Alaattin Karaca: Roman ve hikâyede mürşit-anlatıcı
Bir roman ya da hikâyede anlatıcının konumu, okurla kurduğu ilişki, okurla arasındaki mesafe çok önemlidir. Çünkü eser boyunca okurla muhatap olacak odur. Romanda kendini gösterse de göstermese de -ki bu bir tercihtir, ikisi de olur- ona kendini inandırması, sevdirmesi, onunla samimi bir diyalog kurması gerekiyor. Aslında bütün ilişkiler için geçerli bu! Meselâ ‘din dili’ için de…
Allah’ın yeryüzünde ‘anlatıcı’ tayin ettiği bir din adamı, dinleyenlerin seviyesinden daha üst bir konuma kurulup, içindeki büyük (!) cüppenin verdiği güven duygusuyla gayet davudî bir sesle nasihatler sıralamaya, kimi hâl ve hareketleri dikte ettirmeye başlayınca, Allah’ın kitabının yeryüzündeki okurları olan ‘cemaat’ ezilir, büzülür ve mahcubiyetle kafayı yere eğer, bir günahkâr psikolojisi içinde ‘mürşit-anlatıcı’yı dinler. Evet evet bir ‘mürşit-anlatıcı’dır bu! Her şeyi bilir; günahı-sevabı, doğruyu-yanlışı, güzeli-çirkini… Okuru -ki genelde yoldan sapmıştır ya da sapma potansiyeli vardır- sürekli ikaz eder ve doğru yola çağırır, nerede sağa, nerede sola döneceğini, nerede duracağını tayin eder. Böyle bir konumda olduğuna göre kendisi doğru yoldadır, her şeyi bilir, güvenilir bir anlatıcıdır. Çeşitli âyet, hadis ve veciz sözlerle mesajını pekiştirir, bilgisini konuşturur…
Düşünün! Anlatıcı ile okur arasında böyle bir konum farkı! Anlatıcı üstte, her şeye hâkim, her şeyi biliyor, doğrunun temsilcisi ve sözcüsü; okur ise sadece dinleyici, pek bir şey bilmiyor, irşat olunacak bir garip, yoldan çıkma ihtimali bulunan bir mahcup!.. Ben olsam böyle mağrur ve malumatfüruş bir anlatıcının nasihatlerini, anlattığı hikâyeyi dinleyemem, okuyamam. Geleneksel din dilinden midir bilmiyorum, kimi vaizlerde, imamlarda -hatta kimi ilahiyatçıların ve siyasilerin diline de sızıyor bu- görülüyor bu anlatıcı üslûbu. Bir dönem ‘hidayet romanları’na da bu ‘mürşit-anlatıcı dili’ hâkimdi. Bana göre bu ‘mürşit-dili’ muhatabı manen ezer, eziyor. Böyle bir anlatıcı, roman ve hikâyede daha başta kendini ‘tepe’ye koyarak okurla arasına bir sınır çiziyor. Bu konumda sahih ve samimi bir diyalog kurmak zor; dolayısıyla ‘hikâye’ okurun ruhunda gereken etkiyi sağlayamayacaktır.
James Wood’un “Kurmaca Nasıl İşler?” (Çev. Ekin Bodur, Ayrıntı, 2010) adlı bir kitabı var. Kitaptaki “Anlatım” başlıklı bölümde yukarıda söylediklerimi pekiştirecek teorik açıklamalar bulunuyor. O bölümde Wood, kurmacalarda anlatıcı tipolojisini temelde iki gruba ayırır. Bunlardan biri ‘güvenilir anlatıcı’dır, diğeri ‘güvenilmez anlatıcı’… Güvenilir anlatıcı, tam da yukarıda örneğini verdiğim, okurla kendisinin arasına bir ‘bilgi sınırı’ koyan, her şeyi gören ve bilen üçüncü şahıs ‘mürşit-anlatıcı’dır. W. G. Sebald diyor ki; “Metinde anlatıcının kendisini (…) hem yönetmen, hem de hâkim ve savcı konumuna yerleştirdiği bir yazar anlatımını kabul edilemez buluyorum. Bu tip kitaplar okumaya tahammül edemiyorum.” (s. 18). Ben de aynı fikirdeyim. Bu tip anlatıcı eskimiştir, okurla samimi ilişki kuramaz. Tercih ettiğim anlatıcı tipi ‘güvenilmez’ olan; yani her şeyi göremeyen, bilemeyen, okura dikte ettirmeyen, irşat etmeyen, okuru yoldan çıkmaya namzet biri gibi görmeyen, dolayısıyla yanılabilen, kendisi dahi mütereddit olandır… Aslında Wood’un dediği gibi böyle bir anlatıcı daha ‘güvenilir’ daha inandırıcı ve samimidir. Meselâ Knut Hamsun’ın Açlık’ındaki ya da Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki anlatıcı gibi.
Bu söylediklerim sadece edebiyatı değil, din dilini, siyasî üslûbu, öğretmen-öğrenci münasebetini de kapsıyor… Anlatıcı da bir insan, o da ‘masum’ değil, onun da tereddütleri ve soruları olmalı!..
Tarık Buğra’nın “Oğlumuz” hikâyesi geldi aklıma. Hangi baba oğul olmadı ki?..
Karar Gazetesi - 15/02/2021
FACEBOOK YORUMLAR