KADIN - Prof. Dr. Öcal Oğuz

KADIN - Prof. Dr. Öcal Oğuz
16 Haziran 2020 - 16:35

KADIN

Sözlükler, biyolojik açıdan doğurgan, erişkin dişi insan; kültürel açıdan analık veya ev-ocak yönetimi için gerekli erdem ve becerileri olan insan diye tanımlıyor; eş ve yakın anlamlıları olarak hatun, hanım, ayal, avrat, karı, bayan kelimelerini gösteriyor.

Ancak “karı-koca” veya “at avrat silah” gibi kalıplaşmış söyleyişler dışında günümüzün üst dili “hatun” ve “hanım” anlamında “karı” ve “avrat” kelimelerini tercih etmiyor; “hanımefendi” yerine “bayan” denmesini pek hoş karşılamıyor. Orta Asya'da yaygın olan "ayal" ise, Anadolu'da "evlad u ıyal" gibi kalıplaşmış olarak yaşıyor.

19. yüzyılda Sibirya bozkırlarından derlenen metinlerde “insan” anlamıyla “kişioğlu” karşımıza çıkıyor. Eski Türkçe ve Anadolu ağızları ise, “oğul” derken “kız” ve “oğlan” şeklinde cinsiyet ayrımı yapmazdı. “Oğul” diye hitap eden Türkmen ninesinin de muhatabı "kızlı oğlanlı" bütün torunlarıydı. Arının üremesi anlamına gelen “oğul verme” ifadesi bu kültürün ve anlayışın uzantısı olarak günümüz Türkçesinde hâlâ yaşamaktadır.

Türkçe, kişioğlunu “kadın” ve “erkek” şeklinde cinsiyet açısından ikiye ayırırken; cinsiyeti olan diğer canlıları da “dişi” ve “erkek” diye tasnif etmek suretiyle her iki sınıflandırmada da “eril” anlamında “erkek” kelimesini tercih etmiştir. Bu kullanım kadına duyulan saygının ve üstün görmenin dile yansıması olarak yorumlanabilir. Bugün Anadolu'da kadın-erkek bir arada olunan meclislerde, ölçüsüz ve üslupsuz konuşanın "kadın demiyor, erkek demiyor" diye ayıplanmasının köklerinde bu türden bir hassasiyet vardır.

Öte yandan Türkçe, kelimeleri “dişi” ve “erkek” diye ayırmayan nadir dillerden biridir. Oysa bu gün yaygın konuşuru ve “uluslararası” unvanı olan pek çok dil, yıldızdan aya, tencereden tavaya kadar her şeyi “dişi” ve “erkek” diye ikiye ayırır. Bu mantık, pekâlâ kadına yönelik ayrımcılığın derindeki izlerinin günümüzdeki görünümü olarak okunabilir.

Bozkır kültürü kadın ile erkek arasındaki uyumu esas alırdı. “Hakan ve hatun buyuruyorlar ki” diyen fermanlar, Göktürk Kitabelerinde İlteriş Kağan ile İlbilge Hatun’un birlikte anılması ve Dede Korkut Kitabı’nda evlenecek delikanlının eşinde görmek istediği meziyetleri Kan Turalı dilinden “ben atıma binmeden o binmiş ola” diye tanımlaması, bu düşüncenin günümüze kadar gelebilen sembollerinden birkaçıdır.

Türk kültürü, bozkırdan kente göçtükçe, hayvancılıktan yerleşik tarıma geçtikçe, yeni hayatların yeni yorumlarına ulaştıkça ve kimi rol ve görevlerde farklı beklentiler ortaya çıksa da “erkek getirmeyi, kadın yetirmeyi bilmeli” ve “erkek sel, kadın göl” atasözlerinde ifade edilen şekliyle toplumsal cinsiyet uyumu arayışını sürdürmüştür.

Binlerce yıllık geçmişi olan Türk kültüründe kadın tasvir ve tanımlamalarında toplumsal cinsiyet uyumuna aykırı olan hususlar, öğrenilmiş ve modalaşmış yeni kültürlerin toplum içindeki temsilcileri diliyle ifadesinden başka bir şey değildir. Bu tür tasvirler, Servet-i Fünun romanlarında İstanbullu “iyi eğitimli” kızlardan Fransızca konuşup piyano çalmasının beklenmesi gibidir. Toplumun genelinde ise İbn-i Batuta’nın gözlemlediği gibi bozkırlı damardan gelen “toplumsal cinsiyet uyumu”na dayalı farklı bir tavır ve tarz vardır.

Hiçbir çağda kadına şiddet ve dayağı hoş görmeyen Türk kültürü, İslami dönemde de Peygamberimizin “kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi olan değer verir” hadisini rehber edinmiştir. Mesela karısını döven erkeği, eskiden köyün veya mahallenin aksakalı, büyüğü çağırır uyarırdı. Söz dinlemeyene sokakta, kahvede selam verilmez, onun verdiği selam da “düzgün durursan aleyküm selam” şeklinde eleştirilerek alınırdı. Bu nedenle “kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” sözü, toplumsal bir yargı olmaktan ziyade suçlu erkekler arasında dolaşan bir çeşit kendini savunma aracıydı; şiddete maruz kalan kadınların “kocam değil mi döver de sever de” savunması ise, öğrenilmiş çaresizliğin dışa vurumuydu.

Aynı şekilde “kadının fendi, erkeği yendi”, “arıyla karının sırrına erilmez” veya “kadının şamdanı altın olsa mumunu dikecek erkektir” gibi yargılar, kadın-erkek uyumunu sağlamaya yönelik arayışlar olmalıdır. Aynı şekilde çatışmanın çözümüne ve gerilimin düşürülmesine yönelik telkinlerde Peygamberimizin “müminin olgunu, karısına hayrı olandır” hadisi imdada yetişirdi.

Dünya ana karasındaki pek çok kültür gibi “ataerkil”, “ata yerli” ve “ata soylu” olmasına rağmen Türk kültüründe kadınlar, Dede Korkut dilinden “Ayşe Fatma soyundan” ve “evin dayağı” yani "temel direği" olarak övülmüş ve cinsiyetleri üzerinden köleleştirilmemiştir. Mesela “kadın sünneti” veya uzun asırlar boyunca Avrupa toplumlarında görülen “bekâret kemeri” gibi uygulamalara tevessül edilmemiş, gurbete çıkan veya savaşa giden erkek eşine “seni sana, seni Allah’a emanet ediyorum” demiştir.

Tarımcı dönemde Türk kültürü kadın ve erkek arasındaki en önemli uyumu, uzlaşmayı ve iş bölümünü “iç” ve “dış” kelimelerinde bulmuştur. Bu gün bile erkeklerin eşlerine “iç işleri bakanı” diye hitap etmeleri veya “avrat tuz der, ciğer cız der” atasözünü üretmeleri bundandır. Ataların “yuvayı dişi kuş yapar”, “evi ev eden avrat”, “avrat var ev yapar, avrat var ev yıkar” veya “avrat var, arpa ununu aş eder, avrat var buğday ununu keş eder” sözleri, uzlaşılmış veya kabullenilmiş rol dağılımını yansıtırdı.

Türk kültürü, bozkırlı ve tarımcı dönemlerden bugünkü kentsel hayata geçiş sürecine kadar her dönemde kadın-erkek uyumunu aramış, kadının iş hayatındaki varlığını ve erkeğin ev işlerindeki rolünü anlatmak için “hayat müşterektir” sözünü bulmuştur. Nazım Himmet ise bu uyumu “hayat arkadaşı” şeklinde şiirleştirmiştir.

Türk kültüründe “doğuran avrat Azrail'i yenmiş” denilerek anne olan kadın bilgeliğe giden yolda bir adım daha atmış sayılırdı. Kendi akıllarını pek beğenen ve erkek meclislerinde kadına “saçı uzun, aklı kısa” diyenlerin uzlaşmazlıklarını, kavgalarını “Osmanlı kadın” denilen analar, nineler bitirir; erkeklerin akıllarına gelmeyen çözümleri onlar üretirdi. Nitekim bir yerde tertip, düzen ve denge gibi iyi bir şey varsa "kadın eli değmiş gibi" denirdi.

Türk kültürü, “yaman komşu, yaman avrat, yaman at; birinden göç, birini boşa, birini sat” diyerek kaderde varsa anlaşamayanların boşanmasını anlayışla karşılamıştır. Sudan bahanelerle boşanmayı önlemek, sabırlı olmayı telkin etmek için her ne kadar “koca evine beyaz gelinlikle girersin, beyaz kefenle çıkarsın” deniyorsa da kastedilen ne “Katolik nikâhı” ne de şiddeti ve cinayeti meşru görmektir. Burada söylenmek istenen daha çok “bir yastıkta kocayın” duasıdır. Türk kültürü, “oynaşına inanan avrat, ersiz kalır” atasözüyle sadakatsizliğin bile cezasının boşanma olduğunu kabul ederek şimdilerde kıskanç erkeklerin “namus temizleme” bahanesiyle işlediği cinayetleri onaylamadığını açıkça göstermiştir.

Son zamanlarda sık karşılaştığımız “maganda” erkeklerin “ya benimsin ya toprağın” sözünü gelenek ağzına bile almamıştır. Bir güzeli sevip de alamazsan/ismini âleme rüsva eyleme” diyen Kerkük; “zalım anan seni bana vermezse/sen bana ağabey de ben sana bacı” diyen Afyon; “âşık gibi sevmezden kardeş gibi sev beni” diyen İstanbul veya “nasıl verem olmayım/eller sarıyor seni” diyen Diyarbakır türküsü, “bir kızı bin kişi ister biri alır” atasözüne itaatin yansımalarıdır.

Eskiden erkekler, Yavuz Sultan Selim olsalar “şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân/beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek” diye sevgiliden dert yanarlar; taşlama türünün keskin dilli Seyrani’si olsalar “ibrişimden narin sandığım güzel/meğer polat gibi bükülmez imiş” diye sızlanırlar veya Muhlis Akarsu gibi Anadolu delikanlısı olsalar “yiğidim ya sana gücüm yetmiyor/ne sevdiğin belli ne sevmediğin” mısralarıyla “at ile avrat yiğidin bahtına” diyerek kaderlerine razı olurlar, sevgililerinin kişilik ve kararlarına saygı duyarlardı.

Nazım Hikmet’in “yürekli bir kadının başı yüreksiz bir erkeğin omzuna ağır gelir” dediği gibi, kadına yönelik çoğu şiddet ve cinayetin arkasında çağımızın zor sınavlarından geçemeyen, hayatın önlerine çıkardığı engelleri aşamayan, “erginlenme” süreçlerini başarıyla tamamlayamayan ve yenik düşen erkekler vardır.

Hâsılı kelam, kadim dönemden beri Türk kültüründen doğan edebiyatta, sanatta veya halkın tavrını yansıtan gelenekte kadın erkek uyumunu gösteren veya telkin eden çok söz vardır ama kadına şiddetin ve cinayetin hiçbir referansı ve haklı görülen yanı yoktur.

Prof. Dr. Öcal Oğuz

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum