Ali Han Töre Saguni: Doğu Türkistan Cumhurbaşkanının oğlu anlatıyor...

Hazan Yıllarında Peygamber Sevgisi (s.a.s) Tahir Taner Doğu Türkistan’ın 1945–1946 yıllarında cumhurbaşkanlığını yapan Alihantöre Sağunî Bey’in “Tarih-i Muhammedî “adlı eseriyle ilgili oğlu Kutlukhan Şakiroğlu’yla yapılan mülâkat. yağmur dergisinden alındı.

Ali Han Töre Saguni: Doğu Türkistan Cumhurbaşkanının oğlu anlatıyor...
28 Ekim 2012 - 11:58

Tahir Taner: Efendim, okuyucularımız için kendinizi tanıtabilir misiniz? 

Ben Kutlukhan Şakiroğlu, iktisatçı doçent doktorum, Özbek asıllıyım. Doğu Türkistan’da Ğulce şehrinde doğup Özbekistan Taşkent’te büyümüşüm. Yaşım 58’de, 3 çocuk babası ve 3 torun dedesiyim. Dokuz yılı aşkın İstanbul’da ikamet ediyorum. Yakın zamanda hiç de emekli olmayı düşünmüyorum. Hayatımın çoğu kısmı Sovyet Rusya döneminde geçti. Önce Taşkent İktisat Üniversitesinde tahsil gördüm. Sonra Özbekistan Devlet Planlama Teşkilatı’nda ve aynı müessesenin Bilimsel Araştırma Merkezi’nde çalıştım. 1988–1996 yılları arasında Taşkent Maliye Üniversitesi’nde hocalık yaptım.

Esas iştigalim bilimsel araştırmalardı. 60’dan fazla ilmi çalışmam var, bunların üçte ikisi iktisadi konular üzerine, diğerleri Orta Asya tarihi ve dil üzerinedir. Türkiye’ye 1996 da geldim. Önce İstanbul Ticaret Odası’nın Dış Ticaret Şubesinde staj yaptım, sonra tâ 2005 Mayıs’a kadar “Tikveşli” firmasında mütercim-müşavir olarak çalıştım. Hâlihazırda Işık Yayınevi’nde Rusça bölümünde editörlük yapıyorum. Bu işten çok memnunum. 10’dan fazla değerli esere editörlük, izahatına da müelliflik yapmak nasip oldu. Hususen saygıdeğer üstad Fethullah Gülen Hoca Efendinin kalemlerine ait “Sonsuz Nur”, “Ölüm Ötesi Hayat”, “Asrın Getirdiği Tereddütler”, “Ölçü veya Yoldaki Işıklar” eserlerinin dipnot açıklamalarını yapmak benim için onurlu bir vazife ve belli başlı mektep oldu diyebilirim. Aynı zamanda “Sızıntı” dergisine benzer bir Rusça “Noviye Grani” dergisinin de tahrir heyeti üyesi olarak belli faaliyette bulunmaktayım.

T. Taner: Bugünkü görüşmemizin vesilesi olan babanızı tanıyabilir miyiz? 

Babam Alihantöre Sağunî, 1885 yılında şimdiki Kırgızistan’ın Tokmak (eski Balasagun) şehrinde Özbek bir ailede dünyaya geldi. Mekke, Medine, Buhara mektep ve medreselerinde tahsil gördü. Türkistan halklarının Çarlık Rusyasına karşı 1914, 1916 yıllardaki silahlı ayaklanmaların aktif katılımcısı oldu. I. Dünya Harbi yıllarında “Çocuklarınızı Rus ordusuna askerliğe göndermeyin. Osmanlı askerine kurşun atan cehennemî olacak.” şeklinde ilk fetva veren din âlimidir. 6 defa hapsedildi. Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin 1945–1946 yıllarındaki cumhurbaşkanı, millî ordu başkomutanı ve Mareşaldir. 300 den fazla askerî operasyona katılmış ve komutanlık yapmıştır. Çin ordusunu birkaç defa mağlubiyete uğratmıştır. Halkın istiklali mücadelesinden vazgeçmeyince Sovyetler Birliği’ne kaçırılmış, bu olay uzun süre dünya kamuoyundan gizli tutulmuştur

“Tarih-i Muhammedî”, “Türkistan Kaygısı”, “Şifaül-ilel” kitaplarının müellifidir. Emir Timur’un “Timur Tüzükleri”, Derviş Ali Çengi’nin “Musika Risalesi”, Ahmet Dâniş’in “Nadir Vakıalar”, Herman Vambery’nin “Buhara veya Maveraünnehir Tarihi” eserlerinin tercümanıdır.

Hayatının son yıllarına dek İslâm dinî, millî kültür himayesi yolunda büyük çaba gösterdi. 1976’da Taşkent’te vefat etti. Şeyh Zeynettin Baba mezarlığına defnedildi.

Özbekistan bağımsızlığına kavuşunca Taşkent’teki 2 cami, 1 lise, 1 mahalle ve sokağa adı verildi.

T. Taner: Tarih-i Muhammedî farklı bir döneme, zor bir döneme ait eserlerden. Bize bu eserin yazılma macerasını anlatabilir misiniz? 

İşbu eser, onun son söz kısmında müellifin yazdığına göre Hicri 1380 yıl 26. Ramazan’da yani, 1960’da ak’a göçürülmüştür*. 1957–58 yıllarında yazılmış diyebilirim. O dönem tam Sovyetler Birliği’nin 40. kuruluş yılı, dünyaya yeniden meydan okumaya başladığı zamandı. İlk olarak uzaya Sovyet uydusu fırlatılmış, ABD’nin burnu altında Küba gibi komünist müttefik devlet kurulmuş, Polonya ve Macaristan halklarının ayaklanmaları kanlı bir şekilde bastırılmıştı o yıllarda. Sovyetler, ülke içinde de sert yönetim usullerini uygulamaya devam ediyordu. 2. Dünya Harbi yıllarında gevşemiş olan dinî baskı yeniden güçlenmişti. Komünist Parti bu konuda somut hedef belirlemişti. O da 1980 yılına kadar herhangi bir dinî inancı, şu cümleden İslâm dininin de köklerini kurutmak ve memlekette tamamıyla ateist bir toplum oluşturmaktı. Bunu pratiğe dökmek için camileri kapatma, dindarların sayısını azaltmak, dinî bayramlara katılma oranını düşürmek boyunca devlet planları yapılıyor, buna kadrolar ayrılıyor, onlara maaş veriliyor ve netice talep ediliyordu. Din düşmanı olmak bir meslek haline getirilmişti. Zaman-zaman “irtica ve hurafeyle mücadele” kampanyaları başlatılıyor ve bu bahaneyle tarihî cami, medrese, hanaka vs. dinî önem taşıyan maddi kültür eserlerimiz yerle bir ediliyordu. “ Semerkant saykeli rüyi zemin est, Buhara kuvveti İslâmi din est” (Semerkent yeryüzünün cilasıdır, Buhara İslâm dininin kuvvetidir) diye ün kazanmış vatanımızda din işlerimiz “El-İslâmu fil-libas, vel-Kur’ânu fil-kitab” (İslâm - giyside, Kur’ân – kitapta kalmıştır) haline getirildi. En azından iki kuşak ateizm ve dine nefret şartlarında yetiştirilmişti. İşte tam bu sırada ve böyle ağır, icat hürriyeti yok olmuş bir ortamda gizlice, her vakit fâş olma tehlikesi altında “Tarih-i Muhammedî” kitabı yazılmıştır. Eser önce müsvedde olarak kâğıt evraklara yazılır, sonra okul defterine ak’a aktarılırdı. Hüsnühat sahibi olan ağabeyim Muhammedyâr sonradan o defterlerden iki ciltli bir kitap oluşturdu. “Tarih-i Muhammedî”nin matbaada bastırılmasında işbu iki ciltli elyazma esas alındı. Ancak basma aşamasına ulaşıncaya kadar 30 yıldan fazla süreye uzanan kitabı saklama etabı vardı.

Babam merhum kitap haline getirilen 1000 den fazla sayfalık bu eserini hiçbir vakit yanından ayırmazdı. Aile içi dinî meclislerimizde, arkadaşlarıyla her perşembe düzenlenen sohbetlerde devamlı “Tarih-i Muhammedî” okunurdu. Yavaş-yavaş bu kitap millet arasında tanınmaya başladı. Bu kitabı kaybetmemek için babam dikkatli davranırdı. Fotokopi, hatta daktilo makinelerinin teker-teker kontrol altında tutulduğundan dolayı bir güvenebilecek hattâtla anlaşarak, yedek nüsha oluşturma girişiminde bulunduk, ama babamın 1976’da vefat etmesinden sonra bu iş yarım kaldı. Kitap bilindiği gibi Çağatay Türkçesinde, Arap harflerine dayalı, yani 1300 yıldır kullandığımız millî alfabede yazılmıştı. Bu arada şu gerçek de ortaya çıktı ki bu alfabedeki yazıları okuyacak adamlarımız çok azalmış, hatta yok denebilecek kadar. Çünkü bu yazı 1928 Latinceyle, 1940 da Kirilceyle değiştirilmişti. Geniş kitlelere hitab edebilmesi için eserin Kirilce yazıya aktarılması elzemdi. Bu yönde ilk hareketlerimiz engellendi. Böyle işi deneme tarzında yapmaya kalkışan Necat isminde yeğenim Sovyet gizli polisi tarafınca epey baskıya maruz kaldı. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, bir ceza da almadı, tehdit edildi ancak. Biz bu işi geriye bırakmak zorunda kaldık.

Babamızın vefatından sonra biz oğulları (dört kişi) kendi aramızda anlaştık. Şöyle ki, kitabın kimde olduğunu kimse bilmiyor. Herkes başka birisini göstermesi lazım, ben kitap büyük ağabeyim Asılhan da diyecek oldum. Çünkü babamın cenazesi okunulmazken**, heybetli ve entel görünümlü birisi gelerek Özbekistan İlimler Akademisi’nin Alihantöre’nin “Tarih-i Muhammedî” elyazma eserine ve tüm kütüphanesine talip olduğunu bildirdi. Biz böyle “şereften” bahtiyar olmadığımızı ifade ederek kesin red cevabını verdik. Zamanında en kıymetli kitaplarımızın nehirlerde akıtılmasına, topraklar altında çürümesine müsebbib olan o rejime nasıl bir güven olabilir ki… Aslında kitabı baba evinde ben saklıyordum. Bazen kendimi bir bomba bulunduruyorum gibi hissederdim. Biraz vehim, biraz korku da yok değildi, ancak hepsinden güçlüsü dine hizmet, baba vesiyetini yerine getirme hissiydi. Ah, o günler… Kitabın bende olduğunu hesaplayıp çıkarmışlar, araya adam koydular ve o zamana göre yüklü para vaadettiler, ret cevabı aldılar. Şimdi zorla almaya kalkışacaklar. Bunu önlemek için teneke kap yaptırarak kitabı ve diğer elyazılarını içine koydum, toprağa gömdüm, avlunun bir kenarına. Her yağmur yağdığında, tedirgin oluyor, gece yarısında toprağı kazarak gömülenleri ıslanıp ıslanmadığını kontrol ediyordum. Sonra pirinç kapanı, un çuvalları içinde de sakladığım yıllar oldu. Bu hal tâ Gorbaçev’in “Perestroyka ve Glasnost” dönemine kadar devam etti. 

Sene 1988’in günlerinden birinde gündüz evimizin salonunda uyuya kalmışım. Bir zaman kulaklarımın altından bir sertçe ses gelince uyandım. Baktım, duvarda resimi asılı olan babamın portresi düşmüş, başım kılpayı kurtulmuş, ağır resim çerçevesi de divana saplanmış. Ben bunu manevi bir işaret, kitap için harekete geçme zamanına işaret olarak kabul ettim ve çalışmaya koyuldum. Adeta gece 12’den sabah 5–6 ya kadar müttesil emek vererek eseri Kirilceye aktardım. Bu işi yaparken kitabın orjinali ve akrabamız Yahyahan’ın karalama aktarımından istifade ettim, sonra tahririni gerçekleştirdim. Böylece onu gizli şekilde matbaaya hazırlamayı başardık 1989–90’da. Bu çalışma sonucu gözlerim yıprandı galiba ve gözlük kullanmaya başladım. Ama şu da tecrübeden sabit oldu ki bu tashih işiyle ilgilenirken hiç bir yorgunluk ve bıkkınlık hissetmedim. Belki sahifeden sahifeye, başlıktan başlığa geçerken inanılmaz bir zevk ü şevke kapılıyordum. Bunda ailem benimle hemnefesti. Özellikle refikam Merhametay Osman kızı her yönden yardım ediyordu. Hayatımda yaptığım işlerin içinde en manidarı olduğu hissi gün geçtikçe daha da kuvvetleniyordu. Hâlâ da böyle olduğunu düşünüyorum.

T. Taner: Tarih-i Muhammedî’nin özellikleri nelerdir, edebi yönüyle nasıl bir eserdir? 

Eserin adı, bilindiği gibi, “Tarih-i Muhammedî”dir. “Hakikat-ı Muhammedîye”, “Mucizat-ı Ahmediye” kavramları gibi derin bir manevi anlam taşımaktadır. İçeriğine göre o tabiî ki, ağırlıklı siyer-i nebeviye sahasına aittir. Bu alanda, aslında, telif işi kolay değil. Çünkü İslam’ın 1400 yıllık tarihi esnasında dinimizin tarihi ve efendimiz Hz. Muhammed ’in (s.a.s) hayatı ve faaliyetleri konulu yeterince diyebildiğimiz kadar Arapça, Farsça, Türkçe ve diğer doğu ve batı dillerinde ilmî edebiyat oluşmuştur. Alihan Töre Saguni’nin eseri işbu literatür arasından en muteber sayılanların sonuçlarına dayanmakla beraber her bir tarihî olay beyanının ardından müellifin ona kendi münasebetini yansıtan fikir ve mulahazaların ibret verici bir tarzda takdimiyle de özellik kazanmaktadır. Olayların anlatımında imkân olduğu kadar sanatsallık üslubu kullanılmış ki neticede eser her tür okurman gurubunu kendine râm edici niteliğe sahip olmuştur. Çoğu uzmanların fikrine göre onu bir defa güzel bir roman gibi okumak kâfi değildir. Ona sık müracaatta bulunmak icabetmektedir ki her defasında yepyeni düşünceler keşif edilerek okuyucuda benzeri görülmeyen özel izlenimler oluşturuyor. Bilhassa bu kitap her bir din adamının, din ilmi taliplerinin yanında bulunması gerektir. Eserin başka bir özelliği şundan ibaret ki o günümüze kadar siyer, İslâm dinî tarihi alanında ana dilimizde bu kadar kapsamlı yazılan yegâne kitaptır, tam manasıyla “salih amel” nümunesidir. Yapıcısının name-i amaline ta kıyamet gününe dek her gün sevap yazdırır diye ümit ediyorum. Bu kitap “Türk” kelimesinin telaffuzu bile suç sayılan o kara günlerde de milleti kimliğini unutmamaya davet eden bir çağrıdır. Bu hususta müellif diyor ki: “Ben fakir - Alihantöre Şakirhantöre oğlu Saguni bizden sonraki evlat-nesillerimize ve de diğer dilleri Türkçe olan yurttaş, din kardeşlerimize benden yadigâr olsun isteğiyle yukarıda zikredilen Peygamberimiz Muhammed (s.a.s.) Kur’ân-ı Kerim, dinî İslâm ve Kabetullah tarihlerini herkesin anlayabileceği bir şekilde açık Türkçe dille yazdım.”

Eserin özelliklerinden bahis açılmışken şunu söylemeli ki siyer-i nebi alanında, yukarıda kaydedildiği gibi, yeterince araştırma mevcut ve buradaki hassas nokta o veya bu müellifin görüş açısı ve algılama tarzıdır. Ulemanın görüş açısı, tabir caizse, parıl parıl parlayan elmasın köşelerine benzer. Bunlar ne kadar çok olursa, elmasın güzelliği ve değeri de o denli artar. Bu herkesin malumudur. İşte meseleye böyle yaklaştığımızda “Tarih-i Muhammedî”nin özelliğini daha derin anlayabiliyoruz. Şöyle ki, cahiliyye dönemine taş çıkaran, o total, baştan başa baskı uygulanan ağır şartlarda İslâm uleması imanını nasıl koruyabildi, dinine ne kadar sahip çıkabildi, Peygamberi’ne muhabbetini nasıl algılıyordu ve bu sevgiyi nasıl yaşıyordu? Kitaptan bu ve buna benzer çok muhim sorulara cevap bulunabiliyor. Bu da değindiğimiz konunun bilinmeyen yönlerine ışık tuttuğundan dolayı ayrıca önem taşımaktadır.

Kitap tam manada Türkçenin edebi kuvvetini Alişir Nevaî hazretlerinin “Muhakametül-lugateyn” eserinde gösterildiği gibi tasdik etmektedir. Uzun süre maneviyyatımızın özlediği, gerçek anadilimiz olan Çağatay Türkçesinin muhteşem ifade derinliğini, unutulayazmış olan, menşeî tam Türkçe terim ve kavramları mahirane kullanarak gonüllerin derinliklerinde gömülü yatan nice mühim düşünce ve bilgilerin ruhaniyyet yörüngesine çekerek canlanmasına neden oldu. Bu kitap sayesinde bütün Türkistan’da ateizm ideolojisinin etkisi sonucunda içtimaî tasavvurdan dışarıda kalan bir takım “hak”, “ilahi başaret”, “peygamber mucizesi”, “ahiret,” “takdir-i ilahi”, ”ruh”, ”rahmanilik”, “gayb” vb. nice dinî-manevî kavramların insanların gönlünde yer bulmasına vesile oldu da diyebiliriz. Tabi ki, bu kısa sohbetimiz çerçevesinde söz konusu eserin edebî hassasiyyetlerini etraflıca tarif etmek imkânsızdır. Ama şu da bir olgu ki, o kısa zamanda meşhur oldu, Kazakçaya, Tacikçeye çevrildi. Rusçaya da tercüme işleri başladı.

T.Taner: Eseri dil ve anlatımda farklı özellikleriyle tanıtacak olursak neler söyleyebiliriz? 

Eserin en önemli hususiyeti - İslâm’a davet ruhudur. Bunu şu cümlelerde görebiliyoruz: “Anlamak gerekir ki her bir Müslüman çocuğu, erkek mi veya kadın, genç veya yaşlı – kim olursa olsun – aşağıdaki dört şeyin tarihini bilmesi elbette lazımdır. Birinci - Peygamberimiz Muhammed ’in (s.a.s.) tarihleri, ikincisi – Kur’ân-ı Kerim, üçüncüsü – İslâm dininin ve dördüncüsü Kabetullah tarihleridir”. Kitabın Resulü Ekrem sevgisiyle yoğrulmuş olduğu daha ilk sahifelerin ilk satırlarından belli oluyor: “Bilmek şarttır ki, ben ümmettenim diyen herkes Peygamberimiz Muhammed’i (s.a.s.) kendi baba ve annesini tanıdığı gibi bilmesi elzemdir.” Mucizelerin mucizesi olan Mirac’ı anlatım usulü kitabın tam bilimselliğini teyid ediyor. Müellif şöyle diyor: “Şimdi burada, hakikate uygun tarzda, kısaltarak Mirac vakasını beyan edelim. Bu konuda uzun-kısa sözlerle yazılmış kitaplar çok olsa da hakikatıyla yazanlar azdır. Bundan dolayı İslâm âleminde Kur’ân’dan sonra en güvenilir kitabımız olan “Sahih-i Buharî”nin sözlerine kanaat ederek, onun Mirac hakkında getirdiği hadisleri burada çevirdim, Allah’ın imdadını dilerim.”

Kitapta okuyucu kitlesine hitap, Yaradan’a yakarış samimiyeti o kadar güçlü ki insanın en nazik kalp tellerini titretir, hayecanı korükleyerek gözlerden yaş akıtır. Bunu şu gibi ifadeler doğruluyor: “İnşaallah, kitap hatim olduğunda okuyucunun edeceği dua Allah dergâhında kabul görür. Ondan dolayı ki, bu kitapta 360 savaşcı – Bedir gazilerinin mübarek ism-i şerifleri yazılmıştır. Bu sebepten okuyucuların duaları icabet olacak, afet ve belalerden aman kalacaklar.” “...Ey, fazl-ı kerem sahibi, rahman-rahim sıfatlı, koruyan Rabbim! Bu kitapta adı geçen iyi bendelerin hakk-ı hörmetine ben garip kulunu yalancı yapma, okuyucuları afet ve belalardan esirgeyerek, imanlarını koruyarak, ahiretlerini abad eyle! Benden sonra evlad-ı neslim hak yolundan şaşırarak beni Allah Resulü’nün nezdinde mahcupluğa bırakma. Onların dinlerini, dünya ve ahiretlerini kendine emanet ediyorum. Bizi baştan başa çeviren, dünya-ahiretimizi kaplayıp her ikisinden de bizi ayıran başımıza gelen beladan kendin kurtar! Ey, Bari Huda, ümmet-i Muhammed’i rahmetine kavuştur, ümmet-i Muhammedi beladan kurtar!”

Eserin farklı özelliklerini tanıtmak için yukarıda zikrettiğimiz bu gibi cümleler yeterli olsa gerek.

T. Taner: Eser baskı aşamasında ve sonrasında hangi süreçlerden geçti, basımı kolay oldu mu? 

Kitabımızı baskı aşamasına hazır hale getirince malum oldu ki çok sıkı bir takım çalışması lazım. Ben editörlük, musahhihlik üzerine yoğunlaştım. Başka iki kişi, yeğenim Bahmanyar ve dostumuz Abdulbasit, matbaa, mali işler konusunda ihtisaslaştı. Sovyetler Birliği hâlâ ayaktaydı. Biz önce çalışmalarımızı hukukî yönden sağlam bir temele oturttuk. Özbekistan’da şartlar müsait olmadığı için dışarıdan, Estonya’dan bir Eston-Amerikan firması olan “Bulak” yayın şirketiyle anlaştık. O belli ücret karşılığında sansür ve saire teşkilatlarıyla ilişkilerin sorumluluğunu üstlendi. Biz bu kurum ve onun Taşkent’teki şubesinin bayrağı altında kitabımızı Özbekistan’ın önde gelen matbaalarından birinde özel kanal yoluyla bastırdık. Sessiz sedasız, reklâmsız gürültüsüz hareket ettik. Bu işe bolca para yatırıldı, telif hakkından vazgeçtik, kâr filan kazanmayı düşünmedik. Bu yolda emeği geçen herkese bir şeyler vaat edildi ve onu yerine getirmek nasip oldu. Böylece efendim, ilk baskıda fiilen 75–80 bin adet iki ciltli “Tarih-i Muhammedî” kitabı basmadan çıktı. Kitabın ozalitini bana son defa kontrolden geçirmeye getirdiklerinde gözlerime inanamamıştım, ama yine de tedirgindik. O zamanki rejimden son anda bile engel koyabileceğini beklenebilirdi.

Çok sayıda basılan “Tarih-i Muhammedî” matbaadan çıkarken birkaç kamyonluk yük oldu. Onu saklayacak 
yer ve adam lazımdı. Acilen “Bulak” şirketiyle anlaşarak kendimi depo müdürü ve bekçisi yaptırdım, hatta maaşım 400 ruble gözüküyordu. Bahçeli evimi ambara çevirdim. Kitapları garaja ve iki odayı boşaltarak oraya tıka-basa depoladım ki yük ağır geldiğinden evin ahşap tabanı 10–15 santim yere battı bile. Sonradan kitap dağıtımı başladı.

Bu aşamada yeniden ortaklıkta görülmeye başlayan kitap tüccarları, sahaflar devreye girdi. Bunlar hatta diğer şehirlerden gelir, adeta akşama doğru veya akşam namazından sonra bizim depoya uğrar, yüzer-iki yüzer kitap alır, kendi arabalarında götürürdüler. Yayıncılarımızla anlaşarak remzî bir fiyat (5 Ruble) belirlenmişti. Ama o çok kısa vakit zarfında fırladı ve 80–100 rubleye kadar çıktıysa da kitap genelde çok ucuz fiyat karşılığında geniş okuyucu kitlelerine ulaştı diyebilirim. Şöyle de bir iş görüldü ki kitabın belli bir kısmını korsan yayıncılar piyasaya sürdüler. İlk başta müellif varisleri olarak onları durdurabildiysek de sonradan kontrolü başaramadık. Gelişmeler ülkede başdöndürücü hızla cereyan etmekteydi, her yere yetişemiyorduk.

Dağıtım başlayıp çok vakit geçmeden bir gün Özbekistan devlet televizyonunda “Tarih-i Muhammedî”eseri hakkında söyleşi oldu. Acaba bu güzel armağanı millete kim hazırlamış, nasıl bunu başarmış, müellefin zürriyatı var mı ve saire sorularla seyircilere seslendiler. Biz de kısa bir iştişareden sonra, meğer “sırrımız” artık faş olmuşken gizlenmekten ne fayda diye, telefon açarak kendimizi ilan ettik. Ardı ardına televizyon, radyo, gazetelerden muhabirler gelerek tüm Özbekistan’ı işbu kitap ve onun müellifi hakkında bilgilendirdiler. 

T. Taner: Esere halkın ilgisi nasıl oldu? 

“Dinimizin yeniden kök olmasına vesile oldu.” Kitap hakkında genel referans buydu. Millet bu esere büyük ilgi sergiledi. Bu aynı zamanda halkımızın islâm dinine ve Peygamberimiz Muhammed’e (s.a.s.) olan sonsuz sadakâtinin bir tezahürüydü diyebilirim. Şu ana kadar 3 defa neşredildi, toplam tiraj 110 bini geçti, dördüncü baskıya hazırlıklar görülmektedir. “Tarih-i Muhammedî”ye olan münasebet okuyuculardan gelen mektuplarda çok açık ifade edilmiştir. Bizzat kendime böyle bir mektup gelmişti. “Efendim, ben bir aydın aile reisiyim. Kendim kimya profesörüyüm, yengeniz biyoloji doktorudur. 2 çocuğumuz var. Hayatın manası ne, nereden geldik, nereye gideceğiz soruları beni hiç rahat bırakmazdı. Bu dünyada uğraşmanın anlamı ne, yok olmak, var olmak hakikatine ermek için çok gayret sarf ettim. Kendi sahamızda uzman olduk, ama aradığımızı bulamamıştık. “Bir göz atayım” diye aldığım “Tarih-i Muhammedî”den o hayatımız boyunca aradığımız gerçeğe -İslâm’a- kapı açıldı. Her gün akşam ailece onu mutalaa kılıyoruz ve müellifi rahmetle anıyoruz.” Bir imam hatip şöyle yazmıştı: “ Sayın Üstad Alihantöre Saguni’nin varisleri, yaptığınız bu hizmetten sizlere minnettarım. “Tarih-i Muhammedî” sayesinde camimizin kavmi çoğaldı. Çünkü gün ara yatsı namazından sonra “Muhammed Peygamber sohbetleri” düzenleyip, o mübarek eseri okuyoruz. Manevî hayatımız gittikçe güzelleşmekte olduğunu söylemeliyim…” Başka bir mektup bir grup mahpus adına yazılmış olup, bana Buhara’daki hapishaneden gelmişti. Kısaca ihtivası şöyleydi: Size kimsenin düşmesini istemediğimiz öbür yerden yazıyorum. Burada öyle bir şartlarda olduk ki bu dünyadan ümidimiz kesilmişti, hayat bizim için hiçbir anlam taşımaz hâle gelmişti. “Tarih-i Muhammedî”yi okuyunca gözümüz açıldı, hayata geri döndük. Yaradan’ı geç olsa da tanıdık. Ama burada ancak 2–3 nüsha var, onlar da artık yıprandı. Allah aşkına ne olur bize en az 30 nüsha kitap gönderin.” Halkın büyük ilgisine şahitlik eden böyle çok mektuplar almıştık. Sözlerime, yeri gelmişken, şunu da ilave edeyim ki, “Tarih-i Muhammedî” Özbekistan’daki tüm medreselerde (bunlar Türkiye’deki imam-hatip liselerine benzer eğitim kurumlarıdır) okutulmakta, Taşkent İslâm Üniversitesi talebeleri için derslik olarak, diğer üniversitelerin “Marifet ve Maneviyet” dersleri için kaynak olarak resmen tavsiye edilmiştir.

T. Taner: Özbekistan’da kutlu doğum haftası nasıl kutlanıyor, dinî hayatta bir diriliş yaşanıyor mu? 

Bildiğim kadar Peygamberimizin mevlid-i şerifleri her zaman, Özbekçe deyişle, “yıl-on iki ay” kutlanır. Ancak sadece Özbekistan’da değil, belki tüm Orta Asya’da özel bir “Kutlu doğum haftası” gibi dinî gelenegimiz yok diyebilirim. Dinî hayatta diriliş gittikçe gelişince, inşaallah, böyle güzel en’ene bizde de yaşatılır. Sorunun ikinci kısmına şöyle bir analitik yorum gözüyle bakarsak, elbette ki orada dinî hayatta güçlü gelişme olduğunu itiraf etmek lazım. Şöyle ki, dinî egitim sistemi oturtuluyor, camilerin sayısı eskisine göre kıyaslanamayacak kadar çoğalmış, TV’de, radyoda, vakitli matbuatta dinî mevzular işlenmekte. Üç ay önce memleketimi ziyaret etmek nasib oldu. Göze çarpan hususlardan biri de camilerin dopdolu olması, ibadete gelenlerin bana göre en az %80’inin gençlerden oluştuğuydu. Bağımsızlık öncesi dönem benim hatırımdan çıkmadı. Parmakla sayılı camilerde kavim az, onların da hemen-hemen %90’ı yaşlı adamlardı. Şimdi millet dinine can simidi gibi sarılıyor, ona formalite icabı yaklaşımdan daha ziyade içtenlikle yaklaşım çoğalmıştır. Millet taklidî imandan hakiki imana geçiş aşamasını yaşamaktadır. Bu da kolay olmuyor. Dinî cehaletin sonucu olan partizanlarca davranışlarla ilk başlarda iktidarı, din kültüründen uzun süre yoksun kalan ahali katmanlarını ürkütüşün ağır bedelini de ödenmekte olduğu burada son yıllarda gözlemlenmekte olan olgudur. Her şeye rağmen yine de hayat devam ediyor. Memlekette dinî edebiyata ilgi azalmadığına da şahit oldum. Cümleden, Türkiyeli müelliflerin eserleri peyderpey tercüme edilerek okuyuculara takdim edilmektedir. Sahaflarda Ahmet Lütfü Kazancı, Alaettin Beşer, Yusuf Tavaslı, Hekimoğlu İsmail, Emine Şenlikoğlu’nun eserlerine rastlamak mümkün. Hayırlısı diyelim.

T. Taner: “Tarih-i Muhammedî”yi Türkiye Türkçesiyle bastırmayı düşünüyor musunuz? 

Tabi, düşünüyorum. Aslında bu meselede çok geç kaldım. Bu iş esas itibariyle benim boynumun borcudur. Babam merhum hayattayken birkaç defa söylemişti ve “Tarih-i Muhammedî”nin sonsöz kısmında bize yazılı olarak bu eserin tamamını Türkçe konuşan halklara yetiştirmemizi vesiyyet kılmıştır. Bu lisanı en çok konuşan millet Türkiye halkı olduğu kendiliğinden malumdur ve demek vazife bellidir. Bence kitabın Türkçeye kazandırılmasının önemi şunda ki okurman konuyla ilgili sahip olduğu bilgilerini tazelemekle beraber aşırı zor şartlarda bulunan bir din âliminin imanını nasıl koruyup, Peygamber sevgisi ve din-i İslâm nurunu kalbinde nasıl sakladığını öğrenecek. Hakikat-i Muhammedîyye’nin paha biçilmez kıymetini, vakit mefhumu dışında bir değer, Allah’ın bir büyük nimeti olduğunu daha derin anlayacaktır.

Diğer yönden ben eminim ki, eserin Türkiye Türkçesiyle bastırılması iki ülke halklarının din kardeşliğini pekiştirilmesine büyük katkı sağlamış olurdu. Çünkü müellif Mekke, Medine ve Buharalarda tahsil görerek yetişti. İki Harem o dönemlerde Osmanlı toprakları dâhilindeydi ve babamız da halife-i rüy-i zemin’in sayesinde eğitim gören, belki de uzun zaman Kadıköy, Üsküdarları dolaşarak Asıtana-i Devlet-i Ali Osmaniyye’nin havasını soluyan, hayatının sonuna kadar bu vatana sevgi besleyen ve bu sevgiyi ardıllarına aşılamayı başaran bir insandı. Eserinin burada bastırılmasından onun mübarek ruhu şad olacağından hiç şüphem yok. Üstelik Türkiye’de Orta Asyalı son dönem ulemasının bir tane olsun kitabının tab olduğu belli değil. Oysa ki son 15 yıl zarfında atayurdlu birçok dünyevî âlim, yazar ve şairlerin eserleri Türkçeye kazandırıldı. Şimdi sıra insanlar kalbinde taht kuran diğer müelliflerindir diye düşünüyorum.

T.Taner: Bu güzel temennilerinizin gerçekleşmesini diliyor, teşekkür ediyorum. 

Kutlukhan Şakiroğlu: Asıl ben teşekkür ederim. 


_________________

* Ak’a göçürmek: Yazıyı temize çekmek.
**Cenazesi okunulmazken: Henüz cenaze namazın kılınmadan.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum