Asaf Halet Çelebi'yi Beşir Ayvazoğlu'ndan dinlemek

He'nin İki Gözü İki Çeşme,Ziyaver Şencan yorumladı.

Asaf Halet Çelebi'yi Beşir Ayvazoğlu'ndan dinlemek
07 Ekim 2015 - 00:09
28 Aralık 1907’de İstanbul'da doğan AHÇ'nin asıl adı Mehmet Ali Asaf'tır. Soyadı olarak aldığı 'Çelebi', onun Mevleviliğe ve Mevlâna'ya olan hürmet ve muhabbetine nispet etmektedir. Dine, tasavvufa, Fars dili ve edebiyatına, özelde 
Fransız, genelde Batı Fikir ve Sanat Alemine dair ilk eğitimini Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi Müdürü olan babası Mehmet Sait Halet Bey'den; klasik musiki derslerini ise Mevlevi şeyhi Remzi Efendi ile Rauf Yekta Bey’den aldı.Galatasaray Sultanîsi'nde sekiz, Sanâyi - Nefîse Mektebi'nde (Güzel Sanatlar Akademisi) üç yıl okudu; ardından da Adliye Meslek Mektebi'nden mezun oldu. Zabıt kâtipliğinde; Osmanlı Bankası, Devlet Denizyolları ve İÜEF Felsefe Bölümü kütüphanesi 
memurluklarında bulunan AHÇ Farsça, Arapça, Fransızca, Hintçe ve Sanskritçesini çeviri yapacak düzeyde ilerletmeyi başardı. 
 
Hint ve Mısır'ın kâdim kültür ve inanç dairelerinden ve mistisizminden beslenen şiirleri 1937'den itibaren Ses, Küllük, Hamle, Servet - i Fünûn - Uyanış, Yeditepe, İstanbul, Türk Sanatı dergilerinde ve Gün gazetesinde yayınlanan AHÇ; renkli, enteresan enstantanelerin süslediği sıra dışı hayatını, genç sayılabileceği bir çağında, 50 yaşında noktaladı (15 Ekim 1958) (iv), (v), (vi).
 
5 - Anekdotların aynasında Asaf Halet
Yaşamı boyunca küçümsenme, aşağılanma, istiskal edilme ve alaya alınmalara maruz kalan; öldükten sonra kısa bir süreliğine, Şark'a özgü o 'kel ölür perçem saçlı, kör ölür badem gözlü diye anılır!' deyişine uygun olarak'itibarı iade edilen'; ancak, hemen ardından, 
1980'lerin ortasına değin yeniden derin bir unutuluşa terk edilen AHÇ'nin poetikası; 12 Eylül Askeri Rejimistibdatının toplumu de-politize etme projesiyle örtüşen 'apolitik niteliği ve metafizik gerilimler barındıran içeriği' sayesinde, dönemin zeitgeist'ının bazı sorularına cevap olmuş, bu sayede de kamusal bilinirlik sahasında öne doğru hamle yapma imkânı bulmuştu (vii). Son 30 yıldır, daha önce olmadığı kadar popüler olan AHÇ'nin, mezkûr 'devri saadeti'nin kalıcı olup olmadığını zaman gösterecek. Hiç kuşku yok ki, AHÇ'nin asarının, edebiyatımızın immortal kanonuna dahil olduğuna dair, edebiyat otoritelerinde bir kanaat birliği hasıl olduğunda, onun ismi etrafında yapılan 'dahi mi, meczup mu; şairin hası mı, müteşâir mi; çelebi mi dandy mi?' tartışmaları da nihayete erecektir.  
Şiirlerine dair yapılacak titiz okumaların yanı sıra; ona nispet edilenanekdotlardan bazılarının mercek altına alınması sayesinde;edebiyat, sosyoloji ve psikoloji otoritelerinin yorumlarına tâbi olmaksızın, bu tartışmaya (meselenin hakikatiyle mutabakatı kuşkulu olan; ancak, böylesi kişisel ve subjektif bir sahada, en azından şahsi tercihinizi ve duruşunuzu oluşturup tahkim etmenize hizmet edecek olması bakımından da önemli bulduğum) kısmi, özelve öznel bir cevapla katkı verilebileceğini düşünüyorum. 
 
Sadece kültür, inanç ve sanatını değil, Hind Kıtası'nın yeme içme alışkanlıklarına da (döneminin imkânlarının izin verdiği nispette) vakıf olmaya çalışan AHÇ, (Hıfzı Topuz'un şahitliğine bakılacak olursa) vapura her bindiğinde, yanına oturduğu kişilere, aktarlardan temin ettiği ve antika bir kutuda muhafaza ettiği kakulelerden ikram eder, bu arada da, 'mideye küşayiş verir, almaz mısınız?' diye eklemeyi de ihmal etmezmiş (viii). Psikanalize tabi tuttuğunuzda, pekalâ hem kibarlık, zariflik ve diğerkâmlık (bonkör, özgeci, altruist), hem naiflik ve hem de 'ilgi (aferin, onay, alkış) peşinde koşma' şeklinde yorumlanabilecek bir davranış olsa gerektir bu.
 
AHÇ'nin, çok samimi olduğu Adalet Cimcoz’un evindeki bir davette, lezzetine doyamadığı kremalı pastadan bir dilimi cebine atarken yakalanması çocuksuluğuna, bir erişkin gibi davranamamasına, cemiyet kurallarına uyum sağlayamamasına bir örnek olarak gösterilebileceği gibi; yoksunluk duygusunun tetiklediği stoklama fikrinin dikkatsizce tatbik edilmiş bir numunesi olarak da analize edilebilir sanırım. Öte yandan, yine Adalet Cimcoz'un tanıklığına göre, 'Galatasaray’dan Löbon’a yürürken, tanıdığı (Adalet Cimcoz 'tanıma'yı acaba 'karşılaşma' kelimesi yerine mi kullanmıştır?!?) ilk kadına ‘bu sabah sizin için topladım, canım efendim’ diye çiçek vermeye kalkması; reddedildiğinde ise, bu sefer de bir başkasına yanaşarak ‘gözümün nuru, bu sabah sizin için açtı bu güller’ diye serenada girişmesi;Löbon’da masasına davetsizce çöktüğü güzel kadınlara ‘işte sizin için yazdığım son mısralar,‘ diye dizelerini okurken, yanı sıra, masadaki öteberiyi de teklifsizce yeyip içmesi, onun hem ne denli naif ve çocuksu, hem ne kadar girişken ve sıcakkanlı ve hem de aslında cüretkâr bir çapkın olduğuna delâlet ediyor olabilir mi acaba? 
 
Abartılı ve teatral inşadları (şiir okuması), garip ve savruk kıyafetleri, bulmacamsı tekerlemeler içeren şiirleri yüzünden AHÇ, mizah dergilerinde karikatürleri çizilen, hakkında fıkralar uydurulan 'meşhur' bir kişi olup çıkmıştı. 'Om mani padme hum' şiirinin yayınlanması şaire olan ilginin patlama yapmasına neden olmuş, özellikle de bu şiirin başlığı gençler arasında sık sık tekrarlanan bir 'şiar' haline gelmişti. Kamusal bilinirliği artan ve yolda artık parmakla gösterilen bir figüre dönüşen AHÇ, sokakta sık sık durduruluyor ve mezkûr şiir okuması isteniyordu. Şairin bu isteklerin hiçbirisini reddetmemesi, üstelik de bunu abartılı mimik ve jestlerle gerçekleştirmesi, onun çelebiliğine ve kibarlığına yorulabileceği gibi; sevilmeye, onaylanmaya, olumlanmaya vealkışlanmaya olan ihtiyacının 'alkışlarla yaşıyorum, onlarsız ben bir hiçim!' fazına erişmiş patolojik bir boyutkazandığına da referans verebilir pekalâ.
 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum