İstanbul Kitaplarım

Değerli İnci Enginün bir yazısında incelik gösterip “Bence Selim İleri kırk yıldan beri emek verdiği edebiyat alanında mutfağından,

İstanbul Kitaplarım
06 Ekim 2012 - 17:35

 

Değerli İnci Enginün bir yazısında incelik gösterip “Bence Selim İleri kırk yıldan beri emek verdiği edebiyat alanında mutfağından, izbesine kadar evleri, sokakları, insanlarıyla, dünü bugünüyle İstanbul’u kucaklamış, her eseriyle biraz daha ustalaşmış, (...) bir İstanbul yazarıdır” diyordu...

Her genç yazar adayında olduğunca, başlangıçta, bende de sadece yazmak isteği vardı. Hep romanlar okuyordum ve hep roman yazmak istiyordum. Karanlık Yüzlü Günün Aydınlığı o günlerin çabasıdır; yazık ki sonradan ‘yok ettim’. Bugün bana yeniyetmeliğimi hatırlatabilecek bu ilk ‘roman’ımdan bende kalan tek şey, Kadıköyü’nden, Moda’dan, Suadiye’den bazı sahneler, artık gitgide silinen, unuttuğum sahneler. Ama demek ki başlangıçtan beri İstanbul gözde mekânımmış.

İstanbul doğduğum, yetiştiğim şehir. Bununla birlikte, hiç değilse o yıllarda, yolun başındayken, İstanbul’u yazmak gibi bir kaygım yoktu. Bildiğim, yaşadığım yerler olduğu için Moda’yı, Kalamış’ı yazmaya çalışıyordum. Elbette okuduğum romanların da etkisi vardı. Meselâ Nur Baba’yı okuduktan sonra, Kanlıca’yı ve Çamlıca’yı yazmaya kalkışmıştım.

Çamlıca’ya, Kısıklı’ya çocukluğumda birkaç kez gitmiştik. Kısıklı’daki kır kahvesini unutamam. Kanlıca’yı ise hemen hiç bilmiyordum. Nur Baba esinli Çamlıca, Boğaziçi yazmalarım çarçabuk batkıya uğramıştı.

Destan Gönüller’de olsun, Dostlukların Son Günü’nde olsun fonda yine İstanbul. Bu kez semtler, mekânlar biraz çoğalmış. Destan Gönüller’de dört mevsim panolu Markiz Pastanesi için bir sahne kurmaya çalışmıştım. Dün gibi hatırlıyorum, asıl amacım öyle bir sahne kurmak değil, Markiz’deki mevsim panolarını yazmaktı. Mevsimleri simgeleyen genç hanımlar, bu mevsim panoları çocukluğumdan beri beni etkilemişti. Bugün de etkiliyor: Ne zaman Fenerbahçe’ye gitsem, Villa Mon Plaisir’in ön cephesindeki dört mevsime hayranlıkla bakakalırım.

Araya Bodrum kitapları giriyor. 1970’lerin ilk yarısında on-on beş günlük bir yaz tatili, ilk kez gördüğüm Bodrum beni öylesine etkilemişti ki, dönüşte Her Gece Bodrum’u yazmaya başladım. Bugünkü Bodrum’da izleri büsbütün silinmiş o eskil kent, Ege’nin eskil uygarlığını koruyabilmiş Bodrum bir süre İstanbul’un pabucunu dama attı diyebilirim. Sonra geçti, yine İstanbul’la baş başa kaldım. Fakat İstanbul hâlâ fondaydı, âdeta ‘dekor’du.

Doğrudan doğruya İstanbul’u yazmak önerisi rahmetli Çetin Emeç’ten geldi. Hürriyet gazetesinin pazar ekine yazılar yazıyordum. Çetin Bey bazı haftalar İstanbul’da bir semti, bir lokali, çarşıları, tapınakları, Boğaziçi’nde sahil gazinolarını yazmamı önerdi. Biraz zorlanarak başladığımı, denediğimi hatırlıyorum. Durup dururken İstanbul’u yazmak tuhafıma gitmişti.

İstanbul ‘öz’ünde değişiyordu...

Oysa, yazdıkça ayırt ediyordum ki, hızla değişen bir İstanbul söz konusuydu. Bu değişme, Ziya Osman Saba’nın o eşsiz öykülerinde dile getirdiği Değişen İstanbul’a hiç benzemiyordu. Ziya Osman Saba geçip giden zamanın değiştirdiği kenti, kent yaşamasını anlatır. Şimdiyse İstanbul ‘öz’ünde değişiyordu. Hem de, demin söylediğim gibi, akıllara durgunluk verici bir hızla.

O ilk yazılar gazete sayfalarında kaldı. Zaten bir dönem ara verdim. Ne var ki yazmaya çalıştığım romanlarda, öykülerde İstanbul’u artık sadece ‘dekor’ olarak görmüyordum. İstanbul’u ayrıca ‘çalışıyordum’. Romanlardan, öykülerden taşan bu çalışmalarımla, ‘bilinçli’ olarak İstanbul yazıları yazmaya başladım. İlk İstanbul yazıları kitabım Yıldızlar Altında İstanbul bu yazılardan bir seçme, derlemedir.

1998’de yayımlandı Yıldızlar Altında İstanbul; yazarını mutlu kılacak ölçüde ilgi gördü. Sonra sürüp gitti İstanbul yazıları, İstanbul kitapları. Dokuz kitap oldu galiba.

Yaşadığım İstanbul dışında bütün kitapları fotoğraflarla ve özellikle Türk resminin ustalarından eserlerle bezemiştim. Yazılarla yetinerek, İstanbul kitaplarım bir dizi çerçevesi içinde yeniden yayımlanacak, bu kez cep kitabı şeklinde.

Çünkü o resimlerin, o fotoğrafların ayrı birer yazı gereksindiğini fark ettim. Kısa resim altı, fotoğraf altı yazıları sanki eksik kalmış, söylenmesi gerekenler eksik söylenmiş. Sanki sil baştan ele alınmalı.

Meselâ Yıldızlar Altında İstanbul’da Hikmet Onat’ın bir peyzajı var son sayfada. Resim altı yazısı şu:

“Yıldızlar Altında İstanbul’u Kurbağalıdere’yle bitirmek istiyorum. Zavallı Kurbağalıdere benim çocukluğumda da pis pis kokar, Kadıköyü’nün sakinlerini çok üzerdi. Ama İstanbul’un kendine özgü bir tılsımı var. Çirkinliğini... her şeyini hoş görebiliyorsunuz. Kurbağalıdere’den sandallara binilip denize açılınır, derenin dertli hali de unutulurdu.

Ve yaz günleriydi. Evet, hayatımın başlangıcında. Hikmet Onat, ilkyaz ışığı ve renkleriyle bezediği bu Kurbağalıdere peyzajında, geçmiş güzel günlerindeki dereyi tasvir etmiş. Hikmet Onat’ın başka Kurbağalıdere peyzajları da var. Ahşap köprüyü anımsamıyorum. Ama ışıklar belleğimde çakıp duruyor...”

Yaşlanış, geçmişi hatırlamak

On dört yıl sonra, şimdi, belleğimde çakıp duran başka şeyler de var. Yaşlanış geçmişi daha açık seçik hatırlamak...

Yeniden bir Kurbağalıdere yazmalıyım, hem anılar birikiminden, hem on dokuzuncu yüzyılın sonunda Kurbağalıdere köşklerinin tarihimizde oynadığı önemli rol sebebiyle. Beşinci Murad’ın talihsiz hayat hikâyesindeki Kurbağalıdere köşkü hiç değilse anılmalıydı...

171. sayfadaki tramvay fotoğrafına, fotoğrafı sanki ilk kez görüyormuşçasına, dalıp gittim. Onun altyazısı şöyle:

“Fotoğraf, Hayat mecmuasında yayımlanmıştır. 1960’lar falan. Kesip saklamışım sonradan.

Kapıdan sarkan çocuklar ‘EL’i örtmüş; tramvayın ortasında ‘ELVEDA SEVGİLİ YOLCULARIM...’ yazıyor. Çünkü İstanbul’da tramvay sona eriyor. Kadıköyü’nde yanılmıyorsam bir süre daha devam etmişti.

Ben bu tramvay vagonunu gördüm. Taksim’deydik. O da geçip gidiyordu. Her ayrılış -en kısa sürecek olanı bile-, her veda ediş gönlümü adamakıllı yorar. O zaman çocuktum; ama bizden ayrılan tramvay için bir aşk ayrılığının acısını çekmiştim...

Bugünün bana o kadar yapmacık gelen nostaljik tramvaylarından ‘Elveda sevgili yolcularım’ masumiyeti hiç duyumsanabilir mi?”

Son cümle biraz fazla bilgiççe kaçmış...

86. sayfadan alıntılıyorum:

“Büyükada İskelesi XX. yüzyılın başında yapılmış. Bu fotoğraf da o zamanlar çekilmiş...

Bence İstanbul’un en güzel iskelelerindendir. Günü birlik Adalar gezintisinde. Büyükada’nın her zaman farklı bir etkisi olurdu. Kınalı’nın, Burgaz’ın çelebi dünyalarından ve Heybeli’nin yaslı havasından sonra, Büyükada bolluklu, zengin, bu yüzden de hayat kırgınlarına aldırışsız gelirdi.

Büyükada’ya yıllar var ki gitmedim. İskeleye adadan dönüşler de çekiciydi. Hele kara yönünde, iskelenin orta kapısına bitişik banka -Hangi bankaydı?- beni büyülerdi. Diğer bankalarda çalışmak sanki sıkıcıydı da, burada, deniz üstünde, deniz esintileriyle sarmaş dolaş, hele yaz günleri...”

Yıllar var ki gitmedim demişim ama, sonra gittim. Üstelik bir yaz çok sık gittim. Yarın Yapayalnız’da yazdım, Hepsi Alev’de yazdım. Yarın yine yazmak isterim. Adalar İstanbul’un dağdağasından kurtuluş gibidir; vapur Sirkeci’den ayrıldı mı, bir aylaklıktır başlar...

Öyle sanıyorum ki, yeryüzünde çok az kent İstanbul kadar yazılacak konularla dolup taşar.

06 Ekim 2012, Cumartesi
zaman gaz.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum