FLAŞ HABER

ALİ ÇOLAK.Topraklara basmaya kıyamadım!

Süheyl Ünver'in defterleri şenlikli bayram yeridir. Ne var ki hüznü de eksik değildir bu defterlerin.

ALİ ÇOLAK.Topraklara basmaya kıyamadım!
21 Nisan 2012 - 14:04

 

Süheyl Ünver'in defterleri şenlikli bayram yeridir. Ne var ki hüznü de eksik değildir bu defterlerin.

 

Neşesi, suluboya resimlerin cıvıltısından, hüznü, üstadın hemen her sayfada duyulan isyanından gelir. Kötü mimariden, metruk tarihi yapılardan şikâyet eder, yıkılmaya yüz tutmuş bir çeşme yahut hamam görmüşse feryat ediyordur: Aman kurtarın bunu!

Ünver, geçen asrın son hezarfenidir; tabip, tıp tarihçisi, neyzen, ebruzen, hattat, seyyah, şehir mektupçusu, medeniyet arkeoloğu ve yangında ilk kurtarılacakların ressamı. Bunların hepsi ve daha fazlasıdır ama aynı zamanda eşi bulunmaz bir deftercidir o. Bitmez Anadolu seyahatlerine kucak dolusu boş sarı defterle gider ve dönüşte onları resimlenmiş, el yazısıyla doldurulmuş olarak getirir. Ünver'in defterleri sayıya gelmez. İki bin kadarı Süleymaniye Kütüphanesi'nde, bir kısmı Türk Tarih Kurumu'nda kimi de Atatürk Kitaplığı'nda istirahattedir. Beş yüze yakın defter de kızı Gülbün Mesara'nın elinde kitaplaşmayı bekliyordur.

Seyahatlerinde boyuna not tutar ama öyle kurala kaideye gelir notlar değildir onun yazdıkları. Gönlünce, bölük pörçük, neşeli, yer yer şakacıdır. Ne görmüşse, yolunun üstüne ne çıkmışsa, geldiği gibi ve fakat dolma kalemle itinalıca bir yazıyla kayda geçirmiştir. Bugün, onun yayınlanabilmiş talihli defterlerinden birini elinize alıp karıştıracak olsanız, bir yandan o neşeli suluboyalara, capcanlı çini renklerine bakıp hayrete düşer, öbür yandan artık yerinde yeller esen camilere, evlere, çeşmelere hatta mezar taşlarına bakıp vahlanırsınız.

Ünver, 1956 yılının 8-22 Temmuz günleri arasında ailesiyle birlikte Konya seyahatindedir. Konya Defterleri'nde bir sayfayı, Akşehir mezarlığı ziyaretine ayırır. Buradaki bir 14. asır mezar taşına nakşedilmiş Ra'na Binti Mehmed'in, her haliyle hüzün kuşanmış kadının resmini defterine geçirir ve yanına şöyle yazar: "Bu Ra'na kız Akşehir mezarlığında yatmaktadır. Altı asırdır orada. Topraklara basmaya kıyamadım. Zira orada kendisi gibi olanların güzel yüzleriyle yerleri serili gördüm."

Van Gogh sarısıyla, cıvıltılı Selçuklu çinileriyle süslü Konya Defterleri'nde bu cümleyi ilk okuduğumda, yıldırım çarpmasına tutulduğumu hatırlarım. Dehşetli bir uyarı, insanı insanlığından utandıracak bir çığlık! "Topraklara basmaya kıyamadım. Orada kendisi gibi olanların güzel yüzleriyle yerleri serili gördüm."

Altında serili sayısız güzel yüzleri düşünüp mezar toprağına basamamak, yalnız Süheyl Ünver'in zarif hassasiyeti değildir. Yaşadığımız topraklarda hayatı biçimlendiren medeniyetin incelikler manzumesi, böyle bir duyarlığı mecbur kılar insana. Mezarlıklar değil, çürümüş bedenlerin hatırası değil yalnız, bütün bir yeryüzü, tüm yaratılmışlar; çerçöp, çiçekler, tohumlar, böcekler, sular, ağaçlar... yaratıcının görkemli sanatının gülen yüzleridir ve bunun farkında olan hiç kimse, toprağa adımını sakınmadan basamaz. İnsan, zarif bir yolcu gibi geçecektir yeryüzünden. Tabiatın dengesini, o harikulade kompozisyonu bozmaya, yaratılmışları incitmeye gelmemiştir buraya. Kuracağınız evler ve yapılar, size sunulan emanetin ruhunu bozacak, evrenin diğer misafirlerinin hayatını zorlaştıracak bir biçim alamaz. Bunu yapıyorsanız, tüm canlıların yaşama hakkına tecavüz ediyorsunuzdur. Şehirler kurarken, evler yaparken gözle gördüğünüz ve görmediğiniz canlıları yurdundan yuvasından edemezsiniz, buna hakkınız yok! Yeryüzünün biricik sahibi siz değilsiniz çünkü.

Gel gör ki, bugün şehirler ve yapılar kurarken korkunç bir küstahlıkla yeryüzünün düzeni bozuluyor. Dağlar oyuluyor, tepeler tıraşlanıyor, dereler düzleniyor, sular kurutuluyor, ormanlar kesiliyor, ufuklar kapatılıyor... İnsan, yatışmaz açlığıyla kendisi dışındaki tüm canlılara meydan okuyor. Şehirler, modernizmin en büyük yalanı olan parklarla kandırılıp doğal hayatın bütün gereklerinden soyutlanmış olarak yaşamaya mahkûm ediliyor. Yeni şehirlerde derelere, sulara, meyve ağaçlarına, kuşlara, böceklere hatta delilere, engellilere, yaşlılara hayat hakkı tanınmıyor. Yalnız zenginlerin, AVM müdavimi genç, varlıklı ve sağlıklı insanların yaşadığı şehirler kuruyorlar artık. Kadim şehirleri de git gide böyle ucubelere dönüştürüyorlar.

Büyüyoruz, evet, dünyada en hızlı 'büyüyen' ikinci ülkeyiz. Ruhunu yitirerek, inceliklerini unutarak, vicdanı ve insanlığı topraklara gömerek, küstahça büyüyoruz! Gelecek çağların sularını kurutarak, dağlarını, tepelerini tarumar ederek, ağaçlarını keserek... Ataların, evliyaların ve bilgelerin basmaya kıyamadığı toprakların üstüne rezidanslar dikerek büyüyoruz. (İlgilisine bir soru: İstanbul'da, 40-50 yıl önce herkesin bildiği ve içinde bir türbe de bulunan hangi mezarlığın üstünde bugün bir rezidans yükselmektedir?)

Hazır diyorum, şu muhafazakârlık tartışması sürerken, kimlerin neyi muhafaza etmekte olduğunu da bir konuşsak mı? Mesela İstanbul'dan ve öteki kadim şehirlerden başlayarak... Kim bilir, hangi genç kızların ve hangi evliyaların güzel yüzlerinin serili olduğu toprakları, bir avuç bile bırakmadan ucubelerle donatırken neyi, nasıl muhafaza edebileceğimizi... Konuşsak mı?

 

[email protected]  

21 Nisan 2012, Cumartesi

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Günün Başlıkları
00:50