ATATÜRK VE KADIN HAKLARI / Prof. Dr. Kemal ARI

ATATÜRK VE KADIN HAKLARI / Prof. Dr. Kemal ARI
02 Mart 2020 - 20:03 - Güncelleme: 02 Mart 2020 - 20:08

ATATÜRK VE KADIN HAKLARI

İnsan, kadın ve erkekten bir araya gelen bir varlıktır. İnsan soyunun devamı, bu iki cinsin bir araya gelmesiyle oluşur. Bir elmanın iki yarısı gibi; kadın ve erkek yaşamı tamamlayan, ona anlam katan iki olmazsa olmaz kişiliktir.

Doğa, cinsiyete dayanan farklılıkları, erkek ve kadının bir araya gelerek oluşturduğu insan denen varlığı tamamlamak için kurgulanmıştır. Yaşama ve oluşuma bu açıdan katkıları eşittir. Dolayısıyla, bu özelliklerin kadına ve erkeğe yüklediği değer ve anlama bakıldığında, her iki cinsin de anlamda, varlıkta ve önemde eşit olduğu görülür.

Oysa kültürler, siyasal anlayışlar ve ideolojiler, doğanın kadına ve erkeğe verdiği bu değeri, ne yazık ki her zaman bu eşitlikçi değer üzerinde yorumlamamışlardır. Pek çok dinde ve kültürde, çoğu zaman kadın cinsi ikinci sınıf olarak görülmüş; hatta pek çok dinsel anlayışta, günahın ve kötülüğün kaynağı görülmüştür.

Türkiye Cumhuriyeti kurulup, Atatürk Aydınlanması başlamadan önce, Osmanlı toplumunda da kadın, ikinci sınıf olarak görülüyor ve algılanıyordu. Eski Türk töresinde kadın hakanın yanında bir değerde anlaşılırken ve ana erkil bir toplumda kadına erkeğin yanında onunla aynı düzeyde bir değer yüklenirken, Türkler ’in İslamiyet’e geçmesiyle bu anlayışta değişmeler başladı. Gerçekte İslam dini, kadını Cahiliye Dönemi’nin kötü düzeyinden almış, onun statüsünü yükseltmişti. Yeni din kadını yükseltiyordu. Ancak, zaman içinde dine karışan hurafeler, kadının toplum yaşamındaki önemini geri plana attı. Osmanlı Devleti kurulduğunda, İslam coğrafyasında böyle bir etki bulunuyordu. Osmanlı Devleti kurulduğunda, daha çok töre değerleri üzerine kurulmuştu. Ancak bu değer, zaman içinde yerini Şeriatçı bir anlayışa da bıraktı. İslam’ın özünden çok, İslam üzerine yapılan yorumlara ve sonradan kurgulanan yaşam biçimine göre şekillendirilen dini hayat içinde kadın, toplumda ikinci plana itiliyordu. Kadın, özellikle kent hayatında hızla kafes arkasına itildi. Bir erkek olmadan sokağa bile çıkması yasaklandı. Şeriat yasaları olarak belirlenen kurallara göre, bir erkek, dört kadınla birlikte evlenebiliyordu. Evlenmede, boşanmada kadının söz hakkı bulunmuyor; görücü yöntemi ile tanımadığı bir erkekle evlendirilen kadın, hiçbir ekonomik ve hukuki güvenceye sahip bulunmuyordu. Erkeğin, “Boş Ol!” demesi ile boşanmış oluyor; yeniden evlenmesi için “Hülle Yöntemi” ne başvurulması ve bir gecelik de olsa başka bir erkekle nikâh yapması gerekiyordu. Mahkemelerdeki tanıklıklarda ve mirasta, erkekle aynı düzeyde bulunmuyor; erkeğin sahip olduğu hakların ancak yarısı kadına tanınıyordu.

Bu ve buna benzer örnekler, toplumun yarısını oluşturan kadın sınıfını, bir kölelik düzeyine indirmişti. Bu koşullarda bir toplumun çağdaş uygarlık düzeyini yakalaması, aydınlanma kültürünü edinmesi tatbikî mümkün değildi.

Osmanlı Devleti’nin son döneminde, kadınların toplum içinde daha çağdaş bir konuma gelmesi için kimi uğraşılarda bulunulmuştu. Ancak, ıslahat düzeyini geçemeyen bu çalışmalar, kadın haklarını arzu edilen düzeye getirmeye yetmedi.

Büyük Atatürk, modern bir cumhuriyet kurulurken, kadınların da yurtları için erkekleriyle birlikte nasıl mücadele ettiğini görmüştü. O, bir toplumda, toplumun bir kesiminin yerlerde sürünürken, öteki kesiminin kendisini geliştiremediğini de biliyordu. Namık Kemal’in “Kadın düşerse, alçalır insanlık” dizesinin gerçekliğine inanıyor, bu nedenle Türk kadınlarının çağdaş haklara sahip olması gerektiğine inanıyordu.

"İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?"

Bu nedenle, Cumhuriyetin ilanından sonra, kadın haklarının geliştirilmesi için bu konuda kararlı adımlar attı. Önce, 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Yasası ile, kız çocukları için ilköğretim zorunlu kılındı. Atatürk, kız çocuklarının erkekler gibi eğitiminin önemli olduğunu düşünüyor; iyi eğitim görmemiş bir annenin yetiştireceği çocukların da iyi yetiştirilemeyeceğini söyleyerek; kız çocuklarının eğitimine en az erkek çocukları kadar önem verilmesini istiyordu.

Bu aşamadan sonra, sıra Medeni Yasa’ya geldi. Mecelle’nin ortaya koyduğu kurallar, toplum ihtiyacını karşılamıyordu. 1917 tarihli Hukuku Aile Kararnamesi’nin de ömrü uzun sürmemişti. Bu nedenle Atatürk, öncelikli olarak, bir medeni yasa çıkarılması gerektiğini düşünüyordu.

Atatürk’ün yakın düşün arkadaşlarından Kuşadalı Mahmut Esat Bey, İsviçre’de hukuk eğitimi görmüş bir bilim insanıydı. O, İsviçre Medeni Yasası’nın önemine vurgu yapıyor; Avrupa’da en son olarak benimsenen bu yasanın, Türkiye için uygun olacağını söylüyordu. Yapılan araştırmada, Alman Medeni yasası belirsiz ve eski; İtalya Medeni yasasının bir özgünlüğünün olmaması nedeniyle İsviçre Medeni yasası, daha uygun görülüyordu. Pek çok hukukçu, batı medeni yasalarında ve hukkuundan yararlanılarak, yeni bir yasa hazırlanmasının en uygun yol olacağını söylüyorlardı; ancak bunu kısa zamanda yapmak olanaklı değildi. Mustafa Kemal Paşa başka bir ülkeden alınıp uyarlanan bir yasanın uygulanmasında aksayan yanlar olup olamayacağını, onu uygulayacak hukukçu bulunup bulunamayacağını sorduğunda; Mahmut Esat Bey; “Paşam, bir gün Avrupa’da çok mükemmel yeni bir silah icat edildiğini işitirseniz, memleketimizde bunu kullanmasını bilen askerimiz yoktur diye, o silahı almakta tereddüt mü edersiniz? Elbette ki hayır... O silahı alır ve onu kullanabilecek askerleri de yetiştirirsiniz” ...

Evet; Türkiye, yeni bir hukuk düzeni kurmaya çalışırken, aynı zamanda o hukuku uygulayacak hukuk adamlarına da gereksinim duyuyordu. Sonunda bir kurul oluşturularak, İsviçre Medeni Yasası Türkçeye çevrildi ve 17 Şubat 1926 tarihinde kabul edilerek, yürürlüğe girdi. Yasa, artık hukuk önünde, kadın ve erkeği kabul ediyor; bir erkeğin dört kadınla evlenebilmesine izin veren kuralları ortadan kaldırıyordu. Mahkemelerdeki tanıklıklarda, haklarda ve uygulamalarda erkeklerle eşitlendi.

Bunun yansıra, siyasal haklar yönünden de kadınlara yeni haklar verilmesi için çalışmalar yapıldı. Önce 1930’da Belediye Seçimlerinde oy kullanma hakkı tanındı. Ardından da 1934 yılında genel seçimlerde aday olma ve oy verme hakkı getirildi. Atatürk bu hakkı kadınlara tanıdığında, pek çok Avrupa ülkesi, kadınlara oy hakkı bile vermiş değildi. Büyük Atatürk, Aydınlanmanın beşiği olmuş Batı ülkelerinden çok daha önce kadınlara çağdaş haklarını verdi.

Atatürk bir konuşmasında şunları söylüyordu:

“Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun bir organı faaliyette bulunurken diğer bir organı işlemezse o sosyal toplum felçlidir."

Prof. Dr. Kemal ARI

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum