ( Gölpınarlı tercümesi, s.17)
         
        “Yüzlerini yıkayınca Türk olan, Rum ülkesinden bulunan kişilerin yüzlerindeki karalık o kutlu suyla gider, ama asıl bakımından zenci olanlar yüzlerini ne ile yıkarlarsa yıkasınlar yüzleri daha da kararır. Başlarını dereden çıkardılar mı her iki bölük de hallerini apaçık görür… Türk çocuğu babasına, ‘yüzünü yıka, yüzünü yıka diye usandırdın beni, yüz karalığı kötü bir şeyse o kara yüzlüler neden neşeli, biz yüzümüze düzgün sürünce neden bize gülüyorlar, niçin bizimle eğleniyorlar’, der. Babası da: ‘sen’ der, ‘işine bak, ay gibi yüzünü ebed ve ezel pâdişâhı için beze. Gerçekten Allah güzeldir, güzelliği sever. Onlar kendi çirkin suratlarına gülmedeler’.” (Gölpınarlı tercümesi, s.18)
         
         
        Bu hüküm karşısında “Türk”ün mecazen de, sembol olarak da “güzel” karşılığında kullanılışı bir değer ifade etmektedir.
         
         
        Mevlâna’nın Türk’e verdiği sıfatlara gelince, bu sıfatlar arasında dikkati en çok “ay yüzlü Türk” ve “ay yüzlü Türk Beyi” sıfatı çeker; kimi beyitlerinde de “Türk” aya benzetilir:
         
        “Can onun kaynağından ballara, şekerlere gark oldu; ay, o aya benzer Türk yüzünden harmanın ortasına geldi.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s.74)
         
        Bir beytinde gökyüzündeki ay yüzlüler dediği meleklerin dahi güzelliği Türk’ten aldığını söyler, sonra da ay gibi Türk’e kul olduğu için Allah’a hamd eder ve adını Türk koyduğu için sevgilinin gülüp sevindiğini söyler:
         
        “Hamdolsun Allah’a ki ay gibi bir Türk’e kulum ben. Gökyüzündeki ay yüzlüler bile güzelliği ondan almışlar.
         
        Adını Türk taktım ya, aşkımın ağzı gülüp duruyor. Kapımızda böyle bir insan üfledi ki biz ney’iz ve o neyzen.” ( Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 69,s.80)
         
         
        Mevlâna’ya göre Türk peri yüzlüdür:
         
        “Peri çehreli Türkler şimdi, tek tek yağmadan vaz geçip kışlak yönüne sefere çıktılar.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.88)
         
         
        Mevlâna, Türk’ün yüzünü gül yaprağına da benzetir:
         
        “O Türk gül yaprağı gibi yüzüyle çıkageldi.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s.177)
         
         
        Bazen Türk’ü savaşkan, dövüşken sert, kavgacı diye sıfatlandırırken (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68, s.187), bazen de gözü, sarhoş, kan dökücü, zalim bir Türk’ten bahseder.
         
        “O iki gözün, iki yabancı zalim, iki sarhoş, iki kan dökücü, Türk gibi, fakat yabancı gibi oklayıp duruyor bizi.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68,s.174). Bu beyitte Türklerin zalimliğinden çok ok atıcılığı ifade olunmak istenmiştir. Bir beyitte de ecel “Yağmacı Türk’e” benzetilmiştir (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68, s.119). Ancak bu tür örneklere çok az rastlanmaktadır.
         
         
        Mevlâna bütün eserlerinde Tanrı aşkını dile getiren bir şairdir. Onun şiirlerinde bazen aşkın da Türk’e benzetildiğini okuruz:
         
        “A kara yüzlü tabiat yürü, yine Hint diyarına git, ey Türk’e benzeyen aşk at sür, Cend şehrine yürü.” ( Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68, s.119).
         
         
        Onun şiirlerinde bazen Türk, aşkın ta kendisi olur:
         
        “Aşk Türk’ü bir nefes vasıtayı ortadan kaldırsaydı, kerem edip önüne otursaydı ve ey çelebi, kimsin deseydi.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s.261).
         
         
        Türk’ü güzel renkli diye sıfatlandırdığı bir beyitte Mevlâna “Ey güzel renkli Türk, bu ne renktir, bu ne hile; ey gammaz göz bu ne cilvedir?” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 69,s.89), diye sorar.
         
         
        Buraya kadar verilen örneklerde çoğunlukla klasik edebiyatın mecaz ve mazmunları, sembolleri göze çarpıyor. Yine bir takım beyitler vardır ki, bunlarda Türk kelimesi mecaz ve mazmun olarak kullanılmamıştır. Mevlâna kendine has vasıflarla Türk millet ve toplumunu ifade etmiştir. Bu toplum henüz yerleşik hayata girmemiş, yazını yaylada, kışını kışlaklarda geçirmektedir. Mevlâna diyor ki:
         
        “Bahar çağıdır, bütün Türkler yayla yoluna yüz koymuşlar, kışlaktan yaylaya yol hazırlığı yapmanın vakti geldi.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 69, s.46).
         
         
        Bu konar-göçer hayatta Türk’ün en yakını atıdır. Bu sebeple Mevlâna’nın eserlerinde Türk gibi at sürüşlere sıkça rastlanır:
         
        “Türk, şu tek kadehi içti mi ata biner, ikinci kadeh at sürmek içindir.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s.275).
         
        “Aşk burakını seçtim ki ebede kadar, o Hindû gibi simsiyah büklüm büklüm saçlara Türk gibi at süreyim.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s.168).
         
         
        “Ne mutlu o Türk’e ki kavgaya koyuldu mu atını ateş hendeğinde sıçratır.
         
          Atını öyle şahlandırır ki gökyüzüne çıkmaya kalkışır.
         
         Gözünü gayrdan da gayretten de yummuş, ateş gibi kuruyu da yaşı da yakmıştır.
         
        Eğer bir pişmanlık duyar, bu ona bir ayıp olursa, o pişmanlığı da ilk önce ateşe verir.” (Mathnawi, c.3,s.205-206).
         
        “Gökyüzü Türk’ü Öküz burcunu arabaya koştu da ‘dünyaya sefere gidiyorum,’ diye seslendi.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s.240), beytinde ise mecaz vardır.
         
         
        Türklerin savaşla ilişkisini Mevlâna’nın şu beytinde okuyoruz:
         
        “Savaş Türklerin işidir, terkanın (kadınların) değil, kadınların yeri de evidir, sen de evine git.” (Mathnawi, c.5,s.240).
         
         
        Yukarıda söylendiği gibi, daha yerleşik hayata tamamen geçilemediğinden Türkler ile “çadır” arasında büyük bir bağlantı vardır. İşte bu bağlantı Mevlâna’nın birçok beyitlerinde klasik edebiyatın sanatlarıyla da süslenerek yer almıştır:
         
        “Türk gibi sıçrat, sür atı, önünde güzelin bir çadır yeri var.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68 s.245).
         
        “Türk gibi at sür, vakit dardır, çünkü o Hıtay Türk’ü çadıra geldi.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.12).
         
        “Önce çadır kurarlar da sonra Türk’ü konuk çağırırlar.
         
          Bil ki suretin çadırdır, mânan Türk. Mânan bil ki kaptandır, suretin gemi!”(Mathnawi, c.3, s.31.).
         
        “Bu aydan başka gizli bir ay var; hem de Türk gibi oruç çadırında gizli.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.112).
         
        “Ey gönül, vakit geç oldu, eve dön ki geceleyin Türk çadıra geliverir.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.113).
         
        “Türk çadıra girdi, o ay değirmisini bırakmanın yeri mi? Ey Müslümanlar gökyüzündeki ay’ın bu kadar alçaldığını kim görmüştür.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.96).
         
        “Aydınlık gönüllülerin canları, gönül nuruyla geceyi aydınlattı. Hintliye benzeyen gece, o Türk çadıra geldi diye naralar attı.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68, s.18).
         
        “Hintliler arasındaki Türk, gece içinde gizli bir gündüzdür, gece Türk gibi hücumlar yap ki o Türk çadıra geldi.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68, s.43).
         
        Hargâh, “kara ev” anlamınadır. Bu beyitlerin çoğunda Hintli gibi, kara kıldan dokunan çadır da geceye benzetilmiş, Türk’ün çadıra girmesiyle ayın doğuşu veya da çadırın aydınlanışı, özellikle de ayın buluta girişi ifade edilmek istenmiştir.
         
         
        Mesnevi’de bir beyitte Türklerin et yemeğinden söz edilmiştir:
         
        “Ben bu sözü Türklerin et yemeği gibi yarı pişmiş olarak anlattım. Sen tamamını Hâkim-i Gaznevi’den dinle!” (Mathnawi, c.3, s.213).
         
         
        Türk’ün yol soran yolcuya “işbu” demesini ise Mevlâna şöyle yorumlamaktadır:
         
        “Yol şimdi tamamlanacak gibi görünüyor ama hani Türk’ün yol soran yolcuya “işbu” demesi gibi.
         
        Türk’ün “işbu” demesinden maksadı ne? Yolun bitmek üzere olduğunu, menzilin yakınlığını anlatarak sana hız, güç ve kuvvet kazandırmaktır.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s.102).
         
         
        Türk’ün konuğuyla konuştuğu şu beyitler de ise hiçbir sanat yer almamıştır.
         
        “Türk kereminden konuğa, kapıma köpeksiz gel, hırkasız gel, der.
         
        Falan yerden edeplice gel de köpeğim senden ağzını, dişini bağlasın.” ( Mathnawi, c.3, s.194).
         
         
        Klâsik edebiyat mazlumlar, mecazlar edebiyatıdır. Bunlar bir devrin sanat anlayışını ve zevkini yansıttıkları için bir değer ifade etmeleri gerekir. Bir edebiyat tarihçisi gözüyle bakıldığında Mevlâna’nın Türk kelimesini mecazî manada kullanışı, büyük şahsiyetine yakışacak değerdedir. Ayrıca Türk kelimesiyle yaptığı mecazlar çok büyük bir çoğunlukla Türkler için bir değer hükmü de taşımaktadır.
         
         
        Konumuzla ilgili bu birkaç makale ve bir eserde Türk kelimesinin kullanılışına dair örnekler verilmiş, kısa da olsa Mevlâna’nın Türkleri değerlendirmesi veya bu kelimeyi bir mazmun olarak kullandığı konusu üzerinde durulmuştur. Mevlâna’nın eserlerinde yer verdiği Türk boyları konusu ise bu eserlerin çevirilerindeki bazı açıklamalar dışında hemen hiç ele alınmamış, konu her iki yönden bir arada incelenip bir hükme bağlanmamıştı. İlk defa 1973’te Mevlâna’nın 700. Ölüm Yıldönümü Dolayısıyla düzenlenen Uluslararası Mevlâna Semineri’ne sunduğum “Mevlâna’nın Eserlerinde Türk Boyları ve Türk Kelimesinin Değerlendirilmesi” adlı bir bildiride bu konuyu ele almıştım.[8]
         
         
        Mevlâna’nın eserleri Türkler ve Türk boyları konusunda tarandığında bazı ilgi çekici hususlarla karşılaşılmaktadır. Türk boylarının adları özellikle Divân-ı Kebîr ve Mesnevi’de geçmektedir. Bu boylar, Çiğil, Kıtay, Kıpçak, Oğuz, Türkmen ve Yağma Türkleridir. Şehirli olarak da Tıraz ve Kutu Türklerinin anıldığı görülmektedir.
                   
         
        Çiğil, Türkmen ve Yağma Türkleri tarihî bir görüşe göre Karahanlı Devletini kuran altı Türk boyundan üçüdür. Tarihçilerin büyük devletler kuran Türk kavimleri arasında saydıkları Çiğil Türkleri[9] Mevlâna’nın eserlerinde güzelleri, resim gibi güzellikleri, mum gibi çevrelerini aydınlatan parlaklıklarıyla yer alırlar. Mecâlis-i Seb’a’da bir gece tasviri yaparken, Ülker yıldızının ışımaya başlayışını Çiğil güzellerinin giyecekleri ipek kumaşı dokuyuşlarına benzeten Mevlâna:
         
                    “Her gece… Ülker, tezgâhında Çiğil güzellerinin giyecekleri ipek kumaşı dokumaya koyulunca Habib-i Acemî ibadet yurdundan çıkar, çoluğunun, çocuğunun yanına gelirdi” (Mecalis-i Seb’a s.82), diyor.
                   
         
        Mesnevi’de geçen Nakş-ı Çiğil tamlamasında Çiğil güzellerinin resim kadar güzel oluşları ifade edilmektedir:
         
        “O şey yani tecelli, ney’i yani kamışı, can gibi, gönül gibi tatlılaştırırdı ve onun keremiyle topraktan yaratılan insan da Çiğil nakşındaki güzelliği buldu.” (Mathnawi, 3.c. s.235, Mesnevi çevirisi,. c.3, s. 398).
         
        “Ey gönül şişesi, sen sabır zevkini ne bilirsin? Özellikle o Çiğil nakşı için çekilen sabrı nerden bileceksin…” (Mathnawi, c.2, 3149. beyit).
         
                   
        Divan-ı Kebir’de Şem-i Çiğil tamlaması ile mumun ışığı, parlaklığı, yakıcılığı dolayısıyla Çiğil Türkü’nün aydınlık, parlak güzelliğine işaret edilmektedir.
         
        “O Çiğil mumunun ışığını, gönül de can da anlayıp sezmedikten sonra, bu su, bu toprak o düzencinin gönül isteğini nasıl bilsinler.” beytinde düzenciden maksat Tanrı, bu su, bu toprak ise insandır. (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi, Nu.68, s.12).
         
        “Aşkınla iki dünyanın da hayalini yakıp yandırırım. Ben Çiğil mumu oldum mu bu iki pervane de yanıp gider.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.69, s.58).
         
        “Kulundan bir nükte dinle ey Çiğil güzeli! Her ne kadar gönülden gönüle yol varsa da bunu benden işit! Ben senin gözünde yokum ama sen benim gözümdesin. Çünkü sen gözbebeğisin, bense çamurdan yaratılmış bir insan!”[10]
         
         
        Türkmenlerden Mesnevî’de bir hikâye dolayısıyla söz edilir. Bu hikâyede bir Türkmen’in kapısındaki köpeğin sadakati, eve yaklaşan yabancılar karşısındaki davranışı şu beyitlerle anlatılır:
         
        “Türkmen’in kapısında bir köpeği olsa; onun kapısına başını, yüzünü koymuş olsa, evin çocukları onun kuyruğunu çekseler, çocukların elinde hor hakir olur da sesini çıkarmaz. Ama yoldan bir yabancı geçecek olsa, erkek aslan gibi onun yüzüne saldırır. Türkmen ona tutmaç suyu bile verse, öylesini de yeter bulur, bekçiliğini yapar.” (Mathnawi, c. 5., s. 188).
         
        Buna benzer üç beyte Mesnevî’nin ilk cildinde de rastlanır. Mevlâna diyor ki: “Türkmen’in köpekleri çadır kapısında misafir önünde dalkavukluk yapar, ama çadıra bir yabancı yaklaşacak olsa, köpekler arslancasına saldırırlar. Kullukta ben köpekten aşağı değildim. Tanrı’da dirilikte Türk’ten aşağı değildir.” (Mesnevi çevirisi, c.1, s. 67).
         
        Mesnevi’sindeki bu beyitlerle Türk’ü Tanrı’ya has bir dirilikle dile getiren Mevlâna, Divan-ı Kebir’inde ölüm vaktinin gelişi gibi büyük ve önemli bir konuyu, Türkmen töresine göre kışın bitiminde yazlığa çıkmaya benzetmekten çekinmez:
         
        “Ey ruh! Yaylaya çıkma çağı geldi ten kışlağını bırak sonunda Türkmen töresini kuşlardan öğren” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68, s. 211).
         
         
        Yağma Türkleri ise Dîvân-ı Kebîr’de adlarına yakışır bir biçimde anılmaktadır: “Müslümanlar, Müslümanlar, yağmacı bir Türk’üm var. Aslanların saflarını bile yalnız başına yarmadadır.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68,  s. 79).
         
        “Eğer onun aşkının sırlarını iyice bilmiş olsaydım o Yağma’da ben de Yağma Türk’üne arkadaş olurdum.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi, Nu.68, s. 217).
         
        Yine bu boy hakkında bir beytinde açıkça Türklerin güzelliği üzerinde durulmaktadır:
         
        “Güzelliğinin Yağma Beyi, ne yana asker sürerse, o yanda şehir mi kalır, diyar mı kalır” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi, Nu.68,  s. 98).    
                    
        “Ey Türkistan’ın Yağma Beyi, zenciler üzerine asker gönder de aklını başına toplayıp kendinden geçmişlik kal’esine kaçsın” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu.68, s. 75).
         
        “Ne güzel Ey Yağma Padişahı aşktan aklımı kaybettim. Teklik sevdasıyla iki kat oldum, birliğe eriştir beni….” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 69, s. 75).
         
        Yağma Türklerini andığı bu beyitlerde Mevlâna’nın tasavvuf felsefesine has bazı derin konulara hoş bir şekilde dokunduğu gözden kaçmamaktadır.
         
         
        Bulgar Türkleri de Mevlâna’nın eserlerinde daha çok güzellikleriyle yer alırlar.
         
        “Namazda yüzünü Bulgar güzeline çevirmişsin, nasıl olur da bu namaz kabul edilir?” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 69, s. 93).
         
        “Hurilerin güzelliği Bulgar cariyelerinden daha üstün, bulgur aşı can şarabından daha iyi” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 69, s. 80).
         
         
        Dîvân-ı Kebîr’de iki yerde Bulgarların yağmasından söz edildiği görülür:
         
        “Senin Türklüğün Bulgar yağmasından iyidir, senin her ‘sensin’ diyişin binlerce yol kesicidir.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s. 26).
         
        “Biz Musa’yız ve ey Şahım! Sen bazen asa, bazen ejderhasın. Ey güzeller Bulgar’ların yağma vakti geldiği için bahanız ucuzladı” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68; s. 80).
         
        M. Şerefeddin Yaltkaya: “Mevlâna’da Türkçe kelimeler ve Türkçe şiirler” adlı makalesinde (s.13) Bulgar Türkleriyle ilgili olarak güzel bir beyit daha verir: “Ya Hızır’ın bu tarafa akmış pınarıdır. Veya Bulgar’dan gelmiş bizim hoş Türk’ümüzdür.”
         
         
        Kıpçak Türkleri de yağmadaki üstünlükleri kadar gözlerinin güzellikleri ile de Dîvân-ı Kebîr’de yer almışlardır:
         
        “Kıpçak iline has gözün, Anadolu’ya has yanağın, şimşek gibi çakmasıyla dünya köşkünün ışığının Kaysar’ı benim bugün.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s. 82).
         
        “Bu ne güzel efendilik meclisi, bu ne padişahlara lâyık şaraplar, bu ne güzel yağmadır ki Kıpçak padişahı Türk gibi geliyor.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi, Nu. 68, s. 66).
         
        Mesnevi’de Tanrı’nın Hintli’yi, Habeş’i, Kıpçak’ı ve Anadoluluyu türlü türlü yaratıp sonra da hepsini mezara sokup aynı renge döndürmesini insanın topraktan çeşit, çeşit eşya yapıp ortaya çıkarmasından sonra yine ufalayıp toprak haline getirmesine benzetirken Mevlâna Hintli ve Habeş’in karalığına karşı, Kıpçak ve Anadolu Türkü’nün aklığını ortaya çıkarmaktadır (Mathnawi, c.6, s. 377).
         
         
        Mevlâna’nın sıkça andığı bir bölge de Hıtay ve oranın Türkleridir:
         
        “Bu Hıtay Türkü’nün saçından yükselen koku ne Tatar ülkesinin miskinde ne lâden de ne de amberde var.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s. 99).
         
        “Hıtay Türkü’nün iki gözü o kadar dardır ki can seyyahı oradan geçmeye imkân bulamaz.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s. 180).
         
        “Hırsız gibi nice hatalar yaptım fakat yine de Hıtay Türk’ünün dudağıyla bu hatayı bir gün doya doya yapmak istiyorum.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi, Nu. 68, s. 198).
         
        Bu son beyitteki hata kelimesi ile Hıtay kelimesindeki imla benzerliğinden yararlanılarak cinas sanatı yapılmıştır. Bunun örnekleri çoktur; “Tatar ülkesinin ahusuyla kararsızlık şarttır. Hıtay Türkü geldi mi tövbe etmek ne hatadır, ne hata...” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s. 56).
         
         
        “Doğru bir yolum vardı kaybolup gitti, o Hıtay Türk’ünün yüzünden nasıl kayboldu ben ne bileyim.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi N. 69, s. 105)
         
        “Ey aşk, bu ay da özrümüzü kabul et. Ey Hıtay’lı Türk hata ettik” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 69, s. 126).
         
         
        Mesnevi’nin altıncı cildindeki kumaş çalan terzi hikâyesinde aldatılamayacağını sanarak kendine güvenen mağrur, öfkeli, fakat kolayca aldanan saf bir Hıtay Türk’ünün başına gelenler anlatılır. Aynı eserin beşinci cildinde ise bir Hıtay Türk’ünün Tanrı’ya sığınışı hikâye edildikten sonra Türk’ü değerlendiren en önemli beyitlerinden bir kaçı şöyledir(Mesnevi çevirisi, c.6, s. 368-370.):
         
         
        “Ey Hıtay Türk’ü, ‘Tanrı’ya sığınırım’ demek ‘köpeğe bağır, yolu da aç, otağının kapısına geleyim, senin makamından kereminden bir hacet dileyeyim’ demektir. Çünkü Türk köpeğin saldırışında aciz olunca ‘Tanrı’ya sığınırım’ demek, feryad etmek caiz değildir. Türk de ‘Bu köpekten Tanrı’ya sığınırım, bu köpeğin yüzünden vatanımda çaresiz kaldım. Sen bu kapıya gelmeme yardım etmiyorsun, ben de bu kapıdan çıkamıyorum’ derse artık Türk’ün de başına toprak konuğun da. Bir köpek ikisinin de boynunu bağlıyor demek haşa, Tanrı aşkı için Türk bir bağırdı mı köpek ne oluyor, erkek aslan bile kan kusar.” (Mathnawi, c.5, s. 189).
         
         
        Mevlâna, Guzî dediği Oğuzlardan söz ederken diğer Türk boylarının aksine değişik bir dil kullanır. Tespit edilen misallere bakılırsa, Mevlâna’ya göre Oğuzlar kindar, kan dökücü, işkenceyi seven insanlardır. Oğuzların davranışları Mesnevi’de şöyle anlatılır:
         
        “O kan dökücü Oğuzlar, yağma için bir köye geldiler. O köyün eşrafından iki kişiyi yakaladılar. Birini öldürmeye niyetlendiler. Onu kurban etmek üzere ellerini bağladıkları zaman dedi ki: “Ey padişahlar, yüce erler, niye benim kanıma kastediyorsunuz neden sonunda benim kanıma susadınız, öldürülmemdeki hikmet nedir, garaz ne? Gördüğünüz gibi, çır çıplak yoksul bir dervişim. Oğuzlardan biri ‘arkadaşın korksun ürksün de altınlarını çıkarsın’ diye dedi. Adam ‘o benden de yoksuldur’ diyince Oğuz,  ‘haber verdiler onun altını var’ dedi. Adam dedi ki: ‘mademki bizim ikimizden bir şey umuyorsunuz önce onu öldürün de ben korkayım, altınların yerini göstereyim’.” (Mathnawi, c.I, s. 419).
         
        Dîvân-ı Kebîr’de şöyle bir beyit görülmektedir:
         
        “Hırsızlıkla kapıp alıcılıkla bostancılığa kalkan kişi, sonunda adalet tarafından Oğuzların işkencelerini yer.” (Mevlâna Müzesi Nu. 68, s. 19).
         
         
        Mevlâna birkaç beytinde Kutu Türklerinden bahseder.
         
        “Şu halde ben senin sevgilin değilim dedim. Ben Bulgar diyarındayım. Senin muradınsa Kutu Türk’ündedir.” (Mathnawi, c.3, s.80).
         
        “Sen ‘işte sana bir gönül getirdim’ dersin, o da der ki ‘Kutu bu gönüllerle dopdolu’” diyerek ((Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 69, s. 57) Kutu ahalisini gönül ehli kişiler olarak tanıtır.
         
         
        Mevlâna’nın gül yüzlü güzellerinden bahsettiği bir Türk şehri de Karahanlıların başkenti Tıraz’dır.
         
        “Kimin gönlünde Tebriz’in hevesi varsa, Hintli bile olsa gül yüzlü bir Tırazlı’ya döner” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi Nu. 68, s. 58). Mevlâna’nın gönlünde, Şems-i Tebrizî’nin diyarı olarak, Tebriz’in ne derecede değerli olduğu bilinmektedir. Bu beyitte gönlünde Tebriz’i arzulayan kişinin, çirkin ve esmer Hintli bile olsa, gül yüzlü bir Tebrizli’ye dönüşeceğini söyler.
         
        Tebrizli denilince Şems-i Tebrizî akla geliverir. Mevlâna’ya göre Şems Türklerin padişahıdır
         
        “Tebrizli Şems Türklerin şahıdır, şah şimdi çadırda değil, yürü sahraya git.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi, Nu.68, s.290).
         
         
        Diğer bir beytinde “Başını pencereden çıkar da o Tıraz güzelinin gelişini gör” (Divan-ı Kebir, Mevlâna Müzesi Nu. 69, s. 11), dediği gibi birçok beyitte de bu güzelleri, çevrelerini aydınlatan Tıraz mumu diye adlandırır (Mathnawi, c.1, s.14, Mathnawi c.5, s.315, Dîvân-ı Kebîr Nu. 68, s. 67, 192, 256).
                                                                                                          
         
        Mevlâna’nın Tıraz’dan bahseden bu beyitlerinde bir vatan hasreti ve sevgisi duyulur. Divan-ı Kebir’deki:
         
                    “Biz vatanımızdan ayrılmışız, o yüzden yorgunuz, sınanmadayız. Vatandan ayrı düşen nasıl kendine güvenebilir?” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi, Nu.68, s.18), diyen beytinde ve “Seferde Rum diyarını yahut Huten’i görsen, vatan sevgisi kalbinden nasıl çıkar?” (Mathnawi, c.1, s.392), mısralarında bu duygu açıkça dile getirilmiştir. Özellikle Dîvân-ı Kebîr’deki:
         
        “Onlarla karışayım, güzel yolumu, mezhebimi öğreteyim diye beni Horasan’dan çekip Yunanlıların kucağına getirdin.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi, Nu.68, s.214), beytinde söylediği gibi, bu bir mutasavvıfın ilâhî ve manevî “vatan-ı aslî” anlayışından çok ve açıkça bugünkü anlamıyla vatan sevgisini ve özleyişini ifade etmektedir.
         
         
        Mevlâna, Mesnevî’nin ilk beytindeki “Bişnev in ney, çun hikāyet mîkuned / Ez cudâyî-hâ şikāyet mîkuned” diyerek ayrılıkları çoğullaştırırken asıl vatandan ayrılışı da, bu dünyâdaki vatandan ayrılışı da dile getirmiştir.
         
        Vatan hakkındaki duygu ve düşüncelerini böylece yorumlayabildikten sonra, Mevlâna’nın kime Türk denileceğini açıkça belirlediği bir beyit okuyalım:
         
         “Türk odur ki onun korkusundan köy yağmadan emin olur, Türk o değildir ki tamahkârlığı yüzünden her kutsuzun sillesini yer.” (Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna Müzesi, Nu.68, s.19 kutsuz sözü Türkçe olarak yer almaktadır.)
         
         
        Evet Mevlâna “Türk” kelimesini zevkle ve gururla kullanmış; Türk’ü Tanrı kapısında şu beyitle yüceltmekle kalmamakta, aynı zamanda Türklere unutulmayacak bir güven de aşılamaktadır: 
                     
        “Türk var oldukça mutlaka kendisine bir otağ bulur, hele bir dergehin yani Hak kapısının azizi olursa.” (Mathnawi, c.1, s.272).
         
***

         
        Kaynaklar:
        Dîvân-ı Kebîr, 2 c. Konya Mevlâna Müzesi, Nu.68,69. (Millî Kütüphane’deki mikrofilmlerden yararlanılmıştır.)
         
        Dîvân-ı Kebîr, 5 c. çeviren: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1957-1960, Remzi Kitabevi.
         
        Dîvân, Türkçesi: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1971 Milliyet Yayınları.
         
        Dîvân-ı Şemsü’l-Hakayık, Tebriz H.1280, Taşbasma.
        Fihi Mafih, çeviren: Meliha Ü. Tarıkâhya, İstanbul 1954 Millî Eğitim Yayınları.
        The Mathnawi of Jalâlu’d-dîn-i Rûmî, ed. Reynold Nicholson, vol 8, Leyden 1925-1940 E. J. Brill.
         Mecalis-i Seb’a = Yedi Meclis, çeviren: Abdülbaki Gölpınarlı, Konya 1965 Yeni Kitap Basımevi.
                     Mektuplar, Türkçeye çeviren: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1963 İnkılâp ve Aka Kitabevleri.
                     Mesnevî, 6 c. çeviren: Veled İzbudak, 2.basım, İstanbul 1953-1957, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları.
                    Rubailer (seçmeler), çeviren: M. Nuri Gençosman, İstanbul 1965 Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları.


 Dipnotlar:            
        [1] Türk Sanatı, İstanbul Aralık 1954, c.2, sayı: 30, s.4-5
        [2] Mevlâna Celâleddin Hayatı, Felsefesi, Eserleri ve Eserlerinden Seçmeler, İstanbul 1952, s.204-205        
        [3] Aynı eser, s.205
    
        [4] Dîvân-ı Kebîr, Konya Mevlâna Müzesi yazmaları Nu.68, s.121
       
        [5] 687Yıldönümünde Mevlâna, Konya 1960, s.13-14.
      
        [6] Türkiyat Mecmuası, İstanbul 1934, s.111-168   
        [7] Türk Dili, Şubat 1955, c.4, sayı:41,
        [8] Bildiriler, Ankara 1974, s.55-93
        [9] Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, 1964, s.23
        [10] Mevlâna’nın Rubaileri, çeviren: M. Nuri Gencosman, s.171.
Not: Yazı ilk olarak Türk Yurdu dergisinde Ağustos 2012 - Yıl 101 - Sayı 300, yayınlanmıştır. https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1325&s=03

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum