AHMET CEVDET PAŞA

CEVDET PAŞA ENTELEKTÜEL GELENEĞİMİZİN MEZAR TAŞIDIR!

AHMET CEVDET PAŞA
25 Şubat 2014 - 15:24
24 Şubat 2014 / AYŞE ADLI
Cumhuriyet kendini Osmanlı reddiyesi üzerinden inşa etti. Değişimin temeli, ilk modernleşme hamleleriyle atılmıştı aslında. Azalarak ve küçülerek ulaştığımız noktada entelektüel seviyemiz Cevdet Paşa’nın kabri başında Fatiha okumaya yetiyor ancak!

Bir medeniyete mensubiyet atfetmek, ancak onun birikiminden istifade ölçüsünde mümkün olabilir. Kültürel, siyasi, hatta entelektüel açıdan ne kadar / nereye ait olduğumuzu anlamak için dönüp geriye bakma zarureti duyarız.

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fatih M. Şeker’in hazırladığı Osmanlı Entelektüel Geleneği kitabı, yakın tarihte derin bir kopma yaşayan zihin dünyamızın kodlarını okumak için iyi bir fırsat sunuyor bize. “Cumhuriyet, Selçuklularla başlayıp Osmanlı’da zirveye ulaşan entelektüel gelenekten ne tevarüs etti?” Cevabını aradığımız soru bu. Sebepler ve sonuçların oluşturduğu çerçeve, İslam düşüncesi etrafında cereyan eden bir tartışmaya taşıyor bizi. Zira tarih boyunca İslamlaşma çalışmaları süreklilik gösteriyor, modernleşme/Batılılaşmayla ortaya çıkan sekülerleşme ise kırılmayla sonuçlanıyor...

-Osmanlılara atfettiğimiz entelektüel birikimin başlangıcı ne kadar geriye götürülebilir?

Türklerin tarih tecrübesinde iki ana dönemeç var. Birincisi İslamlaşma, yani Selçuklu ve onun kuruluşunu önceleyen dönem. Bu süreç, irtifa kaybetmekle birlikte, neredeyse Osmanlı’nın çözülme dönemlerine kadar devam ediyor. İkinci dönemeç ise modernleşme yani Batılılaşma. Entelektüel geleneğimiz Türk İslam havzasında filizleniyor. Selçuklu’da kemâli yoklamaya başlıyor. Bu geleneğin bir numaralı mütefekkiri Gazzâlî, bir Selçuklu entelektüelidir. Selçuklu Anadolu’sunda kendisine yer bulan İbnü’l-Arabî, Türkistan’dan kopup gelen Mevlânâ Gazzâlî’nin hemen yanı başına yerleştirilebilecek diğer mütefekkirler. Osmanlı asırlarında fikrî ve siyasî tecrübemiz olgunluk noktasına ulaşıyor. Kemâl Paşa-zâde, Gelibolulu Âlî Efendi, Ankaravî, Bursevî bu vadide akla gelebilecek isimler. Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut’a kadar devam eder bu süreklilik. O tarihlerde başlayan modernleşme dönemi kırılmanın habercisidir. Tarih boyunca İslamlaşma etrafında sürekliliği, modernleşme / Batılılaşma etrafında ise kırılmayı takip edebiliriz.

-Hep İslam ekseninde konuşacağız bu meseleyi demek ki?

Elbette. Klasik gelenek İslam’ın istikamet verdiği bir hatta kendisine alan açıyor. Medeniyetimizi bir bütün olarak göz önüne getirdiğimizde, İslam her manada inşa edici bir vasfa sahip. Modernleşme ise öteden beri akıp gelen mevcut yapıya nüfuz ederek kendine hareket sahası açıyor. ‘Gavurlaşırken’ de, Batılılaşırken de İslam’dan bahsedeceğiz fakat klasik dönemde bahsedeceğimiz İslam’la modern dönemde bahsedeceğimiz İslam aynı değil. Klasik dönemdeki İslam’a bir idealizasyon hâkim. Modern dönemde ise tasfiye edilmesi, yeniden inşa edilmesi gereken bir problematikle karşı karşıyayız.

-Cumhuriyet aydını değil Osmanlı mütefekkirleri mi başlatıyor İslam tartışmasını?

Projektörlerimizi çevirdiğimiz ayna mazi, yani Osmanlı. Oraya baktığımızda hikmet namına bize düşen cehaletimizin bir sınırı olmadığını görmektir. Osmanlı ile Cumhuriyet’in pek de kıyaslanabileceğini düşünmüyorum. Ama Cumhuriyet’i cami avlusunda bulmadık. Osmanlı bir tarafıyla Cumhuriyet’e intikal etti. Osmanlı entelektüel geleneği kendine mahsus zamana ait duyuş ve görüşlere genel bir mana vererek bunları geçmişe yayar, maziyi de hâle aktarır. Mevcut vaziyetini, öteden beri sürdürdüğü duruşu pekiştirecek tarzda dışarıya açılır. Kendi duruşlarını pekiştiren bir perspektifle harekete geçerler. Nereye nasıl bakılacağını çok iyi bilirler. Yerli olan unsurlardan yola çıkarak genişler ve derinleşirler, döner dolaşırlar gene kendilerini bulurlar. Evrensel vasfa sahip düşünürlerin kendi potalarında eritirler. Mesela Aristo, Eflatun, Sokrat gibi büyük düşünürleri İslam dairesi içine alındıkları Yunanî kimlikleri bir kenarda kalır. Osmanlı mütefekkirlerinin böyle bir özgüveni var. Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşayan Tursun Bey mesela. Diyor ki; ‘Bütün insanlar Osmanlı sultanına, yani halifeye itaat etmek zorundadır’. Yüzünü âleme Osmanlı realitelerinden hareketle çevirir. Cevdet Paşa ise geri çekilişimizin tarihine uygun olarak Müslümanlarla sınırlıyor bu çerçeveyi.

-Siyaset geriledikçe iddia değişiyor yani?

Evet. Modern dönemde ise tam tersi bir manzara ile karşı karşıyayız. Cumhuriyet’in ideoloğu kabul edilen Ziya Gökalp’tan bir örnek vereyim. ‘Başka milletler asrî medeniyete girmek için mazilerinden vazgeçmeye mecburdur. Fakat Türklerin böyle bir mecburiyeti yok. İslam öncesi döneme dönüp bakmaları kâfi!’ diyor. İslam dönemini paranteze alıp tarih dairesinden çıkarıyor… Osmanlı dışarıya kendi tecrübesi nispetinde açılırken Ziya Gökalp durulan yeri değil bakılan yeri esas alıyor. En büyük kırılmalardan biri bu. Zihniyet çarpıcı biçimde değişiyor. Nitekim Erol Güngör Ziya Gökalp için ‘döneme göre reçete hazırlamakla meşgul bir insandır’ demekten alamıyor kendini. Bu tespiti rahatlıkla Cumhuriyet’in kurucu eliti için de kullanabiliriz.

-Düşünce siyasete yön vermekten çıkıyor, siyaset düşünceye yön veriyor öyle mi?

Bugün düşünce adına faaliyette bulunma güç ve kudretine sahip insanlar, genelde siyasi gidişata gözlerini dikerek bir şeyler yapıyor. Siyasî gidişata göre fikrî kodlarını yeniden düzenliyorlar. Türkiye’de her şeyin bir bedeli var. Yoksa bile insanlar olabileceği düşüncesiyle hareket ediyor. Bu durum yapılan her şeyi daha en başta malûl hâle getiriyor. Habire fikrî ve felsefî açıdan düşük yapıyoruz yani. Doğum olmuyor.

-Düşüncenin gücünü yitirmesini neyle izah edeceğiz?

Sosyal ve fikrî sahadaki seviye elbette ki siyasî bir karşılığa sahip olduğu gibi siyasî sahadaki seviyenin de sosyal ve fikrî karşılığa vardır. Devrin düşünce yapısını iktidar muhitinde bulunanlar vücuda getirir. Siyaset, entelektüeller vasıtasıyla kendini teçhiz ederken entelektüeller de siyaset vasıtasıyla düşüncelerine uygulama zemini bulur. Klasik dönemde düşüncenin sıhhatine halel getirecek bir müdahale söz konusu değil. Fakat modern döneme intikal ettiğimizde durum değişiyor. Çok müşahhas bir örnek vereyim. Modernleşme üzerine çalışan Findley son sadrazamlardan Hakkı Paşa’yı olumlu bir aktör olarak selamlar. İbn-ül Emin ise aynı kişiyi devletin mezarını kazan kişi olarak gündeme getirir. Osmanlı Afrika kıtasını, Hakkı Paşa’nın sadrazamlık yaptığı dönemde kaybediyor. Ve o Hakkı Paşa; ‘Eskiden benim düştüğüm duruma düşen sadrazamların kellesini padişah binek taşında kestirirdi.’ diyor. Klasik dönemde herkes pür teyakkuz, hata yapma şansı neredeyse yok. Modern dönemde ise hatalar insanların yanına kâr kalıyor. Meseleyi fikrî boyuta çekecek olursak, klasik dönemde nazariyatla fiiliyat birbiriyle örtüşür. Felsefeyi hikmet dairesinde gören bir anlayış hâkim Osmanlı’ya. Filozof hem bilir, hem eyler. Onun için onlar hem fâtih hem de bânî.

-Osmanlı entelektüeli icranın içinde. Modern aydının fikrini test etme imkânına sahip olmaması fikrî zafiyet sebebi kabul edilebilir mi?

Klasik dönemde tasavvurla icra arasında fark yok. Modern dönemde ise makas açılıyor. Mesela Hazreti Akif diyor ki ‘Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık / Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık!’ Pratik aciliyetler öne çıkıyor. Nazarî olana itibar edecek zaman ve zemin yok. Cumhuriyet’in ise böyle şeyler söyleyebilecek vakti olmadığı için her şey birbirine giriyor. Tek endişe devlete nefes alacak bir saha açabilir miyiz?

-Entelektüel seviyedeki gerileme ile devletin güç kaybı arasında paralellik var mı?

Osmanlı en dibe vurduğu zamanlarda bile büyük mütefekkirler yetiştirebiliyordu. Mesela Cevdet Paşa. Osmanlı bitti-yitti denilen bir dönemde ortaya çıkan bu adam, şayet geçmediyse, klasik dönem entelektüelleri ayarındadır. İkincisi Ahmet Avni Konuk! Mesnevi ve Füsûs şerhi yazmış. Hiç çekinmeden büyük şârihlerin dengine ismini yazabiliriz. Geride bıraktığımız âlemin ne kadar büyük olduğunu gösteren İbn-ül Emin, yazdığı her satırda Cumhuriyet idaresine taş atıyor, buna rağmen eserlerini Cumhuriyet idaresi basıyor.

-Neden?

Cumhuriyet bir taraftan Osmanlı’yı tasfiye ediyor ama diğer taraftan orayla yeniden irtibat kurma ihtiyacı duyuyor. İrtibatın en iyi şekilde İbn-ül Emin’in kaleme aldığı metinler üzerinden kurulabileceğini görüyorlar. Fuat Köprülü, Yahya Kemâl. Elmalılı Hamdi Efendi, ihtisas sahası tefsir olmadığı hâlde Cumhuriyet idaresinin talebi üzerine tefsir yazıyor. Bugün bütün müfessirleri toplasanız o ayarda bir eser veremez. Osmanlı dibe vurduğu dönemde bu tarz mütefekkirler çıkarıyordu.

-Peki, Cumhuriyet çıkarabildi mi?

Cumhuriyet kurulurken en büyük yıkım, Osmanlı ile yeni devlet arasındaki irtibatı sağlayacak mütefekkirlerin yetişmesini mümkün kılan ortamların baltalanmasıydı. Bîrûnî’nin Asar-ul Bâkiye’de gündeme getirdiği bir şey var. Kuteybe b. Müslim’den bahsederken diyor ki; ‘Türkistan havzasında İslamiyet’i yerleştirmek için tarihî birikimi taşıyabilecek kudretteki insanların ipini çekti.’ Yeni bir kültür yaratmak için stratejik olarak eski kültürün taşıyıcılarını tasfiye etmeniz lazım. Cumhuriyet kurulurken İstiklal Mahkemeleri eliyle yapılan da buydu. Klasik manada bir mütefekkirin yetişebileceği ortamlar, nesilleri belirli metinlere kilitleyen bakış açısı ortadan kalktı.

-Osmanlı’nın çöküşü klasik metinlerden kurtulup zamanı okuyamayan ulemaya fatura edilirken siz yeniden o metinlere dönülmesi gerektiğini mi söylüyorsunuz?

Entelektüel sistem, şerh haşiye kültürü üzerinden devam ettirir kendini. Bu gelenek belirli metinler etrafında döner. Bunlar bir medeniyeti toplayıp hülasa eden kitaplardır. Metinleri en iyi şekilde idrak ve ihata edebilmek için şerhler-hâşiyeler yazılır. Gelenekle irtibat kurularak asırlar içinde okunmuş ve yorumlanmış metinler aktüalize edilir. Bu klasiklere, zamanın kendi tabii akışı içinde bir kıvam verilir. Herkes üstad-talebe ilişkisi içinde yetişir. Günümüzde ise klasik dünyamızın yörüngesini tayin eden metinlerle doğrudan irtibat kuramayan insanlar bu geleneği mahkûm ediyor.

-Modern dönemin referansları neler ve bunları nasıl yorumluyor?

Okuma tarzı üzerinden bir karşılaştırma yapalım önce. Çünkü okuyuş tarzı, okunan metnin daima ilerisindedir. Osmanlı’da omurgayı belirleyen klasikler vardır. Az eser çok kere okunur. Herkesi aynı dünya görüşüne kilitleyen bu eserler dipsiz kuyu gibidir. Oralara bir kuyuya iner gibi inilir. Diğer taraftan sohbet halkalarını süsleyen klasikler vardır. Bu sohbetler etrafında herkes kendisini bulur. Mesnevi, Füsus-ul Hikem, Muhammediyye, Ahmediyye, Cenknâmeler, Battal Gazi Destanı okunur. Toplum bu metinler etrafında bir araya gelir, aynı dünya görüşünü benimser. Yahya Kemal boşuna, Viyana kapılarına nasıl gittik sorusuna Mesnevî okuyarak ve pilav yiyerek, demiyor. Pilav, Mesnevi okunan meclislere tekabül ediyor. Cumhuriyet döneminde okunan eserler ise insanları birleştirmekten çok ayrıştırıyor artık. Tespihin taneleri kopuyor. İşte bu yüzden nesillerin beraberce okuyabileceği beş kitap bulamaz hâle geliyoruz.

-O eserleri okumaya devam etse bile İslamî değerlerin reddi üzerine inşa edilmiş zihinlerin İslam’la var olmuş bir geleneği anlaması ne kadar mümkün?

Hemedani Makamat’ta ‘iyi olması mümkün kötülük türleri vardır’ diyor. Bu sözü referans alırsak umutlu olmamak için bir sebep yok. Fakat Cevdet Paşa’yı entelektüel geleneğimizin mezar taşı kabul edersek…

-Öyle midir?

Bence öyledir. Cumhuriyet Türkiye’si ne kadar gayret ederse etsin bir Cevdet Paşa çıkaramayacaktır. Konuşmanın başında, ‘projektörlerimizi çevirdiğimiz ayna mazi yani Osmanlı. Böyle olunca bize hikmet nâmına cehaletimizin bir sınırı olmadığını görmek düşüyor’ cümlesini bilerek kullandım. Bunu idrak edersek nereden başlamamız gerektiğini görme ve gösterme hususunda yol alabiliriz. Cevdet Paşa’dan sonra mütefekkir olarak selamlayacağımız veya o vasfı taşıyan insanların hepsi onun haşiyesinde dolaşıyor.

-Neden yetişmiyor artık böyle insanlar?

Siyasetinizle orantılı olarak; zamana ve zemine tahakküm etme gücünüz entelektüel gidişatınıza yansır. Bugün insanlar ilim ve irfan seferlerini nereye yapıyor? Batı’da malum bazı muhitlere. Klasik dönemde nereye yapıyorlardı? Basra, Bağdat hattına. Yüzü İslam’a ve kendine dönüktü. Tanzimat’la birlikte güzergâh önce Paris oldu. Sonra da Avrupa ve Amerika. Böyle bir hatta yetişen insanlar Osmanlı derken bile aslında Osmanlı’dan bahsetmiyor. Bize ait hiçbir karşılığı yok söylediklerinin. Ustalar değişti. Başka ustalara çıraklık yaptığımız için ustalaştığımız zaman bunun kimin meziyet hanesine yazacağımızı tartışmanın bir manası yok.

-Yeniden şekillenen entelektüel birikim bir kimlik inşa edebildi mi kendine?

Cumhuriyet kurulduğunda bir Batılı ‘Türkiye artık bizim için Batılı milletlerin en Doğulusudur!’ diyor. Hasan Âli Yücel de buna karşılık, ‘Hayır!’ diyor ‘Türkiye Şarklı milletlerin en Batılısıdır!’ Bu şu demek. Artık ne tam manasıyla tarihe, ne de garba aitsin. Âraftasın! Şu an Türkiye böyle bir âraf pozisyonunda. Avrupa Birliği tartışmaları bunun açık göstergesi. Kant’ın talebesi Schopenhauer “Avrupa Hıristiyan devletler konfederasyonudur. Hepsinin zemini, çerçevesi ve müşterek bağı Hıristiyanlıktır. Hâliyle Türkiye aynı coğrafî iklimde yer alsa da hakikatte Avrupa’nın bir cüz’ü olamaz” diyebiliyor. Coğrafi olarak ne kadar Avrupa’ya ait olursak olalım zihniyet kodları itibarıyla Avrupa’nın dışındayız. Siz içeriden inkâr etseniz de karşıdan öyle algılanıyor.

-Gelenekle irtibatın nerelerde ve neden koptuğu açık. Peki, devam ettiği alanlar var mı?

Bir halk irfanından söz edilebilecekse en büyük devamlılığın o noktada kendini gösterdiği bir gerçek. Mesela bizim köyde Yunus Emre’nin şiirlerini ezbere bilmeyene kız vermezler. Halk irfanının en bereketli göstergesidir bu. Ortalama insanın hayatında fikrin yerini kültür, örf, âdet ve gelenekler alır. Farabi’den beri böyledir. Düşünceyi mütefekkirler inşa eder, halk ve hayat da bunu sırtlanır. İstediğiniz kadar hor görün; bir çıkış olacaksa, tarikat ve cemaatler üzerinden olacak. Cumhuriyet devrinde sisteme nizam ve intizam verenler ne zaman Osmanlı ile irtibatı canlı ve kanlı tutmak isteseler cemaat ve tarikat benzeri kurumları filizlendirmişlerdir. Bu irtibatı zayıflatmaya, sıfırlamaya kastettiklerinde ise cemaat ve tarikatların köküne kibrit suyu dökmeye çalışmışlardır. Bu oluşumlardan vazgeçtiğinizde aslında kendinizden ve geçmişinizden vazgeçmiş oluyorsunuz. Fakat entelektüel zümreler ve akademi ortamında bir devamlılıktan söz etme imkânımız yok. Akademisyenlerin kaleme aldığı metinlere bakın, referans haritası hep öbür tarafa bakar. Ziya Gökalp’ın tavrını hâkim kılacak bir halet-i ruhiye kendini ele verir…

aksiyon dergisi

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum