ATATÜRK OLMASAYDI!

28 Ekim 2013 / MUHSİN ÖZTÜRK - CEMAL A. KALYONCU Cumhuriyet konuşmaları Atatürk tartışmalarına dönüyor ve yol alınamıyor.

ATATÜRK OLMASAYDI!
31 Ekim 2013 - 10:05
28 Ekim 2013 / MUHSİN ÖZTÜRK - CEMAL A. KALYONCU
Cumhuriyet konuşmaları Atatürk tartışmalarına dönüyor ve yol alınamıyor. Bütün kazanımların veya kayıpların kaynağı görme eğilimi, ‘Atatürk olmasaydı’ sendromunu beraberinde getiriyor. Üçüncü bir yol mümkün hâlbuki.

'Rauf (Orbay) Bey’in başvekillikten ayrılış günü (4 Ağustos 1923), Çankaya’da, o tarihte Meclis İkinci Başkanı olan Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ile yaptığı konuşma da, ilk beşler arasındaki ayrılışın artık düşüncede kalmadığını, su yüzüne çıktığını gösteriyor. Meclis İkinci Başkanlığı’ndan ve 2. Ordu Müfettişi olarak Ankara’dan ayrılma kararını veren Ali Fuat Paşa, Mustafa Kemal’e sorar: ‘Senin şimdi apotres’lerin kimlerdir?’ Mustafa Kemal, çok eski ve yakın dostuna, sorusundan bir şey anlayamadığını söyler. Ali Fuat açıklar: ‘Bundan sonraki emek ve himmet arkadaşları kimler olacaktır?’ Mustafa Kemal şu cevabı verir: ‘Memleket ve millete kimler hizmet eder, hizmet, liyakat ve kudretini gösterir ise apotresler onlardır.’ Bu cevap; vefa, sadakat, fedakârlık örülü o çetin Millî Mücadele yıllarında, tüm varlıklarını paylaşmış olanlar arasında, artık yeni kıstaslar geldiğinin açık-seçik, biraz da sert ispatıdır.”

Böyle diyor Fethi Okyar, anılarında. Tabii, o tarihlerde, Atatürk’ün, ‘hizmet, liyakat ve kudretini göstermek’ ifadelerinden ne anlatmak istediği muhatabına ulaştı. İlerleyen tarihlerde Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Rauf Orbay gibi, ‘ilk beşler’ olarak anılan isimler artık Cumhuriyetçi kadrolarda olmak bir tarafa, onun hedefinde yer alacaktı. Kurtuluş Savaşı’na isimleri altın harflerle yazılanlar Cumhuriyet tabelasında yer bulamayacaklardı.

Bunun hemen öncesinde Enver-Talat- Cemal Paşalar sahneden çekilmiş, Karakol Cemiyeti’nin öncüleri Kara Vasıf, Kara Kemal gibi isimler Meclis-i Mebusan baskınıyla İngilizlerce Malta’ya sürgün edilmişti. Dolayısıyla, özellikle siyasi öngörüleriyle, dönemin kendisine sağladığı şartları da lehine çevirerek ‘sıyrılan’ bir Mustafa Kemal ile karşı karşıyaydık artık.

‘Devrim önce çocuklarını yer’ sözü böyle anlar için sarf edilir. Millî Mücadele’yi gizlice örgütleyen İttihatçılar aynı tabana hitap ettikleri için en büyük hedeftir. Birinci Meclis’te yer alan, Atatürk’e rağmen kanunları değiştirebilen İkinci Grup’un siyasi ömrü kısa olur; bir daha Meclis göremezler. Tek parti boyunca da polis takibinden kurtulamazlar, iş bulmakta bile zorlanırlar. Kurtuluş Savaşı’nın A takımı da, halının altlarından çekildiğini gördüklerinde, 1924’te kurdukları Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, son çıkışları olur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Kazım Karabekir, bir süre sonra kendini hapiste bulur. İlerleyen yıllarında polis takibinde olan Kazım Karabekir, kendisini izleyen ama o anda tramvaya binemeyen polisi gördüğünde cama vurarak “Oğlum, Cafer Tayyar’a gidiyorum, oraya gel.” diyecektir. Eve dönüşlerinde kendisini izleyecek memurlara “Madem benimle geliyorsunuz, şu paketleri de taşıyın.” dediği de vakidir.

Muhalifsen hainsin!

Kendisi gibi arkadaşları da Cumhuriyet’e karşı olmakla, daha doğrusu ‘hainlikle’ suçlanır. İzmir Suikastı’ndan iki ay sonra, 1926 Ağustos’unda ‘Bizdeki Muhalefet’ başlıklı yazısıyla Yunus Nadi, bütün olan biteni özetliyor. Farklı görüşleri olan grup ve kişilerin hepsinin İttihat Terakki’yle, dolayısıyla da İzmir Suikastı’yla bağlantılı olduğu tezini işler yazısında. Bol ihanetli cümlelerden sonra şöyle der Nadi: “Biliyoruz ki İkinci Grup, İttihat ve Terakki namına tertip ve tahrik edilmiş olduğu gibi Terakkiperver Fırka dahi kezalik İttihat ve Terakki namına konulmuştur. Bunlar yekdiğerinin devamı ve müteammimi olan terkipler olup her gün biraz daha fazla malumumuz olmakta bulunduğu üzere nihayet reis-i cumhurumuz Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin hayatlarına kastetmeyi göze aldıran eşna bir cinayete müntehi olmakta gecikmemiştir.” Bunu kimse Yunus Nadi’ye ait bir yazı olarak değerlendirmez, öyle de değildir zaten.

Nadi’nin bu sözleri ilerlemekte olan bir Cumhuriyet siyasetinin yansıtılmasıydı. İkinci Grup’un varlığını 20 yıl önce keşfeden ve yazan Prof. Dr. Ahmet Demirel “Çalışmaya başladığımda sadece bir sayfa tutacak kadar ‘irtica, ihanet, hainlik’ dolu ifadelerden başka bilgi yoktu.” diyor. Tasfiyeye uğrayan her grup ya saltanı savunmak ya gericilik ya da hainlikle anılmış. Yeni tarih okumalarıyla birlikte Atatürk’ün koltuğuna namzet olup da tasfiye edilen bütün grupların ‘aynı mektepler’in ve aynı mücadelenin insanları oldukları biliniyor. Yani Atatürk olmasaydı her şey çok mu farklı olacaktı? Sorunun cevabı kolay değil elbette ama iktidara aday olan hiçbir odak anti-modernleşmeci değildi. Öyle damgalansalar bile!

Bunu bizzat o mücadelenin ‘kazananları’ anlatıyor. Tevfik Rüşdü Aras, 23 Nisan 1961’de Yeni Sabah’a verdiği röportajda ilk Meclis’i şöyle anlatıyor: “Ata’nın başkanlığındaki Meclis’te en ileri Batılı memleketlerin bile gıpta edecekleri ileri seviyede bir olgunluk hâkimdi. Meclis’te zıt gruplar mevcuttu. Bu zıt gruplar, birbirlerine Meclis içerisinde şiddetle hücum etmekten geri kalmıyorlardı. Fakat bu orada kalıyordu. Bu, Meclis’teki bütün üyelerin içlerine sinmişti. Hepimizin gayesi birdi. Ayrıldığımız yegâne nokta, aynı gayeye varabilmek için takip edilmesi gereken yolların seçilmesi konusunda idi.”

1968’de, Abdi İpekçi’nin İsmet İnönü ile yaptığı ve “İnönü Atatürk’ü Anlatıyor” adıyla kitaplaştırdığı röportajda da konu gündeme gelir. İnönü, dönemi ‘istifade edilmiş münakaşalar’ üzerinden izah eder. İpekçi’nin, “Rauf Orbay’ın Cumhuriyet’in ilanına karşı aldığı vaziyeti nasıl izah edersiniz?” sorusuna İnönü şöyle cevap verir: “Bunlar açıktan alınmış vaziyetler değil. Yani bu hususlarda Rauf Bey’in bize vaziyet aldığı sarih bir delile istinat etmiyor. Haksızlık payı var, mübalağa payı var. Bunların hepsi siyasi ayrılıklar ve münakaşalar arasında vakit vakit istifade edilmiş münakaşalar.” Acaba kendisi de o istifade edenler arasında mıydı? “O sıralar herkes birbirinin aleyhine söylüyordu. İşte şöyle yapıyorlar böyle yapıyorlar…  Rauf Bey’le benim durumuma gelince… Onlar Atatürk ile münakaşa ederken ben etmiyordum. Mutabıktım. Aslında mesele bundan ibaretti.”

Fethi Tevetoğlu, 1963’te, yani CHP’nin 40. Yılı vesilesiyle Türk Kültürü dergisinde yazdığı makalesinde de İsmet İnönü’nün, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası için ‘ilericiydiler’ diye söz ettiğini aktarıyor. Züchher’e göre Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 1925’te kapatılmasından doğrudan sorumlu olan İsmet İnönü, daha sonraları, fırkanın ilerici reformist cephe içinde kabul edilebilir mutedil bir siyaset biçimini temsil ettiği fikrine varmış. İnönü’nün ifadeleri yıllar sonra gelen itiraflar gibi okunsa da dönemin gerçek portresini hatırlatması bakımından manidar.

Dolayısıyla Atatürk’e ve tek parti öncülerine atfedilen ‘onlar olmasaydı’ bambaşka hayatlar yaşıyor olurduk söyleminin bir gerçekliğinin bulunmadığını, Atatürk ve İnönü’nün muhtemel bütün rakiplerinin o modernlik projesi içinde ve ürünü olduğundan anlıyoruz. Ki, hepsi arkadaştılar zaten!

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçilirken bir devamlılık vardır. Taha Akyol’un, “Ama Hangi Atatürk” kitabından izleyelim: “İttihatçılarla Kemalizm arasında, sadece tarihsel anlamda değil, ordu ve bürokrasi eliyle yürütülecek modernleşme anlayışı bakımından da ‘devamlılık’ vardır. Fark, ikincisinin devrimci olmasıdır.” Akyol’a göre Kemalist devrimler Osmanlı Garpçılar’ının programıyla hemen hemen aynıdır. Batı’yla yaşanan siyasi sorunlar ağır bastığından Japon modernleşmesi gibi ekonomi ve teknoloji değil, siyasi ve hukuki reformlar öne çıkmıştır. “Şapka ve Avrupai kıyafetler Osmanlı elitlerinin de özendiği bir giyim tarzıydı.” ifadesi de Akyol’a ait.  

Peki, tarihin akışı içerisinde, biraz da tarih bilimine aykırı olarak ‘Atatürk olmasaydı’ diye başlayan bir cümle kurulsaydı, kurabilseydik… Şüphesiz, bu şekilde başlayan cümleler hâlâ pek güzel temennilerle bitmiyor, Türkiye’de. Zaten bir had bildirme cümlesi o. Eğer o olmasaydı, bu dünyada başa gelebileceklerin en aşağılık olanları yaşanacaktı bu topraklarda demek için icat edilmiş sanki.

Tarih, ihtimaller üzerinden konuşmaya pek imkân vermese de iyi bir Cumhuriyet tartışmasının sağlıklı bir Atatürk algılamasından geçtiği aşikâr. En azından, Atatürk’ü varoluşsal sorunlarımızın silahı yapmaktan daha evla gözüküyor!


CUMHURİYET’LE OSMANLI’NIN TEK FARKI ULUS DEVLET

Türköne: “Gerçek olmayan Atatürk efsanesini, ancak iktidar ilişkisini dönüştürdükten sonra değiştirebilirsiniz. Nitekim askerî vesayet sona erince akıl dışı Atatürk miti de kaybolmaya başladı.”

Cumhuriyet tartışmaları Atatürk üzerinden gidiyor ve çoğunlukla da kilitleniyor. Atatürk’ü bütün iyiliklerin veya bütün kötülüklerin kaynağı görme eğilimi gerçekçi bir Cumhuriyet tartışmasının engeli midir sizce?

Cumhuriyet’in sembolik figürü olarak bir Atatürk efsanesi oluşturuldu. Bu efsanenin Atatürk’ün kendisiyle ilgisi yok. Bir Herakles, Odyseus gibi bir mitoloji kahramanı. Mitler, iktidarı sürdürmeye yarar. Atatürk miti yönetici elitlere koruyucu kalkan oluşturmak için üretildi. Bu efsaneyi aşıp gerçeğe yaklaşamıyorsunuz. Atatürk’ün kendisi değil ama Atatürk sembolü abartılı bir misyon üstleniyor. Bu kilidi açmak için tarihe eğilmeniz gerekiyor. Atatürk, savaş sonrası dibe vuran işleri yeniden yoluna koyan kadronun kendi içindeki iktidar mücadelesinden galip çıkan kişi. Hepsi bu kadar. Sonra 23 öncesini bu galibiyete göre yeniden yazıyorlar. Atatürk sembolü, kurulu düzenin yapı taşına dönünce kimse üzerine gidemiyor. Gerçek olmayan Atatürk efsanesini, ancak iktidar ilişkisini dönüştürdükten sonra değiştirebilirsiniz. Nitekim askerî vesayet sona erince akıl dışı Atatürk miti de kaybolmaya başladı.

-Cumhuriyet’i kuran kadrolar arasında kullanılan gerici-ilerici kavramlaştırmasının geçerliliğinden söz edemeyiz artık, değil mi?

Tartışılmış ve çözülmüş bir mesele; Şükrü Hanioğlu öyle olmadığını gösterdi. Bu kadrolar içinde en temkinli ve yumuşak modernleşme vizyonu Atatürk’ün. İttihatçılar her konuda Atatürk’ten daha hızlı. Nitekim, devrimleri kotaranlar da İttihatçı zaten. Bu 1908 sonrası şekillenen bir gelenek. Cumhuriyet’le elverişli şartlar bulup sıçrama yapıyor. Kadroların hepsi devrimci. İslamcılar, 1908 sonrasında devlet katında hiç etkili olamadı. Dediğim gibi aynı kadroların içindeki iktidar mücadelesi; ilkelerin, fikirlerin rekabeti değil.

-Cumhuriyet’i kuran kadrolar modern eğitim ve felsefeyle iç içeydiler zaten. Cumhuriyet devrimleri bu akışta neyi değiştirdi?

Şeklî devrimler, sürecin devamı. Alfabeyi Enver Paşa da değiştirmek istemişti. Yeni bir devlet kurmak, eski iktidarı tasfiye etmek önünüzü sonuna kadar açıyor. Cumhuriyet’i kuranlar istedikleri gibi yoğuracakları, âdeta yeniden yaratacakları bir ülkeye sahip olduklarına inanıyorlar. Çok pervasız ve cüretkârlar. Abdülhamid dönemi de dâhil, iktidar hiç bu kadar sınırsız olmamıştı. Karşımıza çıkan aşırılıkların temel sebebi iktidarı dengeleyecek, frenleyecek gücün olmaması. Nitekim Cumhuriyet devrimleri ülkeyi deneme tahtasına döndürüyor, kendileri yapıp sonra vazgeçiyorlar. Dilde arılaşma, kafatasının ölçülmesi gibi.

-Cumhuriyet’in ilk dönem şartları ve aktörlerine bütünsel olarak bakıldığında Atatürk olmasaydı da ‘Cumhuriyet’in kazanımları’ndan söz etmek mümkün olur muydu?

“Cumhuriyet’in kazanımları” denilen şey, ideolojik bir retorikten ibaret. Modernleşme tarihi, bir bütündür. Mustafa Reşid Paşa ile İnönü, hatta Ahmet Davutoğlu çağdaştır. Cumhuriyet’in Osmanlı’dan tek farkı birincisinin ulus-devlet, ikincisinin imparatorluk yani çok milletli devlet olmasıdır. Ulus devlet tercihi doğrudur. Zamanın ruhuna uygundur. Geri kalanı tarihin kendi dinamikleri ve daha çok bireysel irade ile ortaya çıkan savrulmalardır. Cumhuriyet’in tercihlerinden bazıları yanlıştı. Osmanlı’yı redd-i miras ederken aşırıya gittiler. Hâlbuki o miras üzerinde hak iddia eden bir Türkiye, bölgede daha iddialı bir devlet olurdu. Ulus devlet formu bu topraklar için çok dardı. Kürt sorunu bu darlığın eseri oldu. Yine de temel istikamet, ulus devlet etrafında oluşmuş doğal istikametti.


İNKILAPLAR YİNE OLACAKTI, O KESİN

Alkan: “Atatürk olmasaydı biz bugün yine aynı maddi çevre içinde bulunacak ve değişiklikleri yaşayacaktık; üslup farklı olacaktı şüphesiz.”

- 'Atatürk olmasaydı” diye başlayan bir tartışma sosyal bilimler açısından meşru mudur?

Değildir; “olması gereken ideolojilerin işidir” diye söylenir hep, sosyal ilim bütün dikkatini olup biteni anlamak üzerine yoğunlaştırır ve hadiselerin tabiatına müdahale etmeyi düşünmez. Türkiye’de evvela askerî sınıf içinde başlayan, “Eyvah vatan elden gidiyor; bir şeyler yapmalıyız” endişesi, dalga dalga her tabakaya yayıldığı için akademik cemaatin bir kısmında da bilimin işe müdahale etmesi lüzumuna iman vardır.

-Cumhuriyet tartışmaları Atatürk üzerinden gidiyor ve çoğunlukla da kilitleniyor. Atatürk’ü modernleşme adına bütün iyiliklerin veya kötülüklerin kaynağı görme eğilimi gerçekçi bir Cumhuriyet tartışmasının engeli midir sizce?

Geçenlerde Bursa’da bir hamama gittim ve girişte iki şey dikkatimi çekti. İlki, bütün müşterilerin hesap ödediği yerdeki Atatürk tablosu idi. İkincisi ise bütün soğukluk mekânına hâkim bir yükseltide çok daha büyük Atatürk tablosu oldu. Etrafındaki yarı çıplak ve peştamal kuşanmış insanlarla bu iki tablo ilginç bir karışım teşkil ediyor diye düşündüm. İşin garibi, benden başka kimsenin çelişkiye aldırış etmemesiydi; insanlar artık Atatürk resimlerini, alâmetlerini görmüyorlar. Fazla ve yersiz tüketimden ötürü görünmezleşti. Bilakis eksikliği anında hissediliyor (mesela sıcaklık kısmında Atatürk tablosu yoktu!).

Çelişki bu kadar değil; hamamı, Kanuni’nin ünlü veziri Rüstem Paşa’nın yaptırdığını da unutmamak lazım.

Atatürk alâmeti Türkiye’de artık bilimin, sanatın veya siyasetin ilgilendiği tabii bir konu hâlinden çıktı; iman mevzuu oldu ve böylece tartışma ve inceleme alanından çekildi. Yersiz kullanımdan ve teşhirden ötürü de görünmez ve anlaşılmaz hâle geldi.

-Cumhuriyet’i kuran kadrolar arasında çıkan ihtilaf gerici-ilerici kavramlarıyla izah edildi. Peki, Kazım Karabekir (ve diğerleri) daha az modernleşmeci ve cumhuriyet düşmanı mıydı?

Bu konu hep dikkatimi çekmiştir; mesela en müfrit Atatürk tenkitçisi diye bilinen Dr. Rıza Nur’un hatıralarını okurken onun Atatürk’ten daha keskin ve radikal bir inkılapçı olduğunu fark edersiniz. Ve onun arka planında inkılapçılığın sadece Atatürk’e mahsus zâtî bir ilham veya hususiyet olmayıp bütün kuşağı etkisi altına alan sosyal mühendislik çabası olduğunu anlarsınız. Millî Mücadele’yi yapan kadro içinde Atatürk’ten daha dindar veya muhafazakâr olan vardır ama daha az inkılapçı yoktur denilebilir. İşaret ettiğiniz gibi muhafazakârlığın sembolü zannedilen Karabekir Paşa öyledir mesela, Fevzi Paşa, Refet Paşa, Ali Fuat Paşa kezâ. Sonradan Atatürk’e muhalefet edenlere bu gözle baktığınızda itirazlarının temelde şu olduğunu görürsünüz: “Mücadelede hepimiz, ortaklaşa risk üstlendik ama sen şimdi her şeyi tek başına sahiplenmek istiyorsun; bu haksızlık, biz de payımızı isteriz!” Bu itirazda ideolojik boyut yoktur hemen hemen; Cumhuriyet’e itiraz, inkılaplara eleştiri yoktur. Siyasi bir itiraz vardır. Bunların tamamı Batıcıydı ve Batılılaşma programının inanmışlarıydı. Yeri gelmişken bir kere daha belirteyim; Atatürk bu kuşağın, Millî Mücadele çevresini teşkil eden kadronun içinde kimsenin hakkını ketmederek bir yere gelmemiştir. Kendi kuşağının en nitelikli, en kabiliyetli ve en siyasi zekâsıydı.

-Cumhuriyet’le birlikte yapılan devrimler ilk defa duyulan ve o an ‘icat’ edilen şeyler değildi ama keskin kültürel ve siyasi kopuşu getirdi. Modernleşme anlamında gerçekleşenlerin ne kadarı Atatürk’e ne kadarı çok öncesinde başlayan akışa mal edilmeli?

İnkılaplar olacaktı, o kesin; nerden biliyoruz? Türk modernleşme tarihinin iki asırlık seyrinden biliyoruz. Mühendishane-i Berr-i Hümayun’un açıldığı günden beri istikamet belliydi. En müfrit İslamcıyla keskin Batıcıyı bir araya getiren müşterek, bir şeyleri değiştirmek lüzumuna inanmalarıydı. İnkılapların hemen hepsi (Cumhuriyet ve laiklik de dâhil) önceden konuşulmuş, telaffuz edilmiş, bir kısmı kısmen icra edilmiş şeylerdir. Yani Atatürk hiç olmasaydı biz bugün yine aynı maddi çevre içinde bulunacak ve değişiklikleri yaşayacaktık; üslup farklı olacaktı şüphesiz. Atatürk, bütün inkılapçılar gibi acul ve bütün sosyal değişmeyi, yaşarken, hemen görmek isteyen bir adamdı. Belki başkası olsa, daha serî ve daha totaliter bir inkılap programı uygulayabilirdi. Tarihçiler “olsaydı” ihtimali üzerine konuşmayı sevmez ve reddederler ama bizim yaşamakta olduğumuz şey sıhhî bir durum değil; patolojik bir hâl içindeyiz. İnsanlar arabalarına Atatürk imzası yapıştırarak siyasi eylem yaptıklarına inanıyor. Bu marazi bir şey; geçenlerde cip benzeri bir aracın arkasında Atatürk imzasına zıtlık olsun diye tercih edilen padişah tuğrasını andıran bir çıkartma gördüm; tersinden yapıştırılmıştı. Yapıştıran eleman kadar arabanın sahibi de ters basıldığının farkında değildi. Bunların neresi sağlık alâmeti?

-Atatürk olmasaydı devamlılık ve kopuş bağlamında ne değişirdi?

Elbette istikamet değil ama tarz değişikliği ihtimalinden söz edilebilir. Mesela siyasi tasfiye konusunda Atatürk çok sert siyaset izledi ve tek parti döneminin Jakobenizmini katılaştırmış oldu. Bir başka inkılapçı lider, demokratik kültüre daha pratik katkılar sağlayabilirdi. Bir devrim teröründen kaçınılabilirdi; çok partili bir hayat daha erken zamanlarda mümkün olabilirdi ama o kadar... Evkaf idaresinin merkezî bürokrasiye alınmasından bu yana Türkiye zaten laiklik yoluna girmişti, ta II. Mahmud’dan beri böyleydi. Laiklik konusunda belki daha dengeli, daha az kavgalı bir çizgide durabilirdik; sert savruluşlar yaşamazdık. Rejim meselesinin içini çok boşalttık, Cumhuriyet’e çok abandık, çok şey vehmettik ve bunu yaparken bilerek bilmeyerek tek partili dönemlerine methiyeler dizdik. Atatürk hiç yaşamasaydı da saltanat hâlâ kalır mıydı şüpheliyim doğrusu ama hilafet aksesuarı bu kadar haraç mezat elden çıkarılmazdı diye düşünürüm.

Peki, o olmasaydı Millî Mücadele’nin akıbeti ne olurdu tartışmasına girmeyi, bütün bileşenleri ile Türk milletine hakaret sayarım ve böyle laflara gülüp geçiyorum sadece..


Cumhuriyet 2 sene önce teklif edildi, Atatürk reddetti

Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet Demirel, 1921’de Birinci Meclis’te cumhuriyet önerildiğini fakat Mustafa Kemal’in kabul etmediğini söylüyor: “Çünkü Meclis kontrolünde. İstediğini aday gösterip seçtiriyor. Muhalifler aday gösterir de çoğunluk sağlarsa endişesi var.”

Tek parti dönemi denilince ilk akla gelen isimlerden biri Prof. Dr. Ahmet Demirel. Mustafa Kemal’in, dönemin şartlarında, Kurtuluş Savaşı’nı beraber verdiği arkadaşları arasında nasıl sivrildiğini, karşısına çıkabilecek İttihat Terakki unsurlarını, 1. Meclis’teki İkinci Grup ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı nasıl saf dışı ettiğini anlatıyor. Saf dışı olanlar, saf dışı edenlerin eski yakın arkadaşları, ‘aynı mektep’in öğrencileridir üstelik. Demirel, Atatürk’ün, 1923’ten iki yıl önce, İkinci Grup tarafından önerilen cumhuriyeti reddettiğini de yeni bir iddia olarak gündeme getiriyor.

- Sadece ilkokula başlayanlar için değil, pek çok büyük için de tarih Atatürk’le başlıyor. Galiba biz biraz geriden almalıyız konuyu?

Bizde ‘Batı bizden üstündür’ kararı verildikten sonra Batılılaşma fikriyatı gelişiyor. 3. Selim, 2. Mahmut, Tanzimat… Batı kurumlarını alalım, her şeyini değil de tekniğini alalım, hars medeniyeti tartışmaları… Abdülhamid dönemi ve 2. Meşrutiyet özellikle, bayağı bir Batılılaşmadır. Müthiş modern okullar açılır, muhalefet de yani İttihat ve Terakki de buradan çıkar. Çok önceden bu yola girdik biz. Abdülhamid’i devirirken eşitlik ve hürriyet dense de esas itibarıyla devletin kurtulması esastır, pozitivizm fikri vardır. Geleneksel kurumlar yerine Batı’daki kurumları ihya etmek vardır. Meclis-i Mebusan’ı başlı başına inceleyen bir kitabın olmaması büyük eksik. Enverî harfler var. Latin harflere geçme tartışılmış. 1913’ten sonra tepeden inme ve halkı dâhil etmeden işleri yürütmek var. Batılılaşmadan kasıt demokrasisinden çok Batı tipi kurumsallaşma ve mantalite.

–Sizce Mustafa Kemal’in askeri tarafı mı, yoksa siyasi yönü mü güçlüydü?

Genel olarak askerî tarihçiler Atatürk’ün iyi bir asker olduğunu söylüyor. Siyasi açıdan zamanında ne yapması gerekiyorsa hakikaten onları iyi kullanmıştır. Her şeyi adım adım yapıyor. Atatürk’ün kafasındaki model bence eski İttihat Terakki modelinden farklı değil. Yöntemi farklı olabilir. İttihat ve Terakki döneminde iki saat modeli birden kullanılmış bir ara. Yenisi gelince eskisi yok olacak deniyor. Atatürk’teki düşünce ise ‘eski geriletir’. Yenisi geldi mi onu yasaklayacaksın ki yeni hızlansın. Daha radikal bir modernleşme var. Ama Atatürk döneminde esas itibarılma bir sosyoekonomik dönüşüm asla olmadı. Toprak mülkiyeti, ekonomi değişmedi. Modernleşme ülkeye yayılmadı.

–Dönüşen neydi peki?

Şerif Mardin ‘kültür devrimi’ der. Zihniyeti değiştirmek istiyor, gelenekselliğin yerine Batılı tarzda rasyonel düşünmeyi insanların kafasına sokmaya çalışıyor, bunu da sembollerle yürütüyor. En temelde de laiklik var. Dini hem devletten hem de insanların birbiriyle gündelik ilişkisinden çıkartmak arzusu var. Bütün o geleneksel düşüncenin arkasında din olduğu düşünülüyor. Ayrıca toplumsal hayatta dinden kaynaklanan bir otorite olması istenmiyor. İttihatçılarda sekülerizm vardı ama bu keskinlikte değildi.

–Bunu nasıl izleyebiliyoruz?

Halifeliğin kaldırılmasıyla bir dinî lider ve otorite ortadan kalktı. Tekke ve zaviyeler kaldırıldı. Türbe ziyaretleri yasaklandı. Yazıyı da buna bağlamak lazım. Kur’an’ın dili Arap harflerinden Latin harflerine geçildi. Tatilin olması 1935’tir. En son hamlelerden biri odur. Şapka Kanunu düzenlenmesi; fes demek din demek. Ezanın ve Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi. Hatta o kadar ileriye gidiliyor ki Şemsettin Günaltay’ın hazırladığı “Camilerde insanlar yere secde ediyorlar, üstü başı kirleniyor. Acaba kilisede olduğu gibi sandalye üzerinde namaz kılınabilir mi?” diye rapor var. Sonra bu da çok ileri diye vazgeçilmiş. Öte yandan diyanetin kurulması. Din ve devlet işlerinin ayrılmasından ziyade dinin kontrol altına alınması hedefi var. Devletin yetkili memuru ‘doğru dini’ anlatacak.

–Eğitim politikaları da bu bağlamda ele alınmalı herhâlde?

Evet, eğitim düzenlemeleri aslında dinle bağlantılı. Çünkü medresedeki dinî eğitim yerine devletin kontrolünde laik bir eğitim geliyor. Şer’i hukuk yerini Batı hukukuna bırakıyor. Medeni hukuk İsviçre’den, ceza hukuku İtalya’dan, ticaret hukuku, deniz hukuku farklı ülkelerden tercüme ediliyor. 1925’te başlayıp 28’e kadar bütün hukuk sistemi sekülerleştiriliyor. Hepsinin merkezinde din var. Ondan sonra din üzerinden siyasetle ilgili en ufak bir yaprak kımıltısı olmuyor. Müthiş bir baskı. Dinin tekrar sahneye çıkması ve sesini duyurması için 1945’i beklemek lazım. 45-50 arasında müthiş bir patlama olur

–Kurtuluş Savaşı’nın ve ilk Meclis’in bazı aktörlerini bir süre görmemeye başlıyoruz. Galiba esas konumuz bu, değil mi?

Dönem içinde rakipler kimdi diye bakalım. Birincisi İttihat ve Terakki. İttihat ve Terakki iktidara gelseydi aynısını yapardı. İttihat Terakki aynı tabana hitap ediyor. O yüzden de en tehlikelisiydi! Aynı şeyleri söylüyorlardı ve kavga çok sert oldu. İzmir Suikastı sonrasında bunların çoğunu suçsuz yere asmalarının temel sebebi bu. İttihatçılar tasfiye edildi. Cavit Bey’in hiç suçu yok, olaydan haberi bile yok. Atatürk’ün ekibi tamamına yakın İttihatçı. Akif Bayındır, demirbaşlardan biri. İstanbul’dan tehcir edilen Ermenilerin Ankara’da öldürülme işini bizzat organize eden adammış meğer. Ben de yeni öğrendim, Meclis’teki eski İttihatçıdan biri diye bakıyorum. Adamın sicili bayağı kabarık. Atıf Kamçıl var, mesela. 1908’de Fevzi Paşa’yı öldüren adam. 1939’da İsmet Paşa “Gel Atıf seni milletvekili yapalım.” diyor. Bildiğin silahşor.

–İttihatçılardan sonra diğer rakiplere bakalım isterseniz?

2. Grup. Dünyada 1920-21-22’de henüz demokrasi var. Almanya’da, İtalya’da, Portekiz’de ve Latin Amerika’da faşizmin yükselmesiyle bütün dünyanın kapanması an meselesi. Öyle bir dönemde İkinci Grup sayesinde dünyadaki diğerleri gibi bir demokrasi kurmuşuz aslında. Bayağı tartışıyoruz; Atatürk’e rağmen kanunlar çıkıyor. İkinci Grup reformları kesinlikle devam ettirirdi. Zihniyet olarak topluma sindirerek de götürebilirdi, daha çoğulcu da olabilirdi. Bu kadar radikal yapmazlardı. Aslında biliyor musunuz, Cumhuriyet ilan edilmeden 2 yıl önce 2. Grup cumhuriyeti öneriyor.

–Nasıl yani?

1921’de İkinci Grup cumhuriyet öneriyor ve Atatürk reddediyor. Bizde Cumhuriyet’in ilanı 21 Anayasası’nın birkaç maddesinin değiştirilmesiyle yapılıyor. Eskiden bakanlar Meclis tarafından tek tek seçiliyordu. Anayasada küçük bir değişiklikle başbakan atanıyor, o da kabine oluşturuyor. “Türkiye devletinin şekl-i hükümeti cumhuriyettir” denilerek kabine sistemine geçiliyor. Cumhuriyet değerleri, cumhuriyet ideolojisi hikâyesi başlamamış, telaffuz edilmiyor. 29 Ekim 1923’teki anayasa değişikliği ile Cumhuriyet ilan edilirken yepyeni bir Meclis seçildi; onlar da oturdu anayasa yazdılar değil durum. Yine bu anayasa değişikliği yapılırken ‘devletin dini İslam’dır’ maddesi konuyor. Daha önce yok. Cumhuriyet kelimesinden millet korkar düşüncesiyle yapılıyor bu. İkinci Grup’un 1921’de önerdiği kabine sistemi 23’te Cumhuriyet ilan edilirken önerilenle aynı. Atatürk ve Birinci Grup 21’de reddediyor bunu.

–Reddetmesinin sebebi ne?

Çünkü daha o zaman Meclis kontrolünde. İstediği kişiyi aday gösteriyor, seçtirtiyor. Muhalifler aday gösterir de çoğunluk sağlarsa endişesi var belki. Hakikaten de böyle birçok kanun değişiyor.

–2 sene öncesinden reddedilmeseydi ne olacaktı?

Şimdi Cumhuriyet’in 90. değil 92. yılını kutlayacaktık. Adamlar aynı yıl insan hakları, hürriyet-i şahsiye diye bir kanun çıkartıyorlar. O da 25’te kaldırılıyor yürürlükten. O kanun hürriyet lehine devlet memurlarına kısıtlama getiriyor. “Temel hak ve özgürlükler esastır, bunun kullanılmasını memuriyet nüfuzuyla engelleyen devlet memurlarına şu kadardan şu kadara ceza verilir.” diyor. “Özgürlük esastır, bunun kullanmasını engellersen seni atarım.” diyor devlet memurluğundan.

–Bugün bile bu özgürlükler memuriyet karşısında bu kadar garantiye alınmış değil!

Kanun çıkıyor; bir hafta sonra Atatürk’ün grubu “Ne askere ne de valiye, hiç kimseye iş yaptırılamaz. Adamlar ‘başım belaya girer’ diye korkar. Kanunu kaldıralım.” diye önerge veriyorlar. Kanun yine geçiyor. Yani o kadar güçlü adamlar. Tek adam yönetimi yerine kolektif yönetim anlayışını savunuyorlar. Bizim demokrasimizin en büyük sıkıntılarından biri o bence. Mesela CHP dediğimiz zaman biz Atatürk’ü, İsmet İnönü’yü, Bülent Ecevit’i, Deniz Baykal’ı hatırlıyoruz. ANAP demiyor, Özal diyoruz; AP demiyor, Demirel diyoruz. AKP’yi şimdi gençler bilir ama Tayyip Erdoğan’ı biliyoruz. Yani kişiye dayanan bir yönetime şiddetli bir biçimde karşılar. Karşı çıkmalarının nedeni, Enver-Talat-Cemal üçlüsü zamanında yaşananlar tekrar etmesin düşüncesi. Belki başarılı olsalardı lider kültü bu kadar ağır olmayacaktı.

–İkinci Grup, İttihatçılarla mesafeli mi?

Tabii. Meclis’te Birinci Grup’un (Atatürk’ü destekleyen) çok şiddetli bir İttihatçı bağlantısı var, İkinci Grup’un yok. Büyük çoğunluğu, 1908-12 arasında İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okumuş insanlar.

–Peki sonrasında başlarına neler geliyor onların? Var mı içlerinde sivrilenler?

Bütün tek parti döneminde polis takibindeler. 45’e gelinceye kadar hepsi siyasi olarak zaten yaşlanmış ve siyaseten de perişan durumdalar. Mesela o Kara Vasıf… İttihatçılar adına Millî Mücadele’ye ilk liderlik yapan adam. 6 çocuğu var. Kimse iş vermiyor. Perişan hâlde.

-Peki, takip altındalar mı?

Tabii. Takip fişleri var elimde. Karabekir arşivinden aldım. Adamlar 24 saat takip ediliyor. Şu saatte yattı, şu saatte kalktı, şuraya gitti, buraya gitti, şu geldi, bu gitti. Mesela Adalet Bakanı Ahmet Rifat Çalıka İkinci Grup’un kurucusu ve kabineye gruptan giren bakan. Bu adam Kayseri’de bir fabrikada çalışıyor, halıcılık yaparak geçiniyor. Atatürk geliyor, onu görüyor orada. 30’lu yılların ortaları. “Bu herif Birinci Meclis’te başımıza bir sürü iş açmıştı, atın bu adamı buradan.” diyor ve atıyorlar.

-İlk biyografisine baktığımızda bakanlıktan fabrikaya, ne mütevazı adammış demiştik!

Ama o işi bulduğuna şükrediyor. Ben mesela Selahattin Köseoğlu’nun torunu ile konuştum. O da perişan. Adam Sivas’ta 3. Kolordu Komutanı. 23’te atıyorlar ordudan. Sonra da bütün şirketlere ‘bu adamı işe almayacaksınız talimatı’ veriyorlar. En sonunda adam İstanbul Belediyesi’nin elektrik işlerine bakan Belçikalı bir büyük şirkette, o da oradaki bir tanıdığı vasıtasıyla iş buluyor. Yabancı firma “Bize kimse bir şey diyemez, gel seni işe aldım.” diyor. İşçilere puantörlük yapıyor; mesai takibi.

–Çok kindarca değil mi?

Hüseyin Avni Ulaş’ın takip fişi var mesela, 1935 tarihine ait. Kandilli’de, yalıda oturuyor. O, hayatını kurtarmış yani zengin bir kadın alıyor, içgüveysi oluyor. Kendi avukatlık bürosu var. Şu saatte yattı, bilmem kaçta kalktı, şu vapura bindi… Her gün takip ediyorlar ve bir sürü fiş var.

–Siz İkinci Grup devam etseydi benzer bir modernleşmeyi yapacaktı  diyebiliyor muyuz?

Yapardı ama daha iyi olurdu. Daha yavaş yapardı, daha kalıcı olabilirdi. Atatürk devrimlerine baktığımız zaman esas itibarıyla şehre hitap ediyor. Yani şehirli nüfus üzerine ve şehir içerisinde de öğretmene, doktora ve subaya. Bu üç meslek grubu önemli. Öğretmen okulda çocukların sosyalizasyon işini hallediyor. Hadi o tezgâhtan kurtardı nasılsa bir süre sonra askere gidecek. E, bir de doktor çok önemli. Adam ne derse onu yapıyorsun. Bunlara Kemalist devrimlerin kalıcılığı görevi veriliyor. 6 oktan biri olan İnkılapçılığın tanımı yanlış bilinir. İnkılap yapmak gibi bir ilke zannedilir. Öyle değil. “İnkılapçılık bugüne kadar yapmış olduğumuz işlerin korunması için uyanık zihinlerde insanlar yetiştirmektir.” diyor maddede. 1935 kongresinde adamın biri “Şimdiye kadar ne yapmak istiyorsak hepsini yaptık. O zaman bu inkılapçılığa ne lüzum var, niye hâlâ inkılapçıyız.” diyor. Cevabı da kendi veriyor. “Biz bunları yaptık. Bunların korunması için gençler, sağlam dimağlar yetiştirmeliyiz.” diyor. Köydeki kesim için bir şey ifade etmiyor bunlar. Bugünkü gibi iletişim imkânları da yok. Bir de korkuyor, aman ‘devletle işim olmasın’ diye şehre gitmiyor adam. İkinci Grup kırsala da hitap eden bir modernleşmeyi yürütebilirdi, kim bilir?

– Kurtuluş savaşının askerleri de Terakkiperver Partisi’yle beraber mi tasfiye oluyor?

Bu adamlar Kurtuluş Savaşı’nın A kadrosu. Kazım Karabekir’e Şark Fatihi deniyor. Kars’ı, Ardahan’ı kurtarmış. Hâlâ da Erzurum çevresinde çok sevilir. Atatürk’ün de çok yakını. “Emrinizdeyim paşam” olmasaydı bu iş gitmezdi. Ali Fuat Cebesoy, Batı Cephesi Komutanlığı yapmış. Atatürk tarafından, en iyi ilişkilerimizin olduğu en kritik yere, Moskova’ya, elçi olarak gönderilmiş. Refet Bele, Kurtuluş Savaşı sonrasında İstanbul’u teslim almaya gönderdiğimiz adam. Batı Cephesi’nde komutandı. Rauf Orbay, Atatürk’le ta başından beri, Heyet-i Temsiliye’de, Erzurum ve Sivas’ta, hepsinde beraber. Cafer Tayyar Eğilmez de var, Kurtuluş Savaşı’nın Trakya komutanı. Esir düşüyor Yunanlara. Ama en esas dörtlü bu. Terakkiperver’in ana kadrosu, Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk’le beraber yapan adamlar. Bütün dünyada da bu tür hareketlerde devrimler 2-3 lider istemiyor. İçlerinden biri, karşısında tartışacak adam istemiyor.

–Bu saydığınız isimler içinde Atatürk’ün karakterine en yakın hangisi?

Bunlarda da liderlikler var. Karabekir mesela. İstiklal Harbi’mizi anlatmaya “24 Nisan’da Trabzon’a çıktım.” diye başlıyor. Ötekisi 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktım diyor. Karabekir de böyle olabilirdi belki ama Rauf Orbay olur muydu emin değilim, daha yumuşaktır. Atatürk’ün her dediğini yapmış, bir lafını iki etmemiş İsmet Paşa, hafif diklendiği zaman hemen tasfiye edildi. Kişilikler bir tarafa Terakkiperver kadroları zihniyet açısından Atatürk’ten farklı kadrolar değil aslında. Üstelik herkesi tasfiye etmişken 23’te, Karabekir’i ve bunları yine milletvekili adayı yapmış Atatürk.

–Tabii sonrasında hoş olmayan hapse kadar giden bir süreç geliyor.

İzmir Suikastı’nda son dakikada kurtuluyor idamdan.  Karabekir’in arşivini ben açtım. Onların içinden Karabekir’in yaptığı sulu boya resmi çıktı. Nasıl bulduysa sulu boyayı artık! Altına, ‘bugün camı açtılar, camdan gördüğüm manzarayı çizdim’ diyor. Yani bayağı ürkütücü günler atlatmış. Elemli Günlerim diye bir kitabı var. Hiç basılmadı. Onu Yapı Kredi basacak herhâlde.

–Türkiye’de ilk yasaklanan kitaplardan biri de Kazım Karabekir’in Kurtuluş Savaşı Anıları oluyor, matbaadan toplanıyor biliyorsunuz!

1932’de. İstiklal Harbimizin Esasları’nın daha ince versiyonu. Hikâyesini bilir misiniz? 32’de Milliyet Gazetesi’nde ‘Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk yaptı’ tarzı yazılar çıkıyor. Karabekir de cevap yazıyor gazeteye. Gazete de basıyor cevabı. O yazıları Atatürk yazdırtıyor. Karabekir de cevap veriyor. Atatürk bir cevap daha veriyor. Sonra Karabekir’in cevaplarını basmamaya başlıyor gazete. Bunun üstüne oturuyor Karabekir hatıratını yazıyor. Fakat daha matbaada iken baskın yapılıyor ve bütün ciltleri toplanıyor. 5 nüshası dışında hepsini topluyor polis. O, 5 nüshanın peşine düşüyorlar. Evi basıyorlar, evden de çıkmıyor. Birini Cafer Tayyar Eğilmez’e vermişler. Sonra kalan o kitap yeniden basıldı, 1951’de. Karabekir öldükten sonra.

–Terakkiperver Parti öncekiler gibi ‘eskiyi’ özleyen gericiler olmakla itham ediliyor.  Tasfiyede kullanılan dil o günle de sınırlı kalmadı üstelik!

Yani Cumhuriyet’e karşı çıktı deniyor. Adamlar ‘biz bu işlerin hepsini beraber yaptık, bizim haberimiz olmadan, yani biz hepimiz de Ankara’da değilken nasıl ilan edersiniz!’ diyorlar. Öze değil, usule karşı çıkıyorlar. Saltanatı geri getirmeye çalışıyorlar deniyor. Bu en saçma şey. Parti kurulduğunda saltanat artık gitmiş, halifelik de kaldırılmıştı. İnönü, 1963’te bir konuşmasında ‘bunlar hakikaten ilerici adamlardı’ diyor.

–Atatürk için acilci diyorlar zaten.

Çok acilci. Bir de o dönemde yaşananların Türkiye’de antidemokratik bir siyasi kültürün oluşmasına büyük katkısı oldu. ‘Parlamento kötü bir şeydir, ayak bağıdır. Tek lider, bir kurtarıcı gelse de bizi kurtarsa vs.’ O tarih tezleri, gayrimüslimlere karşı yaptıklarımız, Kürt meselesinin derinleşmesi... Belki evet böyle kanlı olmayabilirdi. Bayağı kanlı oldu, İstiklal Mahkemeleri faciadır.

–Son bir soru ile bitirelim. Atatürk olmasaydı ne olurdu?

Bence de yani Atatürk olmasaydı hiçbir şey olmazdı demek,  millete hakaret bir kere. O yolda gidiyor zaten.

MİLLÎ MÜCADELE’DEN ÖNCE MİLLÎ MÜCADELE VAR!

–Atatürk’ün ortaya çıkışı böyle bir ana mı denk geliyor?

Atatürk’ün ortaya çıktığı dönem siyasi liderlik anlamında bir boşluk dönemine rastlıyor. İttihat Terakki savaşı kaybetmiş. Enver, Cemal ve Talat gibi bir lider kadro artık yok. İçeride İttihat ve Terakki adına mücadeleyi devam ettirecek iki isim var. Kara Kemal ve Kara Vasıf. Karakol Cemiyeti de ismini onlardan alıyor. Bunlar Atatürk Samsun’a çıkmadan bir yıl önce Batı’daki bütün kongreleri ve il teşkilatlarını örgütlemişler. Her yerde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti var, her yerde silahları da gömmüşler, İttihatçılar adına direnişi örgütlüyorlar. Parti kapanmış, ‘Ben İttihatçıyım’ diye ortaya çıkmak, tutuklanma sebebi. Çünkü tehcir meselesinden dolayı İngilizler yargılayacak. Kendilerini kurtarabilmeleri bir yerde memleketi kurtarmalarına bağlı! Hatıralarda anlatılır; kötü boya kullanıldığından Müdafaa-i Hukuk tabelalarının altında İTC yazıları okunur diye. Zaten illerde direnişi örgütleyecek vali, asker, tüccar hepsi eskiden İttihatçı. Her yerde kongreler yapılıyor. Birkaç ilin bir araya gelmesiyle bölgesel kongreler tertipleniyor.

–Henüz Atatürk Samsun’a ayak basmamışken olan biten olağanüstü hareketlilikten söz ediyorsunuz?

Evet. Öncesinde müthiş bir biçimde organizasyon var. Ve bu kongreler asker kabul etmez ve sivildir. Ve kongrelerin tamamına katılan tek asker kişi var o da Kara Vasıf ve bütün hareketin lideri konumunda. Atatürk Samsun’a çıktığında zaten bir sürü kongre olmuştur. Atatürk Samsun’a çıktığında ‘burada bir kongre varmış’ diye Trabzon ve Erzurum teşkilatlarının düzenlediği Erzurum Kongresi’nin haberini alır. Önceki kongrelerden farkı yoktur aslında. Kongre, Trabzon’daki Rum Pontus ve Erzurum’daki Ermeni tehdidini konuşmak üzere toplanır. Anadolu’da ordu Mondros Mütarekesi’nden dolayı terhis olduğundan sadece jandarma inzibat görevi için iki tane kolordu var. Birinin başında Kazım Karabekir, ötekinin, yani 3. Kolordu’nun başında da Selahattin Köseoğlu var. Bunların ikisi de muhalif olacak daha sonra. Kazım Karabekir, Terakkiperver’in, Köseoğlu da İkinci Grup’un kurucularından olacak. Dolayısıyla Atatürk’ün dayanabileceği ordunun en güçlüsü Karabekir’inki. Erzurum Kongresi’nde kurulan Heyet-i Temsiliye’nin (hükümet) başına geçse de esas kırılma Sivas’ta oluyor. Sivas, Atatürk’ün tertip ettiği kendi kongresi. Particiliğin reddi kararı çıkıyor ki bu aslında İttihat Terakki’nin reddi demek. Millî Mücadele boyunca kimse ‘parti’yle uğraşmayacaktır. Anadolu’daki bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri yeni oluşturulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri çatısı altında toplanıyor. Yani CHP’nin çekirdeği Sivas Kongresi ve bu cemiyettir. Atatürk artık bütün Anadolu’yu örgütleyen cemiyetin başı oluyor. Batıdaki kongreler ‘Senin orada yaptığını biz de yapıyoruz, senin yaptığına niye katılalım?’ diyorlar. Özerkliklerini korumaya çalışıyorlar. 19’dan 22’ye kadar çatışma var. 23’te bile Trakya’daki örgüt hem kendi mührünü hem de ‘merkez’in mührünü kullanır mesela.

–Yetkileri ve siyasi gücü giderek artan bir Atatürk görüyoruz bu durumda?

Meclis başkanı, hükümet başkanı oldu. Bir de Kara Vasıf’la çatışmaya giriyor. Sovyetlerle Türkiye adına anlaşma yapan Kara Vasıf’a ‘Hangi vasıfla bunu yaparsın?’ diyor. Karakol Cemiyeti o kadar büyük ki. Bizim tarihin en çok ihmal ettiği yeraltı örgütüdür Karakol. Atatürk ‘örgütünüzü kapattım’ diyor. 16 Mart’ta İstanbul’da Meclis-i Mebusan İngilizler tarafından basıldığında Malta’ya götürülenlerin arasında Kara Vasıf ve Kara Kemal de var. Enver, Cemal ve Talat’ın ölümü gibi bu da bir şans! Bütün örgütün kontrolü artık Atatürk’ün eline geçiyor.

-İngilizlerin Meclis’i Mebusan’ı basmasının Atatürk’ün çok işine yaradığını düşünüyorsunuz, değil mi?

Evet. 1919 Sivas Kongresi sırasında bir İngiliz istihbarat raporunda “Anadolu’daki bütün gidişat adım adım bir cumhuriyete doğru gidildiğini göstermektedir.” deniyor. Daha o zaman keşfetmişler İngilizler.

-İstanbul’la Ankara arasında ilişkilerin mahiyeti de hep tartışma konusu. Keskin bir dil yok henüz değil mi?

Hem Erzurum hem Sivas Kongre’si günlerinde padişahla Anadolu’nun araları kötü değil. Anadolu kendini şöyle savunuyor. Anayasa, 4 yılda bir seçim yapılır, olağanüstü durumlarda bir yıl uzatılabilir diyor. 1914’te 4 yıllığına seçilen Meclis-i Mebusan’ın süresi Vahdettin tarafından bir yıl daha uzatılır ve yine onun emriyle Aralık 1918’de feshedilir. Sivas Kongresi 1919’da yapıldığında 10 aydır ortada bir Meclis yoktur. Anadolu da,  “Siz İstanbul’daki meclisi açamıyorsunuz, biz Anadolu’daki delegeler bir araya geldik. İstanbul seçim yaparsa biz bırakacağız zaten bunları.” diyor. İstanbul’a yazılmış bir telgraf var.

–İstanbul’da bambaşka hadiseler olurken Atatürk giderek ipleri eline alıyor.

Karakol bitti, Ankara’da meclis açıldı. Atatürk hem hükümetin başkanı hem de Meclis’teki bütün milletvekilleri cemiyetin üyesi sayıldığından hepsinin de başı oldu. Sonra İstiklal mahkemeleri, başkomutanlık vs. yetkililerini de toplayacak, kendi grubunu kuracak ve İkinci Grup adı verilen muhalifler çıkacaktır karşısına.

Aksiyon Dergisi

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum