Bir zamanlar saray uleması

Ali Fuat Bilkan’ın Ekber Şah ve Din-i İlâhî: Sultanın Dini adlı kitabı Ekber Şah’ın portresini, coğrafyadan psikososyal arka plana değin geniş bir çerçevede ele alıyor. İktidarın kutsalı hangi süreçlerden geçerek emdiğini ve kendini kutsalın yerine ikame ettiğini tartışan ufuk açıcı bir kaynak.

Bir zamanlar saray uleması
19 Ocak 2016 - 13:43

Mercimek Ahmed, Kâbusnâme’yi tercüme edip II. Murad’a takdim eder ve padişahı “ölü dünyaya can veren ruh” olarak tanımlar. Ondan yaklaşık üç asır sonra, felsefe tarihinin “saray filozofu” olarak adlandırılan Hegel, dünyanın ruhu (Weltgeist) kavramını Napolyon için kullanır. Kâbusnâme’nin siyasal alandaki etkisi belli oranda kalsa da özellikle Hegel’in devleti idealize eden yaklaşımı birçok faşist eğilimi beslemiştir.

İktidara ‘dünyanın ruhu’ tanımını uygun görmek, dünyayı iktidardan ibaret saymayı ve onun dışındaki her şeyi ‘asıl’a ait olmayan tali unsur olarak algılamayı netice veriyor. Ayrıntılı araştırdığımızda hemen her asırda karşılaşabileceğimiz bu tür kavramsallaştırmalar aslında kutsalı iktidarın emrine veren, hatta bir süre sonra kutsalı iktidarda eriterek bizatihi iktidarı kutsalın kendisi kılan bir zihnî süreci barındırıyor. Ali Fuat Bilkan’ın Ekber Şah ve Din-i İlâhî: Sultanın Dini adlı kitabı, iktidarın kutsalı hangi süreçlerden geçerek emdiğini ve kendini kutsalın yerine ikame ettiğini tartışan ufuk açıcı bir kaynak.

Kitabın önsözünde, “siyasetin dini nasıl araçsallaştırdığı” incelemenin amacı olarak vurgulanıyor. Sayfalar ilerledikçe bu araçsallaştırmanın hem mahiyeti hem çerçevesi birçok örnekle görünür hale geliyor.

Belirleyen değil, kullanılan din

1526-1858 yılları arasında üç asrı aşkın bir süre Hindistan’da hüküm süren Babür devletinin üçüncü sultanıdır Ekber Şah. Dedesi Babür ve babası Hümayun’un ardından yarım asır sürecek saltanatı başlar. Babürlerin klasik dönemi ve en parlak yılları Ekber Şah devrine tekabül eder. Bugün modern devlet yapısında gördüğümüz birçok uygulama, devletin seküler bir karaktere büründürülmesi, batı ülkelerinden çok erken bir tarihte Ekber Şah tarafından tesis edilir. Halka dönük uygulamaları ve imar faaliyetleri onu tarihin farklı bir figürü kılar ama saltanatını temellendirirken geliştirdiği argümanlar, iktidarını gerçekleştirirken kutsalla kurduğu ilişki ve ardından ‘tevhîd-i ilahî’, ‘din-i ilahî’ gibi adlarla anılan inanç sistemini tesis etme çabası, onu siyasal ve toplumsal tarihin ‘kutsal otorite’ prototiplerinden biri haline getirir.

Bilkan şu tespiti yapıyor: “Doğu devlet geleneğinde, din ile siyaset ilişkisinde ritüellerin hükümranlık kudretini belirleyici özelliği bulunmaktadır… Toplumu dinî otoriteyle istediği gibi yöneten ve şekillendiren sultanlar, zaman zaman yeni ibadet şekilleri, gelenek ve törenler düzenleyerek kendi yönetimlerini meşrulaştıracak ‘değerler’ oluşturmaya kalkışmışlardır.” Bu tür bir uygulamanın “dinî esaslara dayalı devlet modeliyle” karıştırılmaması gerektiği uyarısını ekliyor Bilkan. Çünkü söz konusu uygulamada belirleyici olan din değil, iktidara sahip olanın, gücünü tahkim ederken bir araç olarak dini kullanmasıdır. Din belirleyen değil, kullanılandır.

İyi bir eğitim alamayan Ekber Şah’ın mistik unsurlara ilgisinin de bulunması, çevresindeki idareci ve ulema tarafından istismar edilmesinin şartlarını hazırlar. “Babası ve ailesinden uzun süre ayrı yaşamış olması ve henüz yetkin bir idarecilik vasfına sahip olmadan tahta çıkması, onu başkalarının yönlendirmesine kolayca kapılan bir karakter sahibi yap(ar.)” Sarayında Müslüman, Hindu, Budist, Zerdüşt gibi farklı din ve inanç mensubu ulemayı barındıran Ekber Şah, bütün inançları bir potada eriterek yeni bir din tesis etmeyi planlar.

“Ekber’in çoğu Şiî olan danışmanları, ona yeni bir inanç sistemi olan ‘Din-i İlâhî’yi telkin etmişlerdi[r.] Din-i İlâhî, Ekber’i Allah’ın vekili tanımayı esas alıyor, onu sadece halife olarak değil, aynı zamanda ‘beklenen mehdi’ olarak da kabul ediyordu. Din-i İlâhî mensupları mal, can, ırz ve imanlarını ona teslim etmeliydi.” Ekber Şah bu eylemini gerçekleştirirken en büyük destekçisi, hatta yönlendiricisi Ebu’l-Fazl Allami ve kardeşi şair Feyzi’dir. Öyle ki Feyzi, yazdığı şiirlerde Kâbe yerine Ekber Şah’ın sarayını kıble olarak niteler. “İmâm-ı Âdil”, “Halife”, “Müctehid”, “Mazhar” gibi sıfatları veren bu takım, ulemanın taşıması gereken sivil karakterden tümüyle uzaktır. Şiî inancının birçok yaklaşımı, Ekber Şah’ın istenen istikamete sevk edilmesi için kullanılır. İmam Rabbani gibi sivil kalabilen kişilerin itirazı ise saraya karşı kışkırtma olarak takdim edilir ve Ekber Şah’ın sarayı tümüyle İranlı ve Hindu bürokrat ve âlimlerin tesirine hapsolur. Mut’a’yı serbest bırakır, cizyeyi kaldırır, faize cevaz verir... İslam’ın ilkeleriyle ters düşen uygulamalarıyla tesis edeceği ‘din-i ilâhî’nin temellerini atar. ‘Sulh-u küll’ düşüncesiyle bütün etnik ve dinî kimlikleri bir arada yaşatmayı planlar. Bu doğrultuda yeni bir takvim, yeni bir dil, yeni bir ibadethane bile tesis edilir.

Ekber Şah kendisine muhalefet eden Sünni ulemayı Mekke’ye sürgün eder veya hapse atar. Sarayın camiinde imam da olan Bedâyûnî’nin, devrindeki uygulamaları ve ulemayı tenkit ettiği Müntebahat’üt-Tevârih adlı eseri ancak Ekber Şah’ın ölümünden sonra yayımlanabilmiştir. Ekber’e en büyük muhalefeti İmam Rabbani Hazretleri yapar. Bilkan’ın şu tespiti geçmişin ulemasının, bugünün entelektüelinin sivil karakterini anlamak için çok önemli: “Ne gariptir ki saray çevresindeki yüzlerce âlimin adını bugün kimse bilmediği halde, İmam Rabbani Hazretleri ismi ve eserleriyle yaşamaya devam etmektedir.”

İstikametini kaybeden yönetici

Ali Fuat Bilkan’ın kitabı Ekber Şah’ın portresini, coğrafyadan devrindeki psikososyal arka plana değin geniş bir çerçeveden hareketle ‘siyasetin dini’ meselesi etrafında ele alıyor. Kitabı okudukça bir yöneticinin çevresindekiler tarafından nasıl saptırıldığı, istikametini kaybetmiş bir yöneticinin ise kendini Tanrı yerine koyacak kadar hakikat duygusunu nasıl kaybedeceğini görebiliyoruz. Bir kere daha İslam tarihinin çok yönlü bir şekilde bilinmesinin, kavranmasının bugünün İslam toplumunun meselelerini anlamak bakımından ne kadar önemli olduğu görülüyor. Bilkan, Ekber Şah’ın kontrolden çıkmasında saray ulemasının rolünü özellikle vurguluyor: “Ekber’i siyasetin din tasavvuruna zorlayan ve ona ilahlık taslaması için her türlü psikolojik ortamı hazırlayan devrin saray uleması onu, ‘Allah’ın seçmiş olduğu kişi’ olduğuna inandırmıştı.” Bugün Müslüman dünyanın entelektüellerinin ve ulemasının büyük oranda sivil karakterini kaybederek iktidarın gücünü pekiştiren ‘işçilere’ dönmesi, Ekber Şah döneminin, arada beş asır olsa da, pek eskimediğini gösteriyor. Kitabın analitik boyutunun yanında vurgulanması gereken bir diğer yanı, anlatımı. Bu tür incelemelerde kullanılan soğuk dil, metni zor takip edilir bir hale büründürebilmekte. Ancak Bilkan’ın dili ve anlatımı metni kolay okunur kılıyor.

Tanpınar, “Mazi daima mevcuttur.” diyor. Tarih, geleceğe ilişkin tasavvuru olan insana bir anlam ifade edecektir. Tanpınar’ın vurguladığı mevcudiyetin anlamlı bir evrene dönüşmesi, Sultanın Dini kitabında gördüğümüz gibi, tarihin analitik ve mukayeseli okunmasıyla mümkün olacaktır. Ali Fuat Bilkan geçmişi kaynakların gösterdiği çerçeve ile ortaya koyarak tartışmaya açıyor. Kitabı bitirdiğimizde bugün yaşadığımız birçok hadisenin, tarihin dehlizlerinde çok canlı şekilde bulunduğunu anlıyoruz. Entelektüel bağımsızlığın ne kadar önemli ama ne kadar zor olduğunu da kavrıyoruz. 

EKBER ŞAH VE DİN-İ İLÂHÎ: SULTANIN DİNİ, ALİ FUAT BİLKAN, TİMAŞ YAYINLARI, 176 SAYFA

aksiyon dergisi

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum