Bir rüya avcısının hüzünlü portresi

Tanpınar’dan başka kimin biyografisi insanı okurken böylesine derinden sarsar, söylemesi güç. Müzmin parasızlığı, hasıraltı edilen sanatı, yarım kalan gönül maceraları... Sefa Kaplan, gerçek olanı, düşlerindeki Tanpınar’la birleştiriyor.

Bir rüya avcısının hüzünlü portresi
24 Aralık 2013 - 18:46

Tekin Budaoğlu

Sefa Kaplan’ın Tanpınar biyografisi, Paris’in göbeğindeki Luxembourg parkının ıssız banklarında kendi kendisiyle hesaplaşan, âdet olduğu üzere aksiyonlarından, yaşantısından ve hatta varlığından şikâyetçi olan rüya avcısının, “Ah keşke kendime ve Paris’e bu kadar geç kalmasaydım!” sözlerine sızan bilindik hüznüyle açılıyor.

Her iki anlamda da bir başka âlemde, koyu bir hüzne bulanmıştır Tanpınar: Öyle ya Paris, bu sihirli mekân, sanatının ve ömrünün son demleri yerine gencecik bir edebiyat sevdalısıyken kendisine durak olsaydı eğer, belki de hem ömrünün hem de sanatının asli mekânı olabilir ve kendi isminin önüne “kırtıpil” yerine ışıltılı, edebi bir lakap ekleyebilirdi.

Tozlu ve eskimiş banklarda Paris’e geç kalmışlığına kırılır, içerler Tanpınar. Ardından, daha pek çok geç kalmışlığı yüreğini eze parçalaya gözlerinden akar: yarım kalan aşkları, memleketten beklentileri, istediği evreye bir türlü erişemeyen sanatı. Oldukça ironik bir sahnedir aslında bu. Paris’teki bir parkta başta sanatı olmak üzere hemen her şeye geç kaldığına içerleyen elli iki yaşındaki Tanpınar, gerçek bir fikir barındırmadığı için bir türlü ihya olmadığına inandığı Türk edebiyatına aslında düşündüğünden çok erken gelmiş ve ancak ölümünden uzun zaman sonra ona erişebilmek, sanat kudretini biraz olsun anlayabilmek mümkün olmuştur.


“Geç Kalan Adam”da Sefa Kaplan, klasik anlamda bir sanatçı biyografisi oluşturmuyor. Öyle ki Tanpınar, yürek kıran şiirlerinden pasajlar alınan; romanlarının kıyısına köşesine, makalelerindeki parlak fikirlere dokunularak yaşamı aydınlatılan kanlı canlı bir adamdan çok, adeta kırılgan bir roman kahramanı olarak görünüyor. Makalelerindeki, günlüklerindeki sözleriyle kendi dünyasındaki Tanpınar’ı harmanlayan Sefa Kaplan, Paris’te umutsuzca gezerken neleri düşlemiş olabileceğini; İstanbul’un sakin sokaklarında, yahut adım adım gezdiği Anadolu’nun çorak kasabalarında hangi rüyalara dalmış olabileceğini hissetmeye çalışıyor bir bakıma. O yüzden kimi zaman konuşan Tanpınar’ın kendisi, kimi zaman da Kaplan’ın hayallerinde yaşayan; sıkıntılarını, iç sızılarını, mutluluklarını “Biyograf Bey” ile paylaşan, hayali Tanpınar. Böylece yazarıyla arasındaki kalın perdeleri, duvarları kaldırıyor Sefa Kaplan ve metne samimiyet ekliyor öncelikle, anlaşıyor düşlerindeki Tanpınar’la; tartışıyor, uzun uzun sohbet ediyor.

Kaldı ki kitabın iki bölümü, Tanpınar’ın ve Sefa Kaplan’ın birbirlerine yazdıkları hayali mektuplaşmalardan oluşuyor. Tanpınar’ı Âşiyan’da oturtup kendisine mektuplar yazdırıyor Sefa Kaplan; kendisi de sonraki bölümlerde ona cevaplar kaleme alıyor: İkisi de sanatçılara içerliyorlar çokça, fikir ortamının yoksunluğundan yakınıyorlar.

ŞAHSİYET YARATMA MESELESİ
Tanpınar, ömrü boyunca, çağının diğer gün yüzü görmeyen fertleri gibi iki arada bir derede: Bir tarafta, çözüle çözüle yoklara karışan koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nu yüzyıllarca besleyen Doğu var, diğer tarafta yeni ve görkemli hayatın gözdesi Batı. Kitaplarını, makalelerini okuyanlar bilirler; ikisini de tamamen ret ya da kabul etmez Tanpınar. “Oturup beklemenin yeri” olarak gördüğü Şark’tan bir türlü vazgeçemez çünkü. Ona göre Şark, “hem şifasız hastalığımız hem de tükenmez kudretimiz”dir. İyi ama Şark’tan vazgeçmemek aynı zamanda pek albenili görünen Garp’a da yönelememek demektir. 

“Geç Kalan Adam”da anlaşılıyor ki öğretmen olarak Anadolu’ya atanana kadar gönlü Batı’dan yana Tanpınar’ın. Anadolu’daki bir başına günlerinde ise o coğrafyayı besleyen, şekil veren ruhun Doğu olduğunu anlayınca bizi biz yapan kıymetlerin başında Doğu’nun geldiğinin idrakine varıyor. 

Uzunca bir süre içini kemiren, net bir cevap bulamadığı bir soru bu. İçinden çıkamadığı zamanlarda “Eski bir Garp’çıyım” diyerek çözüm aradığı bu sorun, aslında yalnızca kendisinin değil, bütün bir memleketin meselesi. Onu düşündüren, kişiliğine ve sanatına yön veren bu çift başlılığa yıllar sonra bir makalesinde yanıt bulmuş gibi: “Bizim için asıl olan miras ne mazidedir ne Garp’tadır; önümüzde çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımızdadır.” 

Hayatımız. Bir türlü olduramadığımız, sağından solundan kocaman gedikler açılan, onları kapatmaya uğraşırken daha büyüklerine sebebiyet verdiğimiz hayatımız. Bu gediklerin en büyüklerinden birinin “şahsiyet yaratmak” olduğunu düşünüyordu Tanpınar. Hâlbuki Batı bu meseleyi Rönesansla birlikte, kadına değer vererek çözmüştü. Kadın, her şeyden önce ‘kimlik’ kazanmıştı. Oysa bizde, kadın yalnızca anne olarak görülürdü ve kadının elinin değmediği bir erkeğin de şahsiyeti her zaman yarım, kusurlu ve sakat kalırdı. 

Kendi hayatından tecrübe etmişti. “Şahsiyet yaratma”da hatalı davranan bir toplumun kendini bulmasının, asli kimliğini kazanmasının elbette çok zor olduğunu düşünüyor Tanpınar. Doğu-Batı çift başlılığının süregitmesini de bir anlamda burada arıyordu. Sakat nokta burada belirginleşiyor ve bir süreliğine gittiği İtalya’da da aynı eksiklik, onu bu kez hayranlıkla izlediği sanat eserleriyle baş başayken buluyordu. Alman işgali sırasında Floransalıların, “Nazilerin Vandalizmine kurban gitmesin” diye dağ köylerine sakladıkları harikulade eserlere bakarken, aynı durumun kendi ülkesinde yaşanması durumunda İstanbulluların, Nazilerden çok önce bu sanat eserlerini yağmalayacağını düşünerek derin bir iç geçiriyor.
Belki de memleketin halini bir türlü anlayamadığı için siyasi anlamda da kendine bir yol çizemiyor Tanpınar. Komünist faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle bir hafta hapiste yatmasına, CHP’den bir dönem milletvekili olmasına karşın, düşünsel anlamda bir tarafa ait hissedemiyor kendini. Makalelerinde, “Netice itibariyle ben esasen ne sağdanım, ne de komünistim. Sadece demokratım, mümkün olursa demokrat sosyalist bir teşekküle girerim ve memnun olurum.” diyen Tanpınar, bunun gerekçelerini de ironik ve acıklı bir eleştiriyle özetliyor: “Türkiye’de her şey politika mücadelesi. Ben ise eserimde Türk politikasını, hakiki Türk politikasını görüyorum. Sağ taraf beni kâfi derecede kendisinden, kâfi derecede inhisarcı, kâfi derecede cahil görmüyor. Sol bana düşman. Sağcının hamakatı, solcunun budalalığı ve her iki tarafın da cehaleti. Ben ise dünya içinde, ileriye açık, mazi ile hesabını gören bir Türkiye’nin peşindeyim. İşte memleket içindeki vaziyetim.”

Kimin aklına gelir ki “Huzur”da modern romanın hangi uç noktalara ulaşabileceğinin ders niteliğindeki örneğini veren; “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”yle zamanındaki sanat algısının çok ötesine ulaşarak postmodern anlayışın dinamikleri hakkında yol gösteren; ruhları darmadağın eden şiirlerin, fikirlerin sahibi, İstanbul Üniversitesi Tanzimat Edebiyatı Profesörü Ahmet Hamdi Tanpınar, ömrü boyunca kendini küçültmekten, aşağılamaktan geri durmasın, hiçbir zaman anlaşılmadığını düşünerek, fikri yalnızlık içinde hayata gözlerini yumsun.

YAHYA KEMAL ETKİSİ
Şiirde yalnızca Yahya Kemal’i geçemediğini, nesirde akıl almaz derecede iyi işler yaptığını düşünmesine rağmen hiç kıymet görmemesinin temelinde elbette ki döneminin sanat algısındaki sınırları alaşağı etmesi yatıyordu: çözümü zor metinlerini ve şiirlerini anlayacak gerçek eleştirmen, basiretli bir fikir ortamı maalesef ki yoktu ve bu yüzden her daim kırgındı Tanpınar. 

O yüzden de hep gecikmeler kaldı Tanpınar’ın elinde avucunda. İlk karşılaştığında Mustafa Kemal’e söyleyemediği “Paris’e gitmek istiyorum Paşam.” sözüyle başlayan geç kalmışlıkları onun sanatına da, “Huzur” romanında ölümsüzleştirdiği Nuran ve Nesteren aşklarına da sızacak ve hayatının kamburu gibi sürekli ensesinde yaşamayı sürdürecekti.

MÜMTAZ, İHSAN VE DIŞARIDAKİLER...
Sefa Kaplan, Tanpınar’a yazdığı hayali mektupların birinde, bu kitabı yazma amacını “bir gönül borcu” olarak gösteriyor ve Tanpınar’ı kelime kelime işleyerek borcunu da bir bakıma ödüyor. Yer yer metinlerinde gördüğü aksaklıklara da değinmeden geçmiyor Kaplan. “Mahur Beste”, “Huzur” ve “Sahnenin Dışındakiler” arasında bir ilişki olduğunu vurgulayan Sefa Kaplan, Dergâh Yayınları’nın, “Sahnenin Dışındakiler”in kapağında kullandığı “Yazarın diğer romanlarından ‘Mahur Beste’ ile ‘Huzur’ bu kitapla birlikte bir nehir romanının parçaları olarak değerlendirilmiştir.” cümlesindeki yüklemin edilgen ve belirsiz oluşuna dikkat çekerek, “hem size hem de yayınevine yakışmayan o tuhaf ifadeler” diyor ve bu metinler arasında bir zaman kayması olduğundan da bahsediyor. Devam ediyor Sefa Kaplan ve “Huzur’un ana karakteri olan Mümtaz’ın “Sahnenin Dışındakiler”de şöyle bir görünüp kaybolması, İhsan’ın ise “Huzur”dakinden bambaşka bir çehreye bürünmesi, nasıl demeli, bir hayli tedirgin ediyor insanı.” derken, eleştiri oklarını da çoğaltıyor. Tanpınar’ın bazı metinlerindeki ‘inandırıcılık’ eksiklerinden, farklı romanlarındaki farklı kahramanların birbirlerine ikiz kardeş gibi benzemelerindeki sıkıntıdan da dem vuruyor. 

Bunlarla sınırlı değil Kaplan’ın eleştirileri: Satır aralarında, Tanpınar’ın kahramanları arasında taraf tuttuğunu, metinleri arasında boşluklar oluştuğunu, romanlarında ferdi asla önemsemediğini, cümlelerinin arasında çelişkilerin görüldüğünü, yaptığı eleştirilerin “onu küstürmeyeyim ileride lazım olur, bunu gücendirmeyeyim bakarsın bir gün pabucumu boyar” tadında olduğunu, meşrulaştırılmaya ihtiyaç duyan yazılar yazdığını söylüyor. 

Elbette bir yazar, biyografisini yazdığı sanatçının olumlu yönlerini vurgulamak kadar eksiklerini de eleştirme hakkına sahiptir. Asıl sorun, temel sanat dinamiklerine yöneltilen eleştirilerin ardından, biyografisi yazılan sanatçıya hitaben; “her şeyin bu kadar kolaylaştığı bir devirde sizi aşabilecek bilgi birikimine sahip birkaç yazarımızın bulunmayışı, sizin fazlalığınız mı yoksa bizim eksikliğimiz midir doğrusu cevap vermek hayli güç” sözlerindeki tezatlıkta düğümlenip kalıyor.

vatankitap

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum