ELİF ŞAFAK SÖZLERİNE ELEŞTİRİ

“Aşk diye bişey yaşıyorum.. Ne tek taraflı demeye dilim var, ne de karşılıklı olduğuna ispatım."

ELİF ŞAFAK SÖZLERİNE ELEŞTİRİ
22 Mayıs 2014 - 09:15

ELİF ŞAFAK SÖZLERİNE ELEŞTİRİ

 

“Aşk diye bişey yaşıyorum.. Ne tek taraflı demeye dilim var, ne de karşılıklı olduğuna ispatım.” Gel de şimdi Şafak’a aşkın bir ‘şirk zaafı’ olduğunu izah et. Anlatamazsın. Sadece ona değil, topluma bile anlatamazsın.

 

“Beni dindar biri olarak saymışsın, hâlbuki değilim. Dindar olmakla inançlı olmak aynı şey değil!” Buyur işte, şimdi de dinden çok anlıyormuş gibi dindarı tanımlıyor ve sanki övünülecek bir şeymiş gibi dindar olmadığını söylüyor. Evet, inançlı olmanın farkı bu; inanır ama sahtekâr gibi inanır; dindar olmaz; sadece inanır ve inandığını gerçekten yaşamaz. Ama dindar olan inandığını gerçekten yaşayan ve inancında dürüst olandır.

 

“Derler ki, aşk da unutulurmuş her şey gibi. Hem de yaşanıp bittikten, soğuyup küllendikten sonra değil, tam da doludizgin devam ederken unutulurmuş aşk.” Bunu doğru kabul etmek mümkün değil. Vaktiyle âşıksındır; ama bugün unuttuysan artık eskisi gibi âşık olmadığındandır. Yani aşk hala mevcut olmadığındandır. Yoksa hem aşk hala var olacak hem de unutulmuş olacak… Hayır! Aşk bittiğinde unutuluyor ise artık o aşk değildir ve bu yüzden unutulmuştur. Demek ki aşk unutulmaz; biter; bitince de biten unutulur.

 

“En zoru da; yüreğinde söyleyemeyeceğin sözlerin kalmasıdır.” Eğer ille “en” sözcüğünü kullanacaksak hayır! Eğer bu hayatı yaşıyorsak “en zor” gibi iddialı bir ifade için çok daha zor durumlar listelenebilir.

 

“Bir silgi gibi tükendim ben.. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa.. Ben, kurşunkalem silgisiydim azaldığımla kaldım.” Off, bu ne ya? Bu cümle ilham olarak benim aklıma gelseydi ilköğretim çağında olsam belki yazardım. Neyi ifade etmek istediğin belli ama cümleyi başka türü kurmalıydın. Silgi falan çok gereksiz…

 

“Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır… En derin yaralar ailede açılır, kabuk tutsa bile kanar hikâye, içten içe…” En çok sevdiklerin daha bağışlayıcı olurlar. Anne, baba, eş, evlat gibi ene sevdiklerin hata yapsa ve seni kırıp yaralasa ne olur? Bağışlarsın silemezsin. Ne kabuk tutması, ne kanaması?.. Geç bunları…

 

“Bedenlerimizi şekle sokmak için ne çok uğraş veriyoruz. Hâlbuki beyinlerimizi, düşünce ve algılarımızı geliştirmek için çabamız ne kadar az…” Yukarıda olduğu gibi “ben dindar biri değilim” diyerek mi beyinlerimiz gelişecek? Yanlış binaya merdiven dayadıktan sonra çıkmak için çabalasan ne yazar?..

 

“Ölüm sahiciliğini yitiriyor kayıplar istatistiklere, çatışmalar haberlere dönüştüğünde.” Sen öyle san. Ateş düştüğü yeri yaktığı için ölüm asla sahiciliğini yitirmez. Televizyon ekranlarından duyduğun ölüm değil, sadece haber. Ölüm başına geldiğinde habere mabere benzemez. Sahiden gelir…

 

“Bazen, hakikat bütün çirkinliği ve çirkefiyle karşıma dikildiğinde, akıbetimi allayıp pullamak, süsleyip püslemek gelmiyor içimden. Böyle zamanlarda gözlerimi kapatıp, usulca arkama yaslanıyorum ve küfre özenen kelimelerin dişlerimin arasında bıraktığı o kekremsi tatla oyalanıyorum.” Hakikat çirkin olmaz; eğer hakikat bize çirkin geliyorsa çirkin olan bizizdir. Aynı bunun gibi yalan bize güzel geliyorsa yalan da güzel olmaz ve çirkin olan biz olduğumuz için güzel gelmiştir. Bence denmek istenen dikkate alınırsa çirkin kelimesi hiç gitmemiş. İkinci cümlede erdemli birine hiç yakışmıyor.

 

“Attığımız her adım, yaptığımız her işte kendimizi yansıtırız. Budur çözülmesi gereken bilmece…” Yok be; bu cümle kurulurken becerikli münafıklar, becerikli sahtekarlar; iki yüzlülüğünü ölene dek saklamayı başaranlar ve özellikle de politikacılar unutulmuş…

 

“Derken o yolculukta bir an geliyor, durup geriye bakma gereği duyuyorum. Geçtiğim yolları, uğradığım durakları, güzergâh boyu karşılaştıklarımı anımsıyorum.” Bunu da buraya “söz” diye niye koymuşlar yahu? Eee ne olmuş bakma gereği duyuyorsan ya da karşılaştıklarını anımsıyorsan? Nereye vardık şimdi?..

 

“Yabancı, isminin bir ya da birçok bölümü gölgede kalan insandır.” Bu cümleyi sevdim.

 

“Aşkı aramadan evvel, düşün bir, ya benden nasıl bir âşık olur? İnsanın sevdası karakterinin yansımasıdır. Sen kavgacı isen, ha bire öfkeli, aşkı da bir cenk gibi yaşarsın. Gönlü pak olanın sevgisi de saf olur.” Hayır hayır; bunu senin fıtratınla beraber belirleyen başka unsurlar da var. Ne kadar uysal olursan ol şartlar seni çıldırtabilir ve ne kadar kavgacı olursan ol aşk sakin geçebilir. Bu biraz da kiminle hangi şartlarda birlikte olduğuna bağlıdır. Aşkın nasıl yaşanacağını sadece bir şarta bağlı imiş gibi değerlendiremeyiz.

 

“Modern aşk istemem, üzüntüden başka ne ki? İlkel aşk isterim, aşkın en ilk’el halini.” Aşkı modern ya da ilkel olarak iki kısma ayırmak doğru değil. Eğer gerçekten sözü edilen aşk ise o hep saftır; doğaldır. Aşkı sevginin ve hoşlanmanın varyasyonlarıyla karıştırmamalı. Modern ya da ilkel aşk diye bir şey kesinlikle yoktur; belki aşkla karıştırılan duygular vardır.

 

“Binlerce kelime, onlarca hikâye var boğazımda düğümlenmiş. Susuyorum konuşmam gereken yerlerde; dilimi tutamıyorum ne zaman susmam gerekse. Anlatacak çok şeyim olsa da, emin değilim anlaşılmak istediğimden.” Anlaşılmak istediğinden emin olmayanın yazmak yerine psikiyatri polikliniğine gitmesi daha anlaşılır bir durum olur.

 

“En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır.” Maalesef buna da katılamayacağım. Yoksun iken değil asıl varlıklı iken dostluğunu göstereceksin ve adilce paylaşacaksın ki dost olduğun görüle. Birbirleriyle güzelce oynayan üç beş köpeğin ortasına kemik atınca köpeklik ayan olur.

 

“Kitap hâlâ kutsal benim için, kelime hâlâ mühim ve harf hâlâ muamma.” Kitabın kutsallığı hangi kitaptan söz ettiğimize bağlı. Kelimenin önemi de hangi kelimeden söz ettiğimize. Harfi öyle bir yerde kullanırsın ki a dost; muamma olmaktan çıkar o.

 

“Baykuş; kanarya beslermiş amcalar, teyzeler. Kumruları sever, kartalları över, güvercinleri uçurur, kargaları kovar, papağanları konuştururlarmış. Oysa çocuk baykuşları severmiş. “Uğursuz kuş o. İsmini anma, damına çağırma.” Dermiş teyzeler, amcalar. Uğursuz kuşmuş baykuş; gece gördüğü, geceyi gördüğü için.” Bu da güzeldi…

 

“Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki aşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka “gözbebeğim!” diye hitap edilir.” Aşkın şirk olduğuna inandığım için erdemlice gelmiyor bana; ama cehaletten dolayı âşık olanlar var işte. Bu şartlar altında yani bilinçsizlik dikkate alınmayacak olursa güzel bir cümle kurulmuş.

 

“İnanç aşk gibidir, ıspat istemez. Mantıksal bir açıklama beklemez. Ya vardır, ya da yok.” İyi de inanç denince genellemeden düşünmeliyiz; ispat edebileceğin bir şeye inanıyorsan ne diye ispat istemesin? İnancın mantıksal açıklaması neden olmasın? Bu neye inandığına göre değişir. Ayrıca Allah’ın akıl sahiplerine hitap etmesi boşuna değildir.

 

“Tadına doyulmaz, kimi zaman kışkırtıcı, kimi zaman sakinleştirici ama ruhu hep özgür kalan yazılar.” Şu ‘ruh’ sözcüğü Arapça diline hakkıyla vakıf olmayanlarca hep yanlış tanımlanıyor. Tabi şimdi bunun ilmine girmek bir makale kadar yazmayı gerektirir.

 

“Ey kendisinde kaybolmuş kişi! Bilmezsin, bedenin sana mezar olmuş, nefsini tanımadıkça, nefsin seni gömer olmuş.” İşte yanlış bir nefs tanımı daha. Bu da bir makale kadar yazmayı gerektirir; girmeyeceğim.

 

“Neden baktın neyi geride bıraktığına? Söylesene, insan terk ettiği şeye neden dönüp bakar son defa.” Genelde filmlerde olur bu son bakış. Gerçekte ise daha ziyade bakamaz; çünkü son defa bakmak daha zordur.

 

“Elmas bir gözdür yürek. Ve çizilmeye görsün bir kere, artık hep sedefsi bir yırtıkla bakacaktır cümle aleme.” Yürek denince sanki herkeste aynı imiş gibi düşünülmüş. Elmastaki çizik diyelim ki kalıcı olabilir; ama yürekteki çizik zamanın, sabrın, lütfun ve iradenin de yardımıyla hiçbir iz bırakmadan silinebilir. Soyut olması hasebiyle somut bir çizik gibi olmayabilir.

 

“Ya aşkı öğret bana ya da aşkın yokluğuna üzülmemeyi..” Akıllı insan sadece ikincisini ister. İlki cahil gencin arzusu olabilir.

 

“İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür.” İnsanı eşref-i mahlûkat olarak göremeyiz; çünkü içlerinde sefillerin en sefili olanlar da vardır. Şu halde mahlûkun şereflileri insanların geneli değil bir kısmıdır. Şu semavi öz ifadesi yazara hoş gelmiş olabilir ama irdelemeye kalksak boş çıkacaktır.

 

“İyi de bir insana neden ömür boyu geçerli olacak şekilde tek bir isim veriliyordu başka bir isim de verilebilecekken, hatta isminin harfleri karıştırılıp aynı isimden yenileri türetilebilecekken? Kendimiz de dahil etrafımızdaki her şeyi yeniden adlandırma şansı ne zaman alınmıştı elimizden? Doğuştan bana verilen bir isme ilanihaye mıhlanıp yapıştığımı bilmek nasıl sıkmaz ki canımı, hayattaki yegâne tesellim kendim olmamayı başarabilme şansım iken? İsimleri sonsuza kadar sabitleyen bir dünyaya saplanmışım, harflerin çığırından çıkmasına izin vermeyen. Ama ne vakit kaşığımı alfabe çorbasına daldırsam ismimi ve onunla birlikte kaderimi yeniden düzenlemek üzere yeni harfler yakalamayı umuyorum.” Hem uzun hem boş; yazmak olsun diye de yazılmaz ki. Derde bak.

 

“Belki aşk sevgiliyi kazanmayı değil, onda kendini kaybetmeyi gerektirir.” Belki fazla.

 

“Ne kadar silersen sil ya yırtılır defterin. Ya da izi kalır cümlelerin.” Sıkılmaya başladım…

 

“Her hakiki aşk, umulmadık dönüşümlere yol açar. Aşk bir milad demektir, şayet ‘aşktan önce’ ve ‘aşktan sonra’ aynı insan olarak kalmışsak, yeterince sevmemişiz demektir. Birini seviyorsan onun için yapabileceğin en anlamlı şey değişmektir. O kadar çok değişmelisin ki sen, sen olmaktan çıkmalısın!” Hakiki olmadığında ona aşk denmemeli zaten. Aşktan sonra deyince aşk bittikten sonrası da anlaşılabilir. Uyarmış olayım. Hala sıkılıyorum…

 

“Önce yüzlerini unuturuz sevdiklerimizin. En çok yüzümüzün unutulmasından endişe ettiğimiz halde.” Benim böyle bir sorunum yok.

 

“Ey kendisinde kaybolmuş kişi! Bilmezsin, bedenin sana mezar olmuş, nefsini tanımadıkça, nefsin seni gömer olmuş.” Yahu nefsin tanımını bilmiyor bu yazar; galiba tasavvuftan öğrenmiş tanımını.

 

“Tebeşirle çizilmiş bir seksek oyunu kadar uçucu bir çizgisi vardır hayatın. Farkında olmadan basıyorsun çizgiye. Kızıyorlar anında yandın! Diye atılıyorsun oyun dışına.” Yahu bir yazar her aklına gelen misali yazmamalı; daha kafada elemeli…

 

“Pek güzeldin, pek latiftin. Börek olsan seni yerdim. Az soğanlı, bol etliydin. Lafa daldım, dibin tuttu. Gönül bu, hemen unuttu.” Bu ifade bana hoş geldi doğrusu…

 

 “İçimin tünellerine girer girmez bir fener alıyorum elime.. Buralar çok karışık.. Kaç defa geldim.. Gene de hep kayboluyorum.” Yine gereksiz bir benzetme işte…

 

“Sen, sen ol kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir, aşık dilsiz olur.” Öyleyse neden bütün bu aşk cümleleri ve aşk şiirleri?..

 

“Bir insana sırrınızı verdiğinizde, özgürlüğünüzü de verirsiniz.” Küçük bir sır bütün bir özgürlüğü veremez.

 

“Kelime cömerdi duygu cimrisi bugünün insanı. Konuşmaya gelince açıyor ağzını, duygulanmaya gelince tutuyor kendini.” Duygulanmaya gelince de konuşur ve açar insan ağzını.

 

“Yaşadığın hayatı sevmek için bir nedenin yoksa, seviyormuş gibi yapma.” Böyle diyeceğine hayatı sevmenin nedenlerini ve yollarını göster; hayata küsmesini önerme; yapıcı ol. Hayatı sevmek için asla tüm nedenler bitmez.

 

“Zira her ne kadar başkaları aksini iddia etse de aşk dediğin bugün var yarın yok cici bir histen ibaret değildir.” Bal gibi de öyledir. Hatta aşkın ne olduğu ve iyi bir şey olup olmadığı da tartışılır ya neyse… Oh, nihayet bitti…

 

(NOT: Bu sözleri kaynaklarından değil paket halinde hazır olarak bularak değerlendirdiğimi itiraf etmeliyim. Bu yüzden değerlendirme yazarın orijinal yazılarından ziyade servis edilene olduğunu nazar-ı dikkate alınız.)

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum