MERVE CAN:ÇILGIN BUNAK

Üstleri kir pislik içindeydi iki kardeşin. Yağmurda çamura mı bulanmamışlardı, lağıma mı girmemişlerdi, bataklığa mı dalmamışlardı? Her telden pislik vardı üstlerinde.

MERVE CAN:ÇILGIN BUNAK
23 Nisan 2017 - 16:48

                         ÇILGIN BUNAK

O gün her günkü gibi uykusunu alamadan uyanmış ve kahvaltısını yapmıştı. Nereden bilebilirdi ki bugünün hayatını değiştireceğini, onun için dönüm noktası olduğunu. Seksen beş yaşına gelip dişlerini konuşurken yanlışlıkla kucağına düşürürken, önündeki duvarı göremiyorken doktorların bile zaten yakında ölür diye ilaç vermedikleri zaman bile, bu gününü hatırlayacaktı…  Ya da bu fazla oldu, altmış yaşında, yürümekte zorlanırken, kulakları duymadığı için haberleri tüm apartmana açtığı ve saçlarımı tarıyorum havasında kafasının derisini yüzerken hatırlayacaktı bu günü. Yani seneler sonra bile unutmayacaktı bu şimdi enteresan olmayan ama öğlene doğru tarihe kazınacak günü.

Ders çalışmak için masaya oturana kadar her şey yolundaydı. Ne zaman ki masaya oturdu ve çekmecesini açtı boğazını patlatırcasına bağırmaya başladı. İnanamıyorum! Olamaz!! Hemen yan odadaki kardeşi Hüsnü koşarak geldi abla ne oldu? Hüsniye çoktan polisiye moduna girmişti, yüz şekli değişmiş ses tonu gırtlaktan gelmeye başlamıştı, gözleri buğulu ve kısıktı. ‘Ahh, kardeşim. Zaman intikam zamanı, zaman birlik zamanı… Zaman o moruğa gününü gösterme zamanı’. Hüsnü ne olduğunu anlayamamıştı. Ablası elindeki notu gösterene kadar, Notta kötü bir yazıyla ‘defterini görmek istiyorsan kazıkçılar kasabasının yüz metre ilerisindeki kulübeye git. Eğer gitmezsen annenden gizli aldığın çikolatalar öler’. Hüsniye’nin bu saçma mesaj aklını karıştırmıştı. Bu basit ve amatör el yazısı, Türkçenin rezilliği… Neyse dedi kaybedecek vaktim yok. Kardeşine döndü ve bu hiç şüphesiz bu yan taraftaki bunağın işi dedi. Hüsnü nerden biliyorsun abla der demez Hüsniye aptal ihtiyarın olay yerinde unuttuğu tükürüklü takma dişlerini gösterdi. Kesindi, mesaj ve bu el yazısının icabına daha sonra bakacaktı. Bu öler kelimesi hiç yabancı gelmiyordu ama üstünde duracak kadar çok vakti yoktu. Hüsnü’yü de yanına hazırladı, kalın giyindiler, çantalarını hazırladılar ve kasabaya gittiler.

Yağmur yağıyordu, gece saat ikiydi. İki kardeş zorlu hava şartlarına meydan okuyup asla geri dönmediler. Kasabayı geçtiler ve kocaman boş bir arazide bir kulübe vardı. Evet, işte orasıydı. Birbirlerine bakıp bakışlarından ve kafa sallayışlarından cesaret aldılar. Tam eve girecekken köpekler etraflarını sardılar, hepsiyle dövüşüp az bir yarayla kurtuldular. Kendilerini kulübeye attılar, tek bir odada mum vardı, kızıl ışık yayıyordu diğer odalara. Mumun olduğu odaya gittiler ve mumun hemen yanında yine bir not vardı. Yine el yazılı olan notu açtı Hüsnüye; ‘hoş geldiniz. Aferin, bir sonraki aşama size bağlı. Bilmece sorcağım, bilerseniz doğru yere doğru zamanda gitmiş olacaksınız. Aksi taktirde defter infilak olucuk. Bilmece şu dalda durar elde durmaz. Cevabın timsahsa ilkokulunun bahçesine üç metre kaz. Cevabın kaşsa evlatlık mahallesinin besleme sokağından geçen lağım borusunun içine bakman senin için iyi olar’. Hüsniye bu mesajı yazan beyinsizi merak ediyordu, kuş yazacağına kaş, kelimeleri de hep yanlış yazıyordu. Ayrıca el yazısı kullanıyordu ve berbat yazıyordu.

Hüsnü ve Hüsniye koşarak mahalleyi ve sokağını buldular. Lagar kapağından aşağı indiler ve iğrenç kokuda ölmeden çıkabilmek için gözlerini dört açmaları lazımdı. El fenerlerini her yere tutup dikkatlice süzüyorlardı lağım borularının bulunduğu yer altı dünyasını. Hüsnü bir hamam böceğine iğnelenmiş notu yakaladı; abla! Buldum çabuk çıkalım ve dışarıda okuyalım gel dedi. Bu notta ise; bayat iyisiniz. Son görevine yaklaşıyorsun, şehrin çıkışındaki rüzgârgüllerinden beşincisinin en tepesine çıkacak ve anahtarı alacaksan. Eğer yapmazsan yüzünü yıkarken gizlice lavabonun üstündeki dolabı açarım ve kafanı fena çarparsın. Ve emin ol bu canını çok yakar. Çok acıtır.’

Rüzgârgülüne geldiklerinde Hüsniye kancasını direğin tepesine salladı ve tırmanmaya başladı. Yağmur yağdığından dolayı kayıyordu aşağılık ayakkabıları. Gözlerine çamur giriyordu, dudakları çatlamıştı. Ama duramazdı, kolları uyuşmuştu ki tepeye varmıştı. Elini attı ve anahtarı göremeyince deliye döndü. Yoktu! Uçup gitmiş miydi yoksa! Tabi ya bu rüzgâra ne dayanırdı ki! O bunları düşünürken Hüsnü aşağıdan seslendi hadi abla, aldım ben anahtarı in vakit kaybetmeyelim. Hüsniye bozuntuya vermedi, kontrollü bir iniş planlarken bir şeyler yolunda gitmediğinden olsa gerek sert bir iniş yaptı kaburgalarından ses geldi. Aldırmadan anahtardaki nota baktılar; son görev, bayat iyi gideyorsunuz. Şehrin öbür tarafındaki çıkışına gidin ve bataklığın dibindeki sandığı takın anahtarı.

Ölmekten beter olmuş iki kardeş son güçlerini de şehrin öbür ucuna gitmek için harcadılar. Kardeşini bataklığa urgan bağlayarak salan Hüsniye çok yorulmuştu. Aptal moruk! İşsiz bunak! Elinde tuttuğu ipi Hüsnü aşağıdan üç defa çekti ve kardeşini yukarı doğru çekmeye başladı. Sandığı almıştı. Hemen anahtarı takıp açtılar defter içindeydi. Ohh! dediler ve sarıldılar birbirlerine. Eve doğru giderken konuşup vaktin geçmesine yardımcı olmaya çalıştılar. Ablası hala notları kimin yazdığını merak ediyor ve tekrar tekrar okuyordu, tam bu esnada Hüsnü gayet rahat bir şekilde beeen dedi. Of Hüsnü. Neden? Eğer yazmazsam bana derimi kendininki gibi buruşturacağını üstüne üstlük parmağını kapıya sıkıştıracağını söyledi.

Üstleri kir pislik içindeydi iki kardeşin. Yağmurda çamura mı bulanmamışlardı, lağıma mı girmemişlerdi, bataklığa mı dalmamışlardı? Her telden pislik vardı üstlerinde. Eve geldiler ve kapılarının önündeki çöp konteynırına defteri attı Hüsniye. Zaten çok da gerekli değildi. Kardeşi karşılık verdi aynen.

Hüsniye odasına gitti yorgundu hemen uyuyacaktı. Ama yatağı yoktu. Yatağı yerine bir not vardı; ‘eğer yatağını tekrar görmük isteyorsan altı sokak ötedeki köpek barınağına gitmen gerekiyor’. Bu sefer de ayağından senelerdir çıkartmadığı, kurtlu ve örümcek ağlı terliğini unutmuştu. ‘offf!’…

25.11.2016 MERVE CAN

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum