Dilara Gökçe İNCE Yazdı: NÖBET

Yalnızlığına konuşan, gürültüye susan, susturulan, bekleyen, bekletilen, duyguları katledilen tüm kadınlara ithafen…

Dilara Gökçe İNCE Yazdı: NÖBET
24 Kasım 2018 - 19:28 - Güncelleme: 24 Kasım 2018 - 19:56

Dilara Gökçe İNCE

 

Yalnızlığına konuşan, gürültüye susan, susturulan, bekleyen, bekletilen, duyguları katledilen tüm kadınlara ithafen…

 

Nöbet

“Gelin çiçekleri soldu” dedi kadın. Bir sayfanın en acı cümlesini tekrar ederken… Sahi neydi bu gelin çiçekleri? Neden solmuştu beyazlar içindeki kadının ellerinde? Daha yeşereceği günler yok muydu? Kadın, bağıra çağıra sorduğu soruların cevaplarını alamadığından beri unutmuştu konuşmayı. Unutmuştu sesli harflerle sorgulamayı. Çiçekleri dalında seven yeşil çocuklar haykırdılar:

-Ellerinde solduğuna değdi mi? Büyür mü şimdi yeniden gelin çiçekleri?

Haklılardı üstelik… Haklı olmalarının garip burukluğu sardı bedenini kadının. Onu, orada tutan güç neydi bilmek isterdi. İnsan bile isteye kaç kez vermişti boynunu idam meydanında? Kaç kez kesmişti kendi kolunu? Hangi yüzyılda bırakmıştı kendini yüksek binalardan aşağı? Bu da bir kabullenişti gerçeği. Bir nevi intihardı. Yeşil çocuklar haklıydı, haklıydı onlar. Zaten bütün sesler haklıydı!

Zaman eteklerini kemiriyordu, hüzün kalbini. Giden gitti dedi kadın giden gitti... Yeşil çocuklar sordular:

-Geride kaldığına değdi mi? Elinde yeşermeyecek bir çiçeği neden koparırsın bahçesinden? Bırak, kalsaydı ilk dünyaya geldiği gibi.

Kadın atıldı:

-Hayır, ben değil. İnanmak kalbi bir durumdur çocuk. Ben değilim bu zulmü aramıza sokan. Kalbim inanmak istedi, hiç gelmeyecek birinin hep kalacağına…

Gece sustu, kuş ötede bir sığınak buldu yalnızlığına. Rüzgâr kırılgandı, kadına çarpsa tuz ile buz olacak. Arabalar geçiyordu ileriki sokakta, sesleri hep evin içinde yankılana yankılana. Sanki otobana çatı dikmişti terziler. Neden hep bu saatlerde çalışırdı tekerlekler?

Bütün ruhları şehrin, gökyüzünde dolaşıp duruyordu. Kadın, nöbetteydi balkon demirlerinde. Çenesi, demirler üzerine düşmüş iki elinin buluştuğu yerde yatıyordu. Ne düşünüyordu bilen var mı? Hangi ucu yanmış kelime düşündürüyordu onu gece gece? Gökyüzündeki ruhlar bilmiyordu bunu. Belki henüz kendisi de… Sonra başka şeyler meşgul etti düşüncelerini. Sokak lambaları nereden bilirdi ne zaman yanacağını? Nereden bilecekti bir kadın, hangi gülüşün onu yakacağını?

“Sokak lambaları kadar akıl yok mu sen de aa kadın” diye mırıldandı minik yeşil çocuk…

-Hey daha sabah olmadı!

-Seni sık sık ziyaret edeceğim.

-Ne sıklıkla?

-Baş etmeyi öğrenene kadar…

Bu son cümle, evrende bir bumerang gibi dönüyor uzaklaşıyor sonra bir vicdan harbinde yeniden çıkıyordu ortaya.

Yoksa bunun ucu da mı yakılmış, dedi kadın. Sanki öyle… Hiç kazınmıyor kalpten kokusu.

Koku dediği anda burnu, son nefesini alan bir balık gibi kıvrıldı kadının. Çizgiler, çizgiler üzerine bindi, kırıştı.

-Kokular ne müthiş şeyler değil mi? Bir bank örneğin sadece bank olarak kokmaz.

-Ya nasıl kokar?

-Onu bank olarak görmeyen insanlar gibi kokar.

-Şimdi seni anlamayacaklar biliyorsun değil mi?

-Gözyaşını o banka akıtmışlar anlasa yeter yeşil çocuk. Hasretini o banka bırakmışlar anlasa yeter…

Gece, gün gibi ısrarcı değildi uyanmaya. Tekerlekler hala durmuyordu; çalış babam, çalış… İki üç tek insan bedeni dolaşıyordu sendeleyerek, gürültülü. Caminin görünen altı ışığından biri yanıp sönüyordu, hep aynı ritimde. Herkes görevini yapıyordu işte. Pay edilmiş binlerce işten herkes üzerine düşeni yapıyordu, kadın hariç!

 

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum