Bir Sempozyum ve Bir Şark Gezisinden Kalanlar

Nazmi EROĞLU, "Bir Sempozyum ve Bir Şark Gezisinden Kalanlar", Arşiv Vesikalarına Göre Bingöl Kolokyumu, Bingöl Belediyesi Yayınları, 2011, s. 297-319. *Nazmi EROĞLU Yazar

Bir Sempozyum ve Bir Şark Gezisinden Kalanlar
16 Eylül 2011 - 22:28

Aylar önce değerli dostum Abdullah Demir Bey, 1–2 Ağustos tarihinde Bingöl'de yapılacak bir sempozyuma (Arşiv Vesikalarına Göre Bingöl Kolokyumu Programı) katılmamı talep etti. Bu tür toplantılara yıllardır katılmadığımı ve hatta pek istekli de olmadığımı belirtmeme rağmen, bölge hakkında değişik zamanlarda kaleme aldığım makalelere dikkat çekerek, faydalı bir tebliğ sunabileceğimi belirtti. Ben de bu dost canlısı insanı kıramayacağımı anladım ve elimdeki bazı arşiv belgelerini bu faaliyet için değerlendirebileceğimi belirttim. Neticede "II. Meşrutiyet'in Başlarında Bingöl ve Çevresinde Aşiret Alayları ile İlgili Yaşanan Sorunlar ve Yeni Düzenlemeler" başlığı altında geniş sayılabilecek bir makale kaleme aldım. Bu zaman zarfında, Arşiv'de uzman olarak çalışan Dr. Mustafa Küçük, Dr. Mustafa Hakkı Ertan, Mesut Öğmen, Nevzat Sağlam ve Abdullah Demir (tertip heyetinden) beyler de bu sempozyum için hazırlıklarını tamamlamışlardı.

31 Temmuz'da uçakla Diyarbakır'a hareket edeceğimizden Mesut Öğmen Bey uçak biletlerimizi daha önceden alıp elimize tutuşturdu. Böylece bahsi geçen tarihte Atatürk Havaalanı'nda bir araya geldik. Ayrıca Meşihat Arşivi'nde uzman olarak çalışan Ayhan Işık Bey de bize katıldı. Güzel bir yolculuktan sonra Diyarbakır Havaalanı'na vardık. Burada bizi Bingöl Belediyesi'nin bir görevlisi karşıladı ve tahsis edilen araba ile Bingöl'e doğru hareket ettik. Bu arada, –altı gün boyunca bölgenin tarihi ve turistik yerleri hakkında kendisinden hayli istifade ettiğimiz güler yüzlü ve dinamik bir şahıs olduğu ilk bakışta belli olan– Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih Erpolat Bey'i de arabamıza aldık. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra mütevazı ve insanın içine ferahlık veren bir şehre, Bingöl'e geldik. Tertip heyeti tarafından öğretmenevinde ayrılan odalarımıza yerleşip bir müddet dinlendik ve daha sonra dışarı çıkıp kısa bir yürüyüş yaptık. Arkadaşlarımızın önemli bir kısmı bir önceki sene gerçekleştirilen sempozyuma katıldığından şehrin yabancısı değillerdi. Bu arada şehre gelen diğer katılımcılarla da tanıştık, kaynaştık. Bunun için belediye görevlileri tarafından uygun ortamlar hazırlandı (yemekli, çaylı sohbetler gibi).

Ertesi gün (1 Ağustos'ta) program açış konuşmaları ile başladı. Onun ardından Prof. Dr. Ziya Kazıcı "Osmanlı Kültür ve Medeniyeti Üzerine" başlığı altında bir konferans verdi ve ilk oturuma geçildi. Öğleden sonra diğer oturumlar gerçekleştirildi. Tebliğlerin önemli bir kısmını –üzerimdeki bir parça kırgınlığa rağmen– dikkatle izlemeye çalıştım. Büyük ölçüde birincil kaynaklardan hazırlanan tebliğler, hayli ilgi çekici ve orijinaldi. Ayrıca, Prof. Dr. Faruk Başer Bey'in başkanlığını yaptığı kapanış oturumunda da önemli hususlar dile getirildi. Bundan dolayı, Bingöl Belediye Başkanlığı ile programı tertip edenlerin, bölge tarihi için çok önemli ve kalıcı bir iş yaptıkları anlaşılıyordu.

Ertesi gün bizim için düzenlenen bir geziye katıldık. Önce, Bingöl şehir merkezine arabayla yaklaşık kırk-elli dakikalık bir mesafede Zağ mağaraları yakınına [Genç ilçesine bağlı Kepçeli (Gırnos) köyünün Kuşburnu (Zağ) mezrası] geldik ve buradan yarım saat yürüyerek bahsi geçen mağaranın yanına indik. Bu esnada Bingöl dağlarını, tepelerini, ovasını ve Murat nehrini içine alan nefis manzaraların fotoğraflarını çektik. Ayrıca, ortaokul öğrencisi iken ezberlediğim ve hala unutamadığım Kemallettin Kamu'nun "Bingöl Çobanları" şiirini içimden okumayı da ihmal etmedim:

Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum

Bu dağların eskiden aşinasıdır soyum

Bekçileri gibiyiz ebenced buraların

Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların

Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi

Her gün aynı pınardan doldurur destimizi

Kırlara açılırız çıngıraklarımızla.

Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski yeni

Kuzular bize söyler yılların geçtiğini

Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek

Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek

Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı

Her adım uyandırır acı bir hatırayı!…

 

(Foto 1)

 

Hasılı, yolumuza devam ederek mağaranın yüz metre yakınına vardığımızda burada bir sürprizle karşılaştık; köylüler bizi pınarın başında güler yüzle karşıladı ve sabahın erken saatlerinde soğuk suyun içine bıraktıkları kaplardan oraya kadar sıcak altında kan-ter içinde inen arkadaşlarımıza ve hocalara taslarla ayran ikram ettiler. Bazı köylüler, topladıkları -adeta şifalı- elmaları ikram etmenin hazzını duydukları yüzlerinden okunuyordu. Burada soluklandıktan sonra sarp bir yoldan mağaralara gittik. Mağaralar, daha önce Kapadokya'da gördüğüm mağaralardaki gibi insan gücüyle oluşturulmuştu. Ancak Zağ mağarasının taşının daha sert olduğu anlaşılıyordu. Bir an için, böyle bir dağın eteğinde yer alan bir kayalığı insanların hangi korkularla oyup bir barınak haline getirdikleri hususunu düşündüm. Prof. Mehmet Barca'nın bu konuda bilgisi olabileceğini tahmin ederek kendisine bazı sorular yönelttim. O da, kayalar oyulduğunda muhtemelen bu kadar sert olmadığını, daha sonradan sertleşmiş olabileceğini söyledi. Ayrıca, erken Hıristiyanlık döneminde güvenlik sebebiyle inananların burayı mekân seçmiş olabileceğini, içerde kilise ve ailelerin hayatını sürdürebileceği bir ortamın da bulunabileceğini belirtti.

 

 (Foto 2)

 

Burada hoş anlar yaşandı; cesaretini toplayanlar mağaraların üst bölümlerine tırmandı ve hatıra fotoğrafları çekildi. Aynı şekilde oldukça tehlikeli bu yamaçlardaki patika yoldan dikkatlice geri dönüş başladı. Yamaçları tırmanarak arabaların bulunduğu yere gelen katılımcıların bir kısmı arabaya binerek ilk durak yerine ulaştılar. Bir kısım arkadaşlar bu tepeyi tırmanmayı tercih etti. Nihayet, herkes geldiği arabalara binerek Soğuksu denilen, daha önce gördüğümüz çıplak yerlerin aksine, ağaçlar ve çimenle kaplı, daha ziyade Karadeniz bölgesini andıran bir mekâna geldik. Burada bizim için hazırlanan şark usulü yer sofralarında ziyafete iştirak ettik.

 

 (Foto 3)

 

Daha sonra hatıra fotoğrafları çektirerek Bingöl'e geri döndük. Akşam yemeğine Belediye Başkanı Serdar Atalay da iştirak etti. Davetlileri hoşbeşten sonra, Ziya Kazıcı, Faruk Başer beyler ve arşivci arkadaşların da bulunduğu masamızda yerini aldı. Böylece epeyce sohbet ettik. Doğrusu, bu sohbetten sonra Bingöllülerin Serdar Bey'i seçmelerinde ne kadar isabetli davrandıklarını düşündüm. İnşallah öyledir. Zira bölgenin sulh ve selameti için, herkesi kucaklamayı adeta bir ibadet telakki eden bu tarz genç yöneticilere ihtiyaç olduğu açıktır.

************************

Ertesi gün, Bingöl Belediyesi tarafından bizlere (Osmanlı Arşivi'nden gelenlere) tahsis edilen minibüsle Tatvan istikametine doğru hareket ettik. İlk önce Solhan'ın Hazarşah köyü, Aksakal mezrasında bulunan bir krater gölüne gittik. Küçük bir göl olmasına rağmen altmış metre derinliği olduğu söyleniyordu. Gölü ilginç kılan diğer bir husus, dünyada eşine ender rastlanan yüzen adacıkları olmasıydı. Hatta, bir adacığının üzerinde iki ağaç dahi yetişmişti.

 

(Foto 4)

 

Buradaki küçük gezimiz bittikten sonra yolumuza devam ettik. Bazı kasabalarda az da olsa soluklanarak nihayet Muş'a vardık. Bu küçük şehirde bazı tarihi camileri ve bir arşivci arkadaşımızın (Nimetullah Demir) ayakkabı mağazası işleten emekli öğretmen ağabeyini ziyaret ettik. Tarihi bir şehir olan Muş'u çok bakımsız bulduk. Abdullah Bey, oğlu Muhammet'le ilgilenirken bize de bölgenin yapısı, aşiretlerin ve halkın durumu ile ilgili bilgiler verdi. Muşluların misafirperverliği ve cana yakınlığına rağmen, şahit olduğu bir sokak kavgasından da bahsetti. Cehaletten kaynaklanan bu gibi hadiselerin bölgede cereyan ettiğini üzülerek belirtti.

Muş'tan ayrıldıktan sonra Rahva düzlüğü denilen yerde (Bitlis-Tatvan-Muş yolu ayrımında) bulunan Elaman Kervansarayı'na ulaştık. Bölge, kış aylarında kervanlar için tehlike teşkil ettiğinden, XVI. yüzyılda Van Beylerbeyi Hüsrev Paşa tarafından asırlara meydan okuyacak kadar dayanıklı ve büyük bir kervansaray yaptırıldı. Bu kervansaray Anadolu'nun en büyük ve eski kervansaraylarından biri olduğu bilinmektedir. Bu muhteşem eserin karşısında Nemrut dağları bütün ihtişamıyla yer almaktadır. Arkadaşlarla bu güzel tarihî eseri gezdiğimizde restorasyon çalışmaları yapıldığını görerek hayli sevindik. Böyle bir eserin ihya edilerek farklı hizmetlerde kullanılması bölgenin tanıtımı, iktisadi ve sosyokültürel alandaki çalışmalar için yararlı olacağını düşündük.

Kervansarayı geride bırakarak hızla Tatvan'a doğru yol aldık ve Van Gölü'nün bir ucundaki bu güzel kasabada bir müddet mola verdik. Arkadaşlarımızdan Abdullah Demir ve Mesut Öğmen beyler daha önce tanıdıkları Hasenan Aşireti ağalarından Muzaffer Bey adındaki bir zatı ziyaret etmeyi teklif ettiler, ancak bizler, vaktin darlığı sebebiyle ve bazı ihtiyaçlarımızı gidermek maksadıyla bu ziyarete icabet edemedik. Bu arada, Salih Erpolat Bey'in Tatvan Anadolu Lisesi'nde müdür yardımcısı olarak görev yapan tarih bölümü mezunu arkadaşı Ahmet Yılmaz Bey bize mülakî oldu. Onun izzetüikram tekliflerini üzülerek geri çevirmek zorunda kaldık, bununla beraber arabamıza binerek bizi Tatvan şehrinin dışına kadar uğurlamaya geldi. Burada bir fırsatını bularak arkadaşlara dondurma ısmarladı ve ikram etme arzusunu bir parça yerine getirmenin memnuniyetini yaşadı.

 

(Foto 5)

 

Arabamızla Ahlat'a doğru yol aldığımızda ikindi vakti geçmişti. Ve Şarkın bir nevi iç denizi olan Van gülünün bütün ihtişamı ve güzelliğini seyrederek Ahlat'a vardık. Mustafa Hakkı Ertan Bey'in öğrencisi (Mustafa Hakkı Bey, ebru dersleri vermektedir ve aynı zamanda musikişinas bir arkadaşımızdır) Gülistan Marangoz (Sakarya Üniversitesi'nde öğrenci) ve babası emekli banka müdürü Yusuf Bey, daha önceden bu geziden haberdar olduklarından bizi karşılamaya geldiler. Onlarla buluştuktan sonra Selçuklu mimarisinin güzel örnekleriyle dolu bu küçük şehri gezmeye başladık. Yusuf Bey, zamanımızın darlığını hesaba katarak bizi önemli eserlerle buluşturmaya başladı (Emir Ali ve Emir Bayındır, Hüseyin Timur ve Bugatay Aka kümbetleri gibi). Farklı bir taştan inşa edilen muhteşem güzellikte camiler ve kümbetler adeta şehrin tapu senedi idiler. Şehrin tepe noktasındaki bir cami ve türbeyi ziyaret ettiğimizde akşam olmuştu ve burada arkadaşlar namazlarını eda ettiler. Bu saatten sonra Murat şelalelerini gezemeyeceğimiz anlaşılıyordu ve yolumuza devam etmek istememize rağmen Yusuf Bey'in ısrarlarına dayanamayıp yazlık evine misafir olduk. Burada, yine Mustafa Hakkı Ertan'ın ebru derslerinden öğrencisi ve Sürmeneli bir hemşehrimizle evli olan diğer kızı öğretmen Gülşen Hanım'ın hazırladığı güzel bir sofrada akşam yemeğine oturduk. Yusuf Bey ve aile fertlerinin misafirperverliği, Selçukludan gelen bir Anadolu geleneğinin canlı örnekleri olduğu belliydi. Yusuf Bey'in torunları da bu tabloya daha bir güzellik kattılar. Liseye devam eden büyük torunu gecenin loş ışığında bizim için kayısı toplalarken, küçükler sohbet ortamına canlılık kattılar. Burada birkaç saat sohbet ettikten sonra, ev sahibinin kalmamız yönündeki ısrarlarına rağmen, bir şekilde gönlünü alarak yolumuza devam ettik. Van Gölü sahilinden kıvrılarak uzanan yoldan gece mehtabı seyrederek geç vakitte Van'a ulaştık ve daha önceden eski arşivci, şimdi Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde akademisyen olarak çalışan arkadaşlarımız Doç. Dr. Hüsnü Koyunoğlu ve Doç. Dr. Salih Arı beyler tarafından bizim için öğretmenevinde ayrılan odalarımıza yerleştik.

 

(Foto 6)

 

Burada günün yorgunluğunu attıktan sonra sabah erkenden öğretmenevindeki yemek salonuna indik. Ancak, daha önceden arkadaşlar kendi arasında meşhur "Van kahvaltısı" yapmayı düşünmelerine rağmen benim bundan habersiz bir şekilde öğretmenevindeki kahvaltı masasına kurulmam ve gören arkadaşların da –muhtemelen– kararın değiştiğini düşünerek kahvaltıya oturmaları planları bozdu. Böylece arkadaşların bir arzusunu gerçekleştirememesinin faturası üzerimde kaldı. Ve yol boyunca bu durum sürekli espri konusu oldu. Bunu ancak Diyarbakır'da, Van kahvaltısı ayarında bir kahvaltı yaparak telafi edebildik. Bir de Bingöl kaplıcalarına gidememenin faturası var ki, o da bana kesildi. Ben de baş göz üstüne dedim.

Kahvaltıdan sonra Van kalesini gezmek üzere hareket ettik. Uzunca bir sırtın/tepenin üzerinde Urartular'dan kalma (Tuşpa adıyla uzun süre Urartu devletinin başkenti olan kale, Urartu kralı Lutupri'nin oğlu Kral I. Sarduri tarafından M.Ö. 9 yüzyılda yaptırılmıştır) bu tarihî kalıntının yakınına geldik ve burada eski Van evleri örneğinde müze olarak kullanılan bir ev dikkatimizi çekti. Ziyaret etmek için içeri girdiğimizde Anadolu'nun hemen her yerinde rastlayabileceğimiz bir ev düzeniyle karşılaştık. Sanki ev sahibi ve evin halkı hemen yakınlarda bir yerden çıkıp gelecekmiş, bize izzetüikramda bulunacakmış gibi bir hisse kapıldık.

 

 (Foto 7)

 

Evden ayrıldıktan sonra hemen on metre ilerdeki kemerli bir köprücükten geçerek kaleye doğru tırmanışa geçtik. Bizden önce kalenin en üst noktasın ulaşan Japon turistler ve yanlarında götürdükleri çocukların şarkıları insana yaşam sevinci ve coşkusu verecek kadar kulağa hoş gelmekte idi. Bu arada bize ısrarla rehberlik yapmaya çalışan çocukların tacizlerine aldırmadan yolumuza devam etmeye çalışsak da bir türlü peşimizi bırakmıyorlardı. En nihayet on iki yaşlarında, Yasin isminde bir çocuğa, "bana bildiklerini anlatır mısın" dedim. Bu, canına minnetti ve ezberlediği şekilde kalenin Urartular'dan kalma olduğunu, daha sonra Müslümanların hâkimiyetine geçtiğini, kalenin arka tarafında eski Van şehrinin bulunduğunu ve Birinci Dünya Savaşı esnasında Ermeniler tarafından yakıldığını anlattı. Ayrıca, Bediüzzaman'ın Horhor Medresesi'nin yerini parmağıyla gösterdi ve onunla ilgili anlatılan bir menkıbeyi nakletti. Kendisine teşekkür edip bir-kaç kuruş cebine sıkıştırdıktan sonra babasının ne iş yaptığını sordum. O, babasının pazarcılık yaptığını, ancak kaza geçirdiği için bir müddet çalışamayacağını belirtti. Mavi gözlü, sarı saçlarıyla daha ziyade Rumelili veya Karadenizli bir çocuğu andıran Yasin'e derslerinin nasıl olduğunu sordum; o derslerinin de iyi olduğunu, "teşekkür" aldığını söyledi. Bu gezi boyunca birçok örneğini gördüğüm, fırsat buldukça da konuştuğum Yasin benzeri çocukların gururlu halleri, aydınlık yüzleri ve bir şeyler yaparak ekmeklerini kazanma ve aile bütçelerine katkıda bulunma gayretlerini her zaman hatırlayacağım.

Nihayet burada da birçok fotoğraf çektim. Arkadaşlar da kalenin değişik yerlerinden adeta manzarayı makinelerine kaydetmenin yarışı içinde idiler. Ben de uzaktaki manzarayı ve bazı eserleri yakından çekebilmek için makinemin lensini değiştirdim.

Aşağı indiğimizde bizden önce dönen arkadaşların bir masanın etrafında oturup çay içtiklerini gördük ve Nevzat Bey'le beraber biz de onlara iştirak ettik. Burada sohbet ederken sağ gözü ela, sol gözü yeşil bir Van kedisinin masamızın altında olduğunu fark ettik. Arkadaşlar kediye hayli ilgi ve sevgi gösterdiler, ancak Mustafa Hakkı Bey'in bu kediyle kurduğu diyalog görülmeye değerdi (daha doğrusu evinde Van kedisi beslediğinden "iletişim" kurmakta zorlanmadı). Ayrıca, Mustafa Küçük Bey dostumuz da kediyi kucağına alarak, meslektaşı Ahmed Hamdi Tanpınar'ın meşhur kedili fotoğrafına benzer birkaç poz vermeyi ihmal etmedi.

Buradan ayrıldıktan sonra önce Van Gölü sahilinde bir küçük gezinti yaptık ve iyi bir hatip olan Mustafa Küçük Bey'e yarı şaka, yarı ciddi bir şekilde "günün anlam ve önemini anlatan bir konuşma" yapmasını teklif ettim. O da işi ciddiye aldı, yakındaki bir bankın üzerine çıktı ve konuşmadan ziyade birkaç hadis ve veciz söz söyleyerek arkadaşların gönlünü okşadı. Akabinde, çarşının içinde gezmek üzere yola çıktık. Mesut Bey, yedi km.lik uzun bir caddeden geçtiğimizi ve bu kadar uzun bir caddenin birçok büyük şehirde bulunmadığını söyledi. Nihayet şehrin merkezine geldik ve "kapalı çarşı"yı andıran "Rus Pazarı"na uğradıktan sonra, Hüsnü Koyunoğlu Bey'le buluştuk ve ayaküstü biraz sohbet ettik.

Yolumuzun uzun, ziyaret edeceğimiz yerlerin listesi hayli kabarık olduğunu söyleyerek Van'daki arkadaşlarımızdan izin alıp yola çıktık. Yine göl kenarının nefis manzarasına dalarak Şark'ın en güzel şehirlerinden biri olan Van'ı geride bıraktık. Bir süre yol aldıktan sonra Ahdamar/Akdamar adasına doğru objektiflerimizi çevirmek üzere arabamızı durdurduk. Başka bir açıdan fotoğraf çekme imkânı olmadığı için, bulunduğumuz yerden ancak birkaç poz çekmekle yetindik. Vakit müsait olsa idi gerçekten gezilmesi gereken bir yer olduğunu arkadaşlar ifade ettiler. Özellikle adada bulunan ve Kültür Bakanlığı tarafından yakın bir zamanda 1,5 milyon dolara restore edilen Ermenilerden kalma tarihî kilisenin görülmeye değer olduğunu belirttiler.

Burada bir hikâyeye yer vermeden geçemeyeceğim. O da, nesilden nesile anlatılan, ancak insana hüzün veren ve hatta içini yakan, şarkın vuslata erişemeyen aşklarına da örnek teşkil eden Ahtamara efsanesidir:

Adada yaşayan bir keşişin güzelliği dillere destan Tamara adındaki genç kızına, karşı kıyıda bir köyde yaşayan ve hayatını çobanlık yaparak kazanan aynı yaşlarda Müslünan bir genç âşık olur. Genç çoban ölümüne sevdiği Tamara ile buluşmak, böylece aşk ateşini bir nebze dindirmek için, geceleri Van Gölü'nün serin sularına kendini bırakarak adaya doğru saatlerce yüzmeyi göze alır. Tamara, manastırdan gizlice dışarı çıkarak bu saf ve temiz yürekli genci gecenin karanlığında elinde feneri ile küçük bir koyda, ada sakinlerine sezdirmeden bekler. Genç çoban ise bu ışığa doğru yüzerek yönünü tayin eder. Fakat Şark âleminde sevenler pek mesut olmazmış derler ve maşukların ömürlerini birlikte geçireceklerine dair bir kaide de yoktur…

Keşiş, kızına bir haller olduğunu ve geceleri kimseye haber vermeden dışarı çıktığını fark eder. Önceleri buna aldırmaz, fakat daha sonra kızının ağzını arasa da elle tutulur bir şey elde edemez. Bununla beraber, feleğin çemberinden geçen baba, kül yutmaz ve ona sezdirmeden bir gece kendisini gizlice takip eder. Kızının küçük adanın bir koyu'ndan karşı sahile doğru fenerle işaret verdiğine ve gecenin ilerleyen saatlerinde gölden çıkan bir gençle buluşarak tatlı tatlı sohbet ettiğine şahit olur. Bu duruma hayli öfkelenen keşiş, fırtınalı bir gecede elinde feneri ile adanın kıyısına iner ve karşı sahile işaret verir. Genç çoban, sevdiği kız tarafından çağrıldığını düşünerek kötü hava şartlarına, ayrıca günün yorgunluğuna rağmen göle dalmakta tereddüt etmez ve güçlü kollarıyla adaya, daha doğrusu ışığa, sevdiği kıza doğru yüzmeye başlar. Fakat zalim baba sürekli adanın çevresinde tur atıp gencin saatlerce yüzmesine ve gücünü tüketmesine sebep olur. Çoban, yaşadıklarına anlam veremez, daha doğrusu bir türlü adaya çıkamamasına hayret eder ve bu işin içinde bir hinlik, hainlik olduğunu hisseder, ayrıca boğulacağını da anlar. Zira kolunda takat, ayaklarında derman, başını yukarı kaldıracak mecali kalmamıştır. Biraz daha yüzdükten sonra, son bir gayretle semaya doğru başını çevirir ve "Ah Tamara!" diye var gücüyle haykırır. Ses kiliseye kadar ulaşır, hatta duvarlarına çarparak adada yankılanır; bu sesi duyan kız, sevgilisinin kendisine ve fâni dünyaya veda ettiğini anlar; artık hayatın onun için bir anlamı kalmaz. Öbür dünyaya giden arkadaşına bir an evvel kavuşma ümidiyle o da kendini Van Gülü'nün serin sularına bırakır ve boğulur. Fakat hiçbir kötülük gizli kalmaz. Bölge halkı bir süre sonra bu olaydan haberdar olur ve adaya Ahtamara adını koyarlar. Ve o gün bugündür ada bu adla anılır.

Artık Van Gölü'nün sahillerinden geçen herkes bu hikâyeyi düşünür ve bu gençlere üzülür. Hatta adanın gerçek adının nereden geldiğine pek aldırmadan bu hikâyeye daha ziyade itibar edilir. Kim bilir, Şark'ta efsaneler gerçeklere ışık tuttuğu için, Ahtamara efsanesi bu derece önemsenir…

 

(Foto 8)

 

Biz bu adacığa veda edip yine aracımıza yerleştik ve bir süre sonra Tatvan'dan geçip Bitlis'e doğru yol aldık. Şehrin merkezine birkaç kilometre kala modern binaların yanından geçerek, bir derenin yatağının hemen yanlarından başlayarak yamaçlara doğru gelişen tarihî Bitlis şehrine vardık. Arabadan inerek burada küçük bir gezinti yapmayı başladık. Ancak, kalede tamirat çalışmaları olduğu için bazı sokak ve tarihi eserleri gezmekle yetindik.

Bitlis, tarihi camiler, medreseler ve kümbet biçimindeki yapılarıyla hayli dikkat çekici bir yerleşim yeri olmasına rağmen, oldukça bakımsız bir şehir. Bu kirlilik ve bakımsızlıktan kaynaklanan nahoş manzaranın içinde tarihi yapılar bir inci gibi kendini gösterse de, arkadaşlarımızın üzüntüsüne çare olamadı. Gezimizi sürdürürken, buraları iyi bilen bazı arkadaşlar tandır kebabı yemeyi önerdi. Ben eti pek sevmesem de arkadaşlara uyum göstererek onlarla beraber bu öneriye iştirak ettim. Neticede, altmış yıllık mazisi ve işinin ehli aşçılarının bulunduğu bir lokantada arkadaşların arzusunu gerçekleştirdik. Ben yemeğimi hızlıca yedikten sonra pipo içme gerekçesiyle dışarı çıktım ve lokantada çalışan gençlerin gösterdiği bir iskemleye oturarak etrafı izlemeye başladım. Bu arada yanıma gelen bazı gençlerin ilgisine karşılık vererek bir müddet şehir ve bölge hakkında sohbet ettim.

Nihayet arkadaşlar yemeklerini yedikten ve çaylarını içtikten sonra, vakit kaybetmeden aynı güzergâhtan, şehrin manzarasını aksi istikametten seyrederek arabamızın bulunduğu yere dündük. Bölgeyi bilen, dayanıklı ve maharetli şoförümüz Ahmet Bey acele ediyordu; bu tutumunda haklı idi de, zira bizim Diyarbakır'da yolumuz bitecek, o, geç saatlerde Bingöl'e dönecekti.

Bakıma ve onarıma ihtiyacı olan tarihî Bitlis şehrini geride bıraktığımızda vakit hayli ilerlemişti. Arkadaşlar, ikindi namazını Siirt'e bağlı Baykan ilçesinde eda etmeyi düşünmekte idi. Zira, Veysel Karani Hazretleri'nin türbesi burada idi.

Yol boyunca arkadaşımız Mustafa Küçük Bey, "hazretin makamına eli boş gitmeyelim, hediye olarak bir Yasin-i Şerif okuyalım, duasını da orada yaparız" şeklinde bir teklif yaptı. Arkadaşlar bunu memnuniyetle karşıladı. Mustafa Bey, gür ve talimli sesiyle Yasin suresini okudu. Onun ardından Nevzat Bey de bir sure okudu.

Bitlis-Siirt yolunun önemli bir bölümünde yol çalışmaları bütün hızıyla devam ettiği görülmekteydi. Birkaç yıl içinde buraların oldukça düzgün bir otoyola kavuşacağına şüphe yoktu.

Veysel Karani Türbesi ve camisine geldiğimizde, ziyaretçiler ve ibadetini yapanlarla Anadolu'nun diğer beldelerinde görülen sade ve halisane bir manzarayla karşılaştık. Ancak, Baykan İlçesi'nin Ziyaret Beldesi'nde bulunan bu türbenin 1901 yılında inşa edildiği, dolayısıyla tarihî bir değeri bulunmadığı bilinmekle beraber, her yıl 16–17 Mayıs arasında Veysel Karani Hazretleri'ni anma günleri düzenlenmesi yöreye canlılık getirmektedir. Nihayet, türbeyi ve camiyi ziyaret eden arkadaşlar ibadetlerini ve dualarını tamamlayıp dışarı çıktılar.

Kısa zamanda toparlanıp Vaysel Karani türbesinden ayrıldık ve süratle Siirt'e doğru yol aldık. Mesut Öğmen ve Mehmet Salih Erpolat beyler arabamızın yönünü Aydınlar ilçesine çevirdiler. Ben gerçek anlamda nereye gittiğimizin farkında bile değildim. Arkadaşlar bazı türbeleri ziyaret edeceğimiz yönünde kendi aralarında konuşuyorlardı. O sırada ben aracın arka kodluğundan etrafı seyrediyordum. Aydınlar ilçesine girdiğimizde buranın neresi olduğunu Abdullah Bey'e sordum. Abdullah Bey, "Tillo" dedi. "Şu evliyalarıyla meşhur, arşiv belgelerinde rastladığımız Tillo mu" diye bir soru yönelttim. "Evet" dedi. Bu kadar meşhur, köklü medrese ve tasavvuf geleneğiyle yoğrulmuş bir beldenin ismini ve kimliğini değiştirmenin ne anlamı olabilir, diye düşündüm ve bu düşüncelerimi arkadaşlarımla paylaştım. Onlar da bana hak vererek bu tür icraatları anlamsız bulduklarını ifade ettiler.

 

(Foto 9)

 

Burada, 18. yüzyılın büyük âlimlerinden Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ve Hocası Tillolu İsmail Fakrullah Hazretleri'nin aynı türbede medfun olmaları Tillo'ya başka bir anlam katmaktadır. Diğer taraftan, birçok İslam büyüğü yetiştirmiş olan bu küçük beldeye yapılabilecek en büyük haksızlığın ismini değiştirmek olacağının yetkililerin aklına gelmemesi ilginçtir. Her ne kadar "Aydınlar" diye anlamlı bir isim konulsa da bu böyledir. Bu isim değiştirme ve adeta kimliksizleştirme işine nedense Cumhuriyet döneminde hayli itibar edilmiş. Diyarıbekir; Diyarbakır, Makriköy; Bakırköy, Ahimesud; Etimeskut, Elaziz; Elazığ… örneklerinde olduğu gibi şehirlerin anlamıyla ilgisi olmayan isimler konulmuş. Bunun bir kültüre karşı yapılabilecek en büyük saygısızlık olduğu düşünülmemiş, böyle küçük şeylere tenezzül edilmiş. Halbuki, Osmanlı böyle şeylerle uğraşmadığı gibi, fethettiği her bölge ile birlikte kimlikleri ve kavramları da devşirerek kültürünü zenginleştirmiş. Türklerin bu geleneği nedense görmezden gelinmiş ve sınırların küçülmesine oranla fethedilen kültürlerden adeta vazgeçilerek, –gönüllü olarak– kültürel yönden fakirleşme tercih edilmiş (Yusuf Kaplan olsaydı, muhtemelen "gönüllü olarak sömürgeleşme gayreti" derdi).

Burada, Türkçülüğü ile şöhret bulmuş bir siyasetçinin ifadelerini (Onlar ne kadar Türklerse ben de onlar kadar Kürdüm) ödünç alarak konuya uyarlamanın meseleye açıklık getireceği kanaatindeyim: "Tillo, Diyarbekir vs. ne kadar Kürtçe, Arapça, Süryanice…ise bir o kadar da Türkçedir."

Toplumların kültürleri, kimlikleri, sosyal ve içtimai münasebetleri asırlarca yaşanan tecrübelerle ortaya çıkar, ayrıca bu o toplumların var olma sebebi haline dönüşür. Bunları değiştirmeye kalkmanın ne gereği olabilir? Doğrusu anlamak zor; bir fikrisabit mi, millete husumet mi, Türklüğü Türkmencilik olarak algılamanın dar görüşlülüğü mü? Çözebilene aşkolsun.

************************

Tillo'nun merkezinde aracımızdan indik ve İbrahim Hakkı ve Hocası İsmail Fakrullah hazretlerinin türbesine doğru hareket ettik. Güneş, türbenin ardından adeta Tillo'yu ve buradaki maneviyat büyüklerini selamlayarak günü tamamlamakta idi. Türbeye giriş istikametinden net bir şekilde fotoğraf çekebilmek için makinemin ışık ayarlarıyla oynamam gerekti. Ancak istediğim görüntüleri elde edemediğimden türbenin ötesine geçtikten sonra güneşi arkama alarak deklanşöre basmam gerekti. Bunu yapmadan önce ayakkabılarımı çıkararak bu maneviyat büyüklerinin kabirlerini ziyaret edip dua okumayı ihmal etmedim. Dışarı çıkıp etrafta bulunan şehrin sakinleriyle ayaküstü sohbet edince, özellikle Şark'ta hemen herkesin hürmet ve muhabbetini kazanan Bediüzzaman'ın da burada bir müddet kaldığını öğrendik.

Şarkın yetiştirdiği maneviyat büyükleri bahis mevzuu olduğunda, birçok yerde, bu yakınlığı ve hürmeti müşahede ettiğimi söyleyebilirim. Bunu bir önceki sene Urfa'da da gördüm, başka yerlerde de. Gerçekten Şark insanı bölgesinden çıkan âlimlere farklı gözle bakmakta, buna Kürtlerin "laik" kesimleri de dâhil olduğu görülmektedir. Bu gibi şahsiyetler, Türk-Kürt kardeşliğini pekiştirmeleri açısından mühim bir rol oynadıkları bilinmektedir. Gerek Osmanlı ve gerek Cumhuriyet döneminde bu topraklarda yetişen din bilginlerinin İslam âlemine ve bütün insanlığa İslam'ın mesajını ulaştırmaktan, onun vaz‘ ettiği ilkeleri anlatmaktan başka bir gayeleri olmamış, mesailerinin büyük bir bölümünü bu davaya hasretmişlerdir. İşin ilginç tarafı, yakın tarihimizde bu tür şahsiyetler dahi asimilasyon mantığı içinde "Kürtçü" diye damgalanarak nüfuzları kırılmak istenmiştir. Öyleki onlarca kez bu tür konuşmalara şahit olduğumu, birçok kişinin de aynı tecrübeleri yaşadığını söyleyebilirim. Kürt kökenlilerden kimliğini inkâr ederek kendini Türk diye tanıtmayan, ulusalcı veya milliyetçilerin (laik/solcu ve sağcıların) derneğinde, partisinde vs.sinde kaydı-kuydu olmayan okumuş, etkili şahsiyetlerin -bölgenin sosyokültürel sorunlarını dile getirmeleri halinde- Kürtçü damgasından kendilerini kurtarabildikleri vaki değildir. Evet bu böyledir, belki de istisnası yoktur. Hatta, yakın zamanda yaşadığım bir tecrübeyi burada nakletmek isterim:

Birçok meziyetinden dolayı sevgi ve saygı duyduğum milliyetçi bir arkadaşım Bingöl sempozyumuna katılacağımı öğrendiğinde; alakasız bir sebebe mebni olarak Kürt muhibbi olduğumu, dolayısıyla benim de böyle bir etkinliğe katılmamın normal olduğunu söyledi. Dostumun, bu yarı şaka yarı ciddi, içten içe suçlayıcı ifadelerine bir anlam veremedim ve üzüldüm. Doğuda ve batıda, daha doğrusu bu topraklarda yaşayan insanlara eşit bir şekilde muamele ve muhabbet etmeden Türklüğe hizmet edilebileceğine hiçbir zaman inanmadım. İşin kötüsü, gelinen noktada bu tür damgalamaların da bir etkisi kalmamıştır, deniz bitmiştir; baskı ve korku duvarı da çoktan aşılmıştır. Türkiye'nin insanlarını harcayacak kadar bir lüksünün kalmadığı da açıktır.

***********************

Bir gezi yazısının sınırlarını zorladığını düşündüğüm bu izahattan sonra burada bir not daha düşme gereği duyuyorum:

Türkiye'nin muhtelif şehirleri, kasabaları ve köyleri gezildiğinde makul, barışçı, aklıselim sahibi, hatta bilge insanlarıyla sık sık karşılaşmak mümkündür. Oturduğunuz bir çay ocağında, girdiğiniz bir mağaza, bir manav, bir cami vs.de bu tür insanlarla yüz yüze gelip sohbet etme imkânı her zaman bulunmaktadır. Tutarlı bir kafa yapısına sahip olan bahsi geçen şahsiyetlerin kendilerini diğer insanlardan farklı ve üstün görme alışkanlıkları bulunmaz, kısaca fikirleriyle zikirleri birdir. Bununla beraber, belli bir eğitim sürecinden geçen birçok kişide aynı sadeliği, tutarlılığı görebilmek hayli zor olabilmektedir.

Kanaatimce, "modern eğitim" sürecine girenlerin sistemin arızalarından kendini koruyamaması, bunun en önemli sebebidir. Daha doğrusu sistemi sorgulamanın menfaatlerine zarar vereceği korkusu beraberinde ilkesizliği getirmektedir. Ayrıca, alternatif bir donanımın bulunmaması verilenlerin aynen benimsenmesi sonucunu doğurmakta, bu da ayrışmaya, yabancılaşmaya ve egoizme sebebiyet vermekte, normal, tutarlı bir insan olmanın önünü tıkamaktadır. Eğitim ve öğretim ise sorgulayıcı bir anlayıştan uzak olduğu, belli bir zümrenin anlayışı ve menfaati doğrultusunda formatlandığı için bir çıkış yolu bulunamamakta, bu sebeple tarihî birikime alternatif olarak dayatılan sistem ve doğurduğu olumsuzluklar sürekliliğini korumaktadır.

Genellikle vatanın bütünlüğü, güvenlik, hatta yeni bir ulus meydana getirme gibi gerekçelerle daha ziyade silahlı bürokrasinin tanzim ettiği sivil hayatla ilgili tartışmalar Türk fikir hayatının en önemli bölümünü işgal etmektedir. Burada, üst düzey bürokratların tutumuna göre; sağcı, solcu ve muhafazakâr aydınların konumlarını belirledikleri, bir görev üstlendikleri anlaşılmaktadır. Adeta her grup belli bir sıraya göre vazifesini yaparak sırasını savmaktadır. Bu, bazen o kadar ileri boyutlara varmaktadır ki, zekâ ve yetenekleri ortalama bir üniversite mezununun gerisinde olan bir bürokratın beyanları ve bazı icraatları, darbe ortamının da etkisiyle yıllarca bu aydınları meşgul etmekte, ömürlerini modern bir despotizmi şerh ve tefsir ederek tüketmektedirler. Ayrıca, bu eksendeki meşrulaştırma gayretlerinin önemli fikirler gibi algılanması, ülke için üretilecek büyük projelerin önünün tıkamasına sebep olmaktadır. Bürokrasinin öncülüğünde geliştirilen söylem ve politikaları (Kürt meselesi, dini kavramlar, milli eğitim, alevi meselesi vs.) halka kabul ettirmek için vaktini geçiren yazar ve düşünürler, hiçbir zaman konunun muhatabı olan insanları ciddiye almadıkları görülmektedir. "Kürt yandım anam dese", o tür yazarlar, zekâ düzeyi belli bir bürokratın telkinlerine göre davrandığından, bu feryadın hiçbir önemi olmamaktadır. (40'lı yıllarda 33 kişiyi kurşuna dizdiren M. Muğlalı'nın adının Özalp'ta bir kışlaya verilmesi ve buna karşılık yeni seçilen belediye başkanının öldürülen bu insanlar için bir anıt dikeceğini beyan etmesiyle ilgili sorunlar bu konuda tipik örnektir).

Binlerce genç öğrenim haklarından mahrum bırakılırken, Türk kızları ve kadınları özellikle Türk bürokratları tarafından giyimlerinden dolayı aşağılanırken bu tür yazarlar bu politikaları meşrulaştırmakla, çağdaşlığa nasıl uyduğunu ispatlamakla meşgul oldukları görülmektedir. Bundan dolayı yüzlerce "aydının" görüşlerini merak edip kendini yormaktansa, bir cuntacının icraatları ve söylemlerinin incelenmesi bir siyaset bilimci için çok daha avantajlıdır. Zira kısa bir süre sonra birçok hukukçu, yazar ve gazetecinin o görüşlere tabi olacağı "kesindir". Hasılı,"Kürt Sorunu"nun çözümünde "ne kadar geç kalındığını" anlamamız bakımından, Şark vilayetlerine gerçekleştirdiğimiz ziyaretlerin hayli öğretici bir tarafı olmuştur.

**********************

Gezimize artık kaldığımız yerden devam edebiliriz. Tillo'da türbelerin çevresinde biraz vakit geçirdikten sonra Siirt yoluna döndük. Ancak Siirt'i gezemeyeceğimiz anlaşılıyordu. Çünkü, akşama az bir zaman kalmıştı. Mezopotamya ve Anadolu medeniyetlerinin kesiştiği bir yerde kurulan bu tarihî şehrimizi gezecek vakti bulamamak hüzün verici idi. Bu arzumuzu ileriki bir tarihte gerçekleştirmek ümidiyle şehrin içinden geçerek mecburen Batman istikametine yöneliyoruz. Zira, Batman'da arkadaşımız Mustafa Küçük Bey'i bıraktıktan sonra yolumuza devam edeceğimizden ve Diyarbakır'a daha erken varabilme düşüncesinden vakit kaybetmek istemiyorduk.

Nihayet ortalık karardığı bir zamanda Batman'ın geniş ve aydınlık caddelerine girdik. Ancak bu arada Mustafa Bey'i bekleyen dostlarıyla bir irtibat kopukluğu da yaşadık. Bunu telafi etmek üzere şehrin kenar mahallelerine kadar gidip-dönmek zorunda kaldık. Neyse, tarif edilen bir ana kavşağın yakınında Mustafa Bey'le –ertesi günü öğlen saatlerinde Ulu Cami'nin avlusunda buluşmak üzere– vedalaştık. Ve gece geç saatte Diyarbakır'a vasıl olduk. Bu arada, karınlarımız iyice acıktığından, arabamızı bir köşeye çekerek bir kebapçıya girdik. Bölgenin damak tadına aşina olan Mesut ve Mehmet Salih beyler, Diyarbakır'ın meşhur ciğer kebabını tavsiye ettiler. Benim dışımdaki arkadaşların tamamı bunu kabul etti. Ben, tavuk ızgarayı tercih ettim. (Bu arada şunu belirtmeden edemeyeceğim, Mustafa Hakkı Ertan Bey'in sanatçı kişiliğinin yanında iyi bir aşçı olduğunu da öğrendik). Yemeğimi arkadaşlarımdan önce bitirdiğimden tütün içme, ayrıca ciğer kokusundan bir an evvel uzaklaşma gerekçesiyle müsaade alıp dar bir geçidi andıran kebapçının giriş kapısının önünde bir iskemleye oturdum. Bu arada garson çay getirdi ve daha sonra arkadaşlar da bana iştirak ettiler.

Diyarbakır Öğretmenevi'ne doğru hareket ettiğimizde saat yirmi dördü geçiyordu. Bizim burada yolculuğumuz bitiyordu. Abdullah Bey, oğlu Muhammet ve şoförümüz Ahmet Bey'le vedalaştıktan sonra odalarımıza çekildik. Ancak, gerek geçen yıl ve gerek bu yılki gezilerimizde gördüğümüz en bakımsız öğretmenevinin Diyarbakır gibi büyük bir şehirde bulunacağını düşünemezdik. Saatin hayli ilerlemesine rağmen yalnız başıma sokağa çıktım; daha doğrusu arkadaşlara su alma bahanesiyle kendimi kandırmış oldum. Bir müddet yürüdükten sonra geniş bir meydana ulaştım ve burada açık olan bir büfeden su alıp geri döndüm. Ancak, Mesut Bey'in yatmadığını görünce kendisine dışarı çıkıp gezmeyi teklif ettim, o da sağ olsun beni kırmadı ve bir yarım saat da o şekilde caddelerde dolaştık. İlk defa kaldığım bu şehirde kendimi İstanbul veya Trabzon sokaklarındaki kadar emniyette ve mutlu hissettim.

******************

Ertesi gün, arkadaşlardan önce kalkıp şehrin hareketlendiği bir saatte caddelerde yürümeye başladım. Kahvaltıyı saat on'da yapacağımız için birkaç saatlik vaktim bulunmaktaydı. Bir müddet sokaklarda yürüyerek adeta etrafı tecessüs ettim ve böylece Suriçi Belediyesi'nin önüne geldim. Burada şehirle ilgili broşür, harita ve doküman bulmak ümidiyle kapıdan içeri girdim. Ve bir memure hanıma derdimi anlattım. Hanımefendi beni nezaketle karşıladı ve üst katta bir yetkiliye (müdür seviyesinde) gönderdi. Ona da aynı şekilde derdimi anlattığımda yakın bir alaka göstererek aradığım dokümanları önüme koydu ve bana çay ikram etti. Ben de kabul ettim ve nezaket içinde konuşmaya başladık. Muhatabıma belediye ile ilgili çalışmalarının nasıl gittiğini sordum. O, ana hatlarıyla, sıkıntı çektiklerini, merkezî hükümetin gerekli desteği vermediğini belirtti. Konuşmamız bu minval üzere ilerlerken konu bölgesel sorunlara da kaydı. Müdür bey, barışçı bir yaklaşım sergilemekteydi. Benim Trabzonlu olduğumu öğrenince daha önce orada görev yaptığını belirtti ve Türkiye halkının birbiriyle kaynaştığı yönünde güzel şeyler söyledi. Muhatabımın vaktini daha fazla almamak için kalkmayı düşündüm, ancak son bir şeyi söylemeden de edemedim: "Biz Türkler, resmi ideolojinin etkisiyle düşünce yeteneğimize hayli zarar verdik; Kürtler için bunun bir anlamı olmadığından kendilerini önemli ölçüde muhafaza etmişlerdi. Şimdi Kürtler için de aynı tehlike mevcuttur. Açıkçası sizin aydınların da benzer modernist ve totaliter yaklaşımları aynı şekilde kapana kısılmanıza sebep olacaktır... Biraz kapalı konuşuyorum, sanıyorum derdimi anlatabildim". Muhatabım "anlıyorum" derken anlamlı bir şekilde gülümsedi. Bunu, benim görüşlerime iştirak ettiğine yordum.

Öğretmenevine döndüğümde arkadaşların dışarı çıkmak için hazır olduğunu gördüm ve beraberce Hasanpaşa Hanı'na yöneldik. Bu görkemli eser, Diyarbakır Valisi Vezirzade Hasan Paşa (Sokullu Mehmed Paşa'nın oğlu) tarafından 1572-1575 yılları arasında büyük ve güzel bir taş bina olarak inşa edilmişti. İç avluya bakan terasların (daha doğrusu önü açık odacıkların) birinde hazırlanan yarı şark usulü bir masanın çevresine yerleştik. Kız ve erkek genç garsonların bölgenin ruhuna uygun bir şekilde, müşteriden ziyade adeta misafir ağırlar tutumları dikkat çekiyordu. Kahvaltıda sofraya konulabilecek hemen her çeşit ürünle masamız donatıldı, hatta meyve salatası dahi bu zengin listeye eklendi. Biz, karnımızı doyurmaktan ziyade tarihî bir mekânda bulunmanın ve burada sohbet etmenin hazzını yaşıyorduk. Önümüz iç avluya baktığından birçok aile ve ahbap bu kubbeli bölümlerde birbirleriyle sohbet ederek meşhur kahvaltılarını yapıyorlardı. Oldukça ferah iç avlunun çevresinde yer alan bu gurupların güneşten rahatsız olmamaları için karşıdan karşıya çadır bezi dahi gerilmişti.

 

(Foto 10)

 

Buradan ayrıldığımızda vakit öğleye yaklaşıyordu ve Diyarbakır'ı kâmilen gezebilmek için fazla bir vaktimiz yoktu. Nihayetinde gece İstanbul'a dönecektik ve akşama kadar belli-başlı bazı yerler arasında tercih yapmak mecburiyetindeydik. Böylesine tarihî eserleri sinesinde barındıran bir şehri hakkıyla gezebilmek için dolu dolu geçirilmek şartıyla en az bir haftalık bir zamana ihtiyaç vardı. Böylece büyük bir meydanı geçerek ilk hedefimiz olan Ulu Cami'nin yolunu tuttuk; maksadımız hem ziyaret hem de öğlen namazını eda etmekti. Buluşma yerimiz belli olduğundan toplu yürümekten ziyade değişik açılardan fotoğraflar çekerek ilerliyorduk. Bu meydanda da rehberlik yapmak isteyen küçük çocuklara rastladık. Caminin tarihçesini, hatta Cahit Sıtkı'nın Otuz Beş Yaş şiirini bir çırpıda, koro halinde söylerken gözlerindeki parıltının ve yaşama sevincinin dikkatinizi çekmemesi mümkün değildi.

*****************************

Ulu Cami'nin dış kapısını çerçeveleyerek şadırvanın birkaç fotoğrafını çektikten sonra içeri girdim ve çekimlerimi burada da hızla sürdürdüm. Işığın durumuna dikkat ederek birçok köşeden bu tarihî mabedi hafızama ve makineme kaydetmenin sevincini yüreğimde hissettim. Cami ile ilgili edindiğim bilgi ise kısaca şöyledir:

Amid (Diyarbakır)'in 639 yılında Müslümanların eline geçmesiyle şehrin en büyük kilisesi olan Mar Toma Kilisesi (Katedrali) camiye dönüştürülmüştür. Ancak, Hıristiyanlıktan önce burası pagan kültürüne ait bir mekân olarak da kullanıldığı bilinmektedir. Anadolu'da en eski camilerinden biri olarak kabul edilen Ulu Camii, İslam dünyasının beşinci mukaddes mabedi olarak bilinir. Caminin dört ana cephesi dört mezhebe ayrılmıştır. Halen Hanefi ve Şafiler avlunun her iki tarafında yer alan iki ayrı mekânda cemaatle namazlarını eda ederler. Bu tarihî mabet, tamirat ve yeni ilavelerle asırları geride bırakarak günümüze kadar gelmiştir. Bundan dolayı, hem Hıristiyanlara ait mimari, hem Müslüman mimarisinin iç içe geçmiş örneklerini bir arada görmek mümkündür.

 

(Foto 11)

 

Öğlen ezanıyla birlikte arkadaşlarla camiye girdik ve büyük bir cemaatin içinde yerimizi aldık. Caminin içindeki taş sütun ile kemerler dikkat çekmekte ve taş işçiliğinin nadir örneklerini göstermekte idi. Asırlara meydan okuyan mabedin hala inananlara hizmet vermesi Müslümanlar tarafından gurur duyulacak bir durumdu aynı zamanda. Zira, tarihî süreç içinde Müslümanlar fethettikleri topraklarda, oranın toplumlarını kendi halkı olarak görme eğilimi taşımışlar, ayrıca, mabetlerine ve yaşantılarına karşı hürmet göstermişler, ibadethanelerine dokunmamışlardır. Bunun istisnaları olabileceği insanın aklına gelse de, genel politikaların bu doğrultuda şekillendiği bilinmektedir. Müslümanlar, intikam duygusuyla gayrimüslimlerin kutsal mekânlarını tahrip etmek, başka bir amaç için kullanmak (ahır, samanlık, alışveriş merkezi vs.) şöyle dursun, en önemli ibadet mekânlarından bazılarını kendi ibadet yeri olarak kullanmaktan, ihya etmekten çekinmemişlerdir. Hatta bu mabetlere kendi inşa ettikleri camilerden de daha ziyade önem vermişlerdir. Müslümanların bu tarz yaklaşımları, bütün peygamberlere inanmalarıyla irtibatlı olduğuna şüphe yoktur. Bunun aynı zamanda özgüvenle de ilgisi olduğu açıktır.

Namaz bittikten sonra külliyenin farklı bölümlerini gezdik. Bu arada, geceyi Batman'da geçiren arkadaşımız Mustafa Küçük Bey'de bize katıldı ve beraberce, Mehmet Salih Erpolat Bey'in rehberliğinde daracık sokaklardan ilerleyerek Cahit Sıtkı Tarancı'nın müze haline dönüştürülen ve Diyarbakır'ın ince taş işçiliğinin en güzel örneklerinden birisi olan konağına geldik. Buradaki odaları tek tek gezdikten sonra yakın bir yerde bulunan benzer bir mekâna, Ziya Gökalp'in aynı maksatla kullanılan konağına gittik. Zenginler tarafından inşa edilen bu tip evlerde hiçbir masraftan kaçınılmadığını, adeta birer saray yavrusu meydana getirildiğini her iki müzede de gördük. Kısaca, daracık ve bakımsız sokaklardan geçerek bir dış kapıdan girdiğimiz Diyarbakır'ın bu örnek evleri muhteşem bir güzelliğe sahiptir. Geniş bir iç avluya bakan evin bölümleri ile bu içe dönük mekânların bir sanat şaheseri olduğu açıktır.

 

(Foto 12)

 

Buradan ayrıldıktan sonra 1546–1572 yılları arasında inşa edilen Behram Paşa Camisi'ni ziyaret ettik, ancak cami kapalı olduğundan dış mekânların fotoğraflarını çekebildik. Geri dönüşümüzde, biraz soluklanmamız ve farklı bir havayı teneffüs etmemiz için Salih Erpolat Bey bizi Dengbej Evi'en götürdü. Dengbej, Kürt âşıklar için kullanılan bir tabirdir. Deng; ses, bej; söyle anlamına gelmektedir. Kısaca, hikâye, türkü ve ağıt söyleyen dengbejler, gezgin sanatçılardır.

 

(Foto 13)

 

Gökalp ve Tarancı'nın konaklarına benzer bir tarihî konağın içine girdiğimizde, adının İbrahim Almas olduğunu öğrendiğim bir dengbej tarafından yanık bir sesle ağıt okunuyordu. Masasının etrafında yer alan orta yaşı hayli geçmiş sanatsever veya dengbejler dikkatle ve terbiyeli bir şekilde ağıt söyleyen arkadaşlarını dinlemekte idiler. İç avlunun çevresinde konulan diğer masaların çevresinde yer alan şahıslar, sessizce kendi aralarında sohbet edip çaylarını yudumlamakta idi. Biz üstü kapalı bölüme geçtik ve bir müddet bu dengbeji dinledikten sonra, benim fotoğraf çekme merakım depreşti. Farklı açılardan hem konağı, hem burada bulunan dengbejleri biraz da sıkılarak çekmeye başladım. Bu arada İbrahim Almas'ın okuduğu ağıt dikkatimi çekti. Kürtçe bilmememe rağmen, Hamidiye Alayları ve reislerinden bahsettiğini anladım. Sessizce masalarına oturdum, ağıtı dinlerken bu güzel sesli sanatçının birkaç fotoğrafını çektim. Arada bir masanın etrafında bulunan diğer dengbejler koro halinde arkadaşlarına iştirak etmekte idiler. Nihayet, âşık biraz soluklanınca, Hamidiye Alayları tabirinin dikkatimi çektiğini belirttim ve bu ağıtta ne anlattığını sordum. O, Hamidiye Alayları'nın faaliyetleri, bazılarının zulümleri, daha sonra kötü duruma düşmeleri ve İran'daki aşiretlerle çatışmalarından bahsettiğini belirtti. Böylece, ilginç bir durumla karşı karşıya kaldığımı anladım. Zira benim Bingöl sempozyumunda sunduğum tebliğle, dengbejin anlattıkları büyük ölçüde örtüşüyordu. Bunu kendisine söyleyip makalemi de kısaca özetledim. İbrahim Almas Bey ise, "Hocam, senin bu yazdıkların doğrudur. Ben de bunu anlatıyorum. Bizde yalan, yanlış yoktur. Biz duyduğumuzu, gördüğümüzü söyleriz. Bu bizim geleneğimizde bir kuraldır; meramımızı doğrulara sadık kalarak sözle anlatırız. Seksen sene Kürtçe yazamadığımızdan duygularımızı, düşüncelerimizi bu şekilde ifade edip bir sonraki nesle aktarırız" mealinde ifadelere yer verdi.

 

(Foto 14)

 

Biz bu minval üzere sohbet ederken üstü kapalı mekânda ayrı bir grup oluşturan arkadaşlarımıza iştirak eden seksen yaşına yakın Şark (veya Diyarbekir) Bülbülü lakaplı bir dengbejin yıllara meydan okuyan sesinin nağmeleri kulağımıza geldi. Daha sonra isminin Seyithan Şimşek olduğunu öğrendiğimiz bu zatı bir müddet susup dinledik. Kürtçenin ardından Türkçe de söyleyerek arkadaşlarımıza cemile yapmayı ihmal etmeyen bu yaşlı sanatçıya, arkadaşımız Mustafa Hakkı Ertan, "Mihrali Bey" türküsüyle karşılık verdi:

Ben gidiyom Rüştü Bey'im ağlama

Köz koyup da ciğerimi dağlama

Alay gitti beni burda eğleme

Yemen'e de benim ağam Yemen'e

Erdim'ola Mihrali Bey Yemen'e

Kurdum'ola çadırları çimene

Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne

Oğul dert benim değil mi vallah kime ne.

Bu manzarayı görüntülemek için izin isteyip arkadaşların bulunduğu yere geldiğimde, Mesut Öğmen Bey'in işareti ile Şark Bülbülü'nün fotoğraf çekilmesinden hoşlanmadığını anladım ve bir sandalyeye oturarak dinlemekle yetindim. Daha sonra öğrendiğime göre, bu ak saçlı dengbej arkadaşlarımızdan bazılarının Kürtçe takılmalarına aynı lisanla karşılık verince, bir arkadaşımız şaka yollu "neden Türkçe konuşmuyoruz" şeklinde itiraz etmiş. Dengbej ise, "siz bana zorla Türkçeyi öğrettiniz, madem kardeşiz neden siz de birkaç kelime olsun Kürtçe öğrenmiyorsunuz" şeklinde cevap vermiş.

Karşılıklı türküler okunduktan sonra, yine karşılıklı şakalaşmalar, söz yarıştırmalar, birbirine takılmalar oluyordu. Bu ortamdan hayli mutlu olan arkadaşların, özellikle Mesut Bey'in keyfine diyecek yoktu. Mesut ve Salih beyler, biraz da naz yapan bu yaşlı sanatçıya Kürtçe ve Türkçe sözlerle sataşarak bir şeyler söylemesi için adeta tahrik ediyorlardı. Ayrıca, Mesut Bey'in dengbej olan bir hemşehrisi (Şırnak yöresinden) bu boşluğu bir parça doldurduktan sonra, Şark Bülbülü de bir şeyler söylemeye başladı. Ancak yaşlı dengbej, biraz da polemikçi kişiliğiyle sohbeti daha ziyade tercih ediyordu. Urfalı Mustafa Hakkı Ertan da ortamı bir sanat şölenine çevirme gayretinden olacak, güzel sesiyle şu türküyü okumayı ihmal etmedi:

Zülüf dökülmüş yüze (aman)
Kaşlar yakışmış göze (aman aman)
Usandım bu canımdan (aman aman)
Derd ile geze geze
Bu ellerde gez gayrı (aman)
Katip ol da yaz gayrı (aman aman)
Bir kazma al bir kürek (aman aman)
Mezarımı kaz gayrı
Gün doğdu aştı böyle (aman)
Gönüldür coştu böyle (aman aman)
Sen orada ben burda (aman aman)
Ömrümüz geçti böyle

Bunun üzerine seksenlik dengbej, "tamam, sen beni geçtin" dedi… Bu hoş ortamın biraz daha havasını teneffüs ettikten sonra vaktin ilerlediğini düşünüp müsaade istedik ve dengbejlere, Diyarbakır'ın bu güzel ve içli insanlarına veda ettik. Fazla bir zamanımız kalmadığından birkaç yeri ziyaret etmeye ve bir yerde yemek yemeye karar verdik. Önce büyük ve köşeli minaresiyle bilinen Hazret-i Süleyman Camisi'ne yöneldik. Caminin on ikinci yüzyılda Nisanoğulları'ndan Ebu'l-Kasım Ali tarafından yaptırıldığını, ayrıca, avlusunda ünlü İslam komutanlarından ve peygamberimizin arkadaşlarından Halid bin Velid'in oğlu Süleyman ile Diyarbakır'ın fethi esnasında şehit düşen sahabelerin mezarlarının olduğunu öğreniyoruz.

Nihayet, bir müddet yürüdükten sonra bu mabedin yanına geldik. Ortalık adeta ana-baba günüydü. Kadın, erkek ve çocuk… her yaştan insanın, daha doğrusu Diyarbakır'ın her kesiminden geldiği anlaşılan bu insanların çevreye yayılıp oturmaları ve Kur'an, cüz, dua vs. okumaları sebebiyle caminin kapısına zor ulaştık.

Arkadaşlarım ikindi namazını kılmak için abdest alıp içeri girdiklerinde ben dışarıda fotoğraf çekmekle meşguldüm. Tekrar caminin kapısından çıkıp kalabalığın içinden geçerek merdivenleri tırmandım. Büyük bir kemerin altından ilerleyip restorasyon çalışmaları için terk edilmiş birçok tarihi binanın bulunduğu bir meydana ulaştım. Bu binaların bir kısmının yıllar önce Jandarma Komutanlığı'nın hizmetinde olduğunu öğrendim. Biraz yürüdükten sonra Dicle nehrinin kıvrım kıvrım uzandığını ve muhteşem bir manzara meydana getirdiğini gördüm. Karşı düzlüklerde, Dicle Üniversitesi'ne ait binaların belli bir plana göre gruplandırıldığı, hatta serpiştirildiği göze çarpıyordu.

Arkadaşlarla caminin yakınlarında buluştuktan sonra aynı yerleri bir kere daha beraber gezdik. Bu arada, Salih Erpolat Bey, binaların fonksiyonları, ayrıca gözümüze çarpan şehrin diğer bölgeleri hakkında kısa ve özlü bilgiler veriyordu. Yani, hayli faydalı bir yürüyüş gerçekleştirdik. Artık, imkân dâhilinde gezebileceğimiz yerleri ziyaret ettiğimizi düşündük ve yolumuzu sur dibine çevirerek şehrin önemli bir yüzünü de görmüş olduk.

Bundan sonra kalan zamanda ihtiyaçlarımızı giderdik, yemek yedik çay içtik. Nihayet, şehrin geniş caddelerinden geçerek öğretmenevinin bulunduğu yola girdik. Arkadaşlar Diyarbakır künefesi yemeyi tekìif ettiler. Ancak benim hastalık ve yorgunluktan adım atacak takatim kalmadı. Eşyalarımızın da bulunduğu öğretmenevine gidip dinleneceğimi, kendilerini orada bekleyeceğimi söyleyerek arkadaşlardan ayrıldım ve öğretmenevinin kapısından içeriye girdim. Elimi-yüzümü yıkadıktan sonra bahçede oturarak dinlendim. Akşam karanlığı çöktüğü ve şehrin ışıkları sokakları aydınlattığı esnada arkadaşlar da öğretmenevinin bahçesinde bulunmaktaydı. Artık, İstanbul'a dönmenin zamanı gelmişti. Ancak, Mesut Bey bahçede oturan öğretmenevi müdürünü görünce, sorumluluğu altındaki işletmenin hizmetleri ve binanın bakımsızlığı ile ilgili tenkitlerini açıkça ortaya koymaktan kendini alamadı.

 

Vaktimizin sınırlı olması sebebiyle eşyalarımızı iki ayrı taksiye y&uu

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum