Anılarda 12 Eylül

Anılarda 12 Eylül
12 Eylül 2019 - 22:51

Anılarda 12 Eylül

Saliha CÖMERT

Türk Yurdu Dergisi Eylül 2014 - Yıl 103 - Sayı 325

12 Eylül 1980 darbesi “siyasi” içerikli bir edebiyatın doğmasına yol açmış; şiir, roman, hikâye, tiyatro ve anı/hatırat gibi edebî türlerde bu sürecin yansımalarını konu alan birçok eser üretilmiştir. Bu tür eserleri içerikleri ve yazarlarının ait oldukları siyasi kimlikleri itibarıyla “devrimci” ve “ülkücü” diye nitelendirmek mümkün görünmektedir. Bu yazıda, söz konusu darbenin “ülkücü edebiyat”a yansıması bağlamında “12 Eylül İşkencesinde Ülkücü Bir Gazetecinin Dramı”[1] ve “12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak”[2] başlığını taşıyan anı/hatırat türünde kaleme alınmış iki eserin incelemesi yapılmıştır. Bu eserler, darbe sürecini bizzat yaşamış ve mağduriyet görmüş yazarlar tarafından üretilmiştir.

        Anı, “Yaşanmış olayların anlatıldığı yazı türü, hatıra.”[3]biçiminde tanımlanır. Cemil Meriç ise “Hatırat smokinli fotoğraf çektirmektir. Tarihin karşısında poz alıştır. Hatıralar indî hükümler taşır, sübjektiftir.”[4]açıklamasını yapar. Buna göre anılar, olayların kişilerin zihinlerinde yer ettikleri şekliyle yapılan öznel aktarımlarıdır. Bu öznelliğe karşılık anı yazarları üstlendikleri toplumsal sorumluluk gereği diğer kurmaca eserlerdeki gibi hayali bir kurgulama yerine somut vakaya olabildiğince sadık kalmayı tercih ederler. Bu tutum anı türünü, edebî metin olmanın yanında tarihî bir vesikaya da dönüştürür. Böyle olduğu için tarih yazıcıları sık sık bu türden metinlerden yararlanırlar. Buna karşılık her sözel metnin geniş anlamıyla “edebiyat”ın sınırları dâhilinde olması bir yana, bu türden eserlerin bazıları aynı zamanda sanatlı metin olarak mülahaza edilir. Bu kapsamdaki metinlerin gerçeği değiştirmesi; “çarpıtması” söz konusu değildir; sanat, sunum biçiminde ve üslupta kendini gösterir.

        Anıların yazılmasının birden çok sebebi vardır. Bir sanatçının anı yazmasındaki temel amacın yine “sanat yapmak” olması güçlü bir ihtimaldir. Siyasi veya askerî bir şahsiyet tarafından yazılan bir anıda ise toplumsal mesaj verme kaygısının öne çıkması beklenen bir tutumdur. “Unutulma korkusundan kurtulmak; kişinin kaybolup gitmesine gönlü razı olmayacağı bir gerçeği ortaya koymak; yazma alışkanlığı içinde bulunmak; birlikte yaşadığı kişilerden kimilerine duyduğu hayranlığı belirtmek; tarih ve kamuoyu karşısında hesaplaşmak, pişmanlık duygularını anlatarak rahatlamak, bir çeşit günah çıkarmak; gelecek kuşaklara bir ders vermek; siyasal hasımlarını kötülemek ya da kendisini savunmak.”[5]biçimindeki bir tespit ise anıların yazılış sebeplerini en geniş çerçevede ifade eder.

        12 Eylül İşkencesinde Ülkücü Bir Gazetecinin Dramı

        “Ülkücü edebiyat”ın bir ürünü olan bu eser, gazeteci Ali Bademci tarafından yazılmış anı türünde bir metindir. İlk gençlik yıllarından itibaren ülkücülüğe gönül vermiş; 1976’dan itibaren Hergün gazetesinin Adana sorumlusu olarak çalışmış; 12 Eylül’de tutuklanmış ve işkencelerden geçirilmiş; üç ayı aşkın bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmış olan Bademci, sanat yapmaktan ziyade bir dönemin gerçeklerinin bilinmesi ve genç kuşaklara aktarılması amacı güden eserini yazma sebebini, kitabın “Giriş” kısmında şöyle açıklar:

        “Ülkemizin falakasını bizleri kullanmak isteyenlerin nafakasına tercih ettik. İşte elinizdeki bu küçük kitapçık genç sayılabilecek bir yaşta fikirleri için falakaya yatırılıp ayaklarından tavana bağlanan bir düşünce adamının yaşadığı gerçek hayat hikâyesidir. Bu yazılarda kitabın her tarafında bir hayat tecrübesi olarak serpiştirilen ve adeta kanunlaşması gereken ‘Ülkücüye Notlar’ göreceksiniz. ” (s. 11)

        Yazar satır aralarında gazetecilikle ilgili yaptığı çalışmaları ve darbe günlerine gelirken Türkiye’nin genel görünümüne dair izlenimlerini paylaştıktan sonra 2010’da yapılan Referandum’dan beri belli grupların ve kişilerin sıklıkla 12 Eylül’de işkenceye maruz kaldıklarını ifade ettiklerini belirterek, “Bana inat herkes olmayanları yazıyor da; ben veya biz neden olanları anlatmaktan imtina ediyoruz diye düşündüm.” (s. 35) sözleriyle eserini yazma sebebine dair açıklamada bulunur. Yazara göre, 12 Eylül’de en çok işkence görenler ve buna rağmen yaşadıklarını anlatmaya çekinenler ülkücülerdir. Bademci, bu hususta şu satırları yazar:

        “Şurası bir gerçektir ki eğer 12 Eylül sorgulamaları için 100 kişi elden geçirilmişse, doğrudur ki 90’ı solcu 10’u ülkücüdür. Ama hemen veya kısa zamanda bırakılanların 99’u solcu ancak 1’i ülkücüdür. İşkence için de aynı yoldan gitmemiz lazımdır. Yani 12 Eylül gözaltı ve tutuklamalarında işkence görenlerin %100’ü Ülkücü çok az bir kısım da solcu veya DDKO diye bilinen “Kürd” ayrılıkçılarıdır.” (s. 36)

        12 Eylül 1980’de tutuklanan Ali Bademci, Adana’daki 46 ülkücü sanıktan birisi olarak yargılanır. Ona atfedilen suç, kamuoyunu MHP lehine yönlendirmek ve Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un öldürülmesi emrini Alparslan Türkeş’ten alarak olayın failine iletmektir. Bu suçlamalara karşılık yazar, ülkücü biri olarak MHP’ye ait olan bir gazetedeki faaliyetlerinin taraflı olmasından daha doğal bir şey olmadığını ve bunun bir suç olarak değerlendirilemeyeceğini; Cevat Yurdakul’un öldürülmesindeki rolü ile ilgili iddianın da gerçekle alakasının olmadığını; Alparslan Türkeş’le hiçbir şekilde Cevat Yurdakul hakkında konuşmadıklarını; suçlamaların asılsız olduğunu ifade eder. Buna rağmen yazar 105 gün tutuklu kalmış ve sonunda suçsuz olduğu anlaşılıp serbest bırakılmıştır. Yazar bu 105 gün boyunca fiilî ve psikolojik işkencelerden geçirilmiş; falakaya yatırılmış, askıya çekilmiş, hücreye kapatılmış; kendisine isnat edilen suçları kabul etmesi ve hazırlanan ifadeyi imzalaması için zorlanmıştır. O, bu arada diğer ülkücü arkadaşlarına yapılan işkencelere de şahitlik etmiş; işkencelere dayanamayanlarınsa işlemedikleri hâlde birtakım suçları üstlendiklerini görmüştür. Ali Bademci bu ilk tutuklamadan sonra da defalarca gözaltına alınmış; “Süleyman Ateş davası”ndan hükümlü olduğu yedi aylık hapis cezasından 105 günün düşürülmesiyle 16 gün daha hapis yattıktan sonra serbest kalmıştır.  Fakat cezaevinden çıkmak yazar için bir kurtuluş olmamış; işsizlik ve maddi sıkıntılar da onun için başka bir işkence vesilesi haline gelmiş; o günlerden sonra bir daha gazetecilik yapmayarak hayatını fotoğrafçılıkla idame ettirmiştir.

        12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak

        Mehmet Kürşat tarafından yayımlanan bu eser “İşkence Tezgâhlarında Ülkü Yolcuları” ve “Darağacında Ülkücü Olmak” başlıklarını taşıyan iki ana bölümden oluşmaktadır. Anı derlemesi olarak ifade edilebilecek olan ilk bölümde “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası”nda yargılanan on sekiz ülkücünün, Kayseri Zincidere Askerî Cezaevi, Konya Dutlukır Askerî Cezaevi, Bartın Özel Tip Cezaevi, Bursa Özel Tip Cezaevi, Eskişehir Özel Tip Cezaevi, Selimiye Askerî Cezaevi, Kartal Maltepe Askerî Cezaevi, Mamak Askerî Cezaevi ve çeşitli emniyet müdürlüklerindeki gözaltı ve tutukluluk süreçlerinde maruz kaldıkları işkencelerle 12 Eylül darbesi hakkındaki düşünce ve değerlendirmeleri içerir. Eserin ikinci bölümünde ise 12 Eylül Darbesinden sonra idam edilen sekiz ülkücünün mektuplarına ve eğer varsa arkadaşlarının onlar hakkında aktardıkları anılara yer verilir. Eserin başında “Ülkücü Hareket-Komünizm İhtilalin Olgunlaştırılması” başlığını taşıyan giriş niteliğindeki kısım ise Mehmet Kürşat tarafından kaleme alınmış olup, 12 Eylül Darbesi’ne giden süreçte yaşanan olayların anlatılması ve “Ülkücü Hareket”in temel özelliklerinin belirtilmesiyle oluşturulmuştur.

        İlk bölümde, 12 Eylül darbesi yapıldıktan sonra “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası” kapsamında yargılanan ülkücülerden bir kısmı, tutuklanma anlarından başlayarak maruz kaldıkları işkenceleri anlatırlar. Bu anıların büyük benzerlikler göstermesi ve anlatılanların çoğunda aynı mekânlardan ve şahıslardan söz edilmesi dikkat çeker. Bu anlatımlara göre; darbeden sonra hızlı bir şekilde tutuklamalar başlamış; darbecilere göre, “12 Eylül öncesinde meydana gelen birçok olayın faillerinin bulunması ve ülkedeki anarşi ortamına son vermeyi” amaçlayan bu tutuklamalarda insanlık dışı uygulamalar ve işkenceler yapılmış; işkence altında imzalanan ifadelerle yeterli tanık ve delil olmamasına rağmen mahkemeler taraflı hükümler vermiştir. Eserde, anılarına yer verilen şahısların hemen hepsi tutuklandıkları andan itibaren şiddete maruz kalmıştır. Tutuklanıp araçlara bindirilir bindirilmez gittikleri yerleri ve kendilerine şiddet uygulayanları görmemeleri için siyah bezlerle gözleri kapatılan tutuklular, daha arabalardayken dövülmeye başlanmıştır. Gözaltı süresince gözlerdeki siyah bezlerin çıkarılmasına müsaade edilmemiş, işkence yapan kişilerin görülmekten çekindikleri belirtilmiştir. Sorgulama başlar başlamaz işkenceler de başlamış, tutuklulardan daha önce hazırlanmış ifade metinlerini imzalamaları istenmiştir. Böylece 12 Eylül öncesinde meydana gelen olayların suçlularının yakalandığını kamuoyuna duyurmak amaçlanmıştır:

        “Sordukları sorulara nasıl olursa olsun kabul eder mahiyette cevap vermek gerekiyordu. Zira asıl gayeleri sordukları olay hakkında bilgi edinmek değil, her olaya bir fail bulmaktı. Suçlu olup olmamak onlar için önemli değildi. Devleti yönetenler, darbe ile yönetimi ele geçiren güçlerin mantığı olayların faillerinden ziyade her olaya bir sanık bularak halka, işte biz bütün olayları yapanları yakaladık imajı vermekti.” (s. 27)

        İşkenceye daha fazla dayanamayan bazı ülkücüler kendilerine verilen ifade metinlerini imzalamışlardır. Fakat bu da işkencelerin son bulması için yeterli görülmemiş, suç ortakları ve olaylarda kullanılan suç aletlerinin de ortaya çıkarılması istenmiştir.

        12 Eylül tutuklularına yapılan muameleler genel anlamıyla işkence sözcüğünde karşılığını bulmasına rağmen bu işkencelerin nasıl yapıldığı da eserin önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Falaka, elektrik verme, çarmıha germe, banyo işkencesi gibi adlar verilen bu işkenceler, uzun yıllar unutulmayacak derin acıların da sebebi olmuştur. Tutuklananlar başlangıçta uzun süre ayakta kalmaya zorlanmış; oturma girişiminde ise nöbetçi askerler tarafından engellenmiştir. Yüzü duvara döndürülen tutukluların ellerini olabildiğince yukarıya kaldırarak duvara tutunmaları, tek ayaklarını da kaldırmaları sıklıkla uygulanan bir işkence yöntemi olmuştur. Hem uykusuzluk hem de maruz kalınan diğer işkenceler sabrın sınırlarını zorlamış, psikolojik anlamda da yoğun bir işkence söz konusu olmuştur:

        “Orada 15 gün kaldım ve bu süre içerisinde bir kapının demir parmaklıklarına kelepçeli olarak ayakta bekletildim. Oturmak ne kelime, duvara dahi yaslanamadım. Dalıp uyuyacak olup yere doğru oturmaya kalktığımda bileğimi yara eden kelepçenin verdiği dayanılmaz acıyla ayağa fırlıyordum. Ayakta uyumayı orada öğrendim, dile kolay, geceli gündüzlü on beş gün ayakta durmak.” (s. 145)

        Falaka, tutuklunun yere yatırılarak ayaklarına sopayla defalarca vurulması şeklinde gerçekleştirilmiştir. Fakat sorgu sırasında atılan falakadan sonra sivri uçlu sopalarla ayakların altını çizmek ve kanatmak; falakadan sonra mahkûmun zıplamasını isteyerek acısını kat kat arttırmak da yapılan uygulamalar arasındadır.

        Çarmıha gerilmek olarak adlandırılan işkence yöntemindeyse tutuklunun elleri uzunca bir sopaya bağlanır ve bu sopa iki dolap üzerine koyularak kişinin asılı kalması sağlanır. Bu şekilde uzun süre kalıp vücudu kasılan kişiye elektrik verildiği ve coplarla vurulduğu da belirtilmektedir:        

        “Havada asılı kalmıştım, kollarım koparcasına vücudum gerilmişti. Çarmıh denilen işkence türünü uyguluyorlardı; havada, boşlukta duruyordum. Aradan geçen dakikalar sonrasında canım çok yanmış, bağırmaya başlamıştım. Ellerindeki coplarla vücuduma vuruyorlar, küfür ediyorlar, direncimi kırmaya çalışıyorlardı. Burada iki saat kalmıştım, o iki saat aylar gibi gelmişti. Bayılacak duruma gelince yere indiriyorlar, ayılınca tekrar çarmıha geriyorlardı.” (s. 69)

        Tutuklulara sorgu sırasında yapılan işkencelerden biri de banyo işkencesi olarak anlatılır.

        “Banyo işkencesi… Burada insanın kafasına torba geçirilir, vücudu tamamen ıslatılır ve dövülür. 10-15 asker, başlarında bir subay olarak yapılan bu işkence sonrasında insan oturamaz, konuşamaz, yatamaz, yiyip içemez. Ancak bir hafta sonra normale doğru yol alır.” (s. 181) şeklinde ifade edilen bu işkenceyle de tutukluların bütün uzuvları zarar görür.

        Vücuda elektrik verme ise yapılan işkenceler arasında en acımasız olanıdır. Tutuklular bu işkence sırasında çırılçıplak soyulmuş olmalarından dolayı utanç duyduklarını belirtmekte; bunun yanında da elektrik şokuyla tarifsiz acılara maruz kalmaktadır:

        “Sorgu odasına sokulduğumda bir tekme ile kendimi yerde buldum. Hemen kaldırıp kayışlarla bağlayıp kafama bir kapşon geçirdiler, sadece parmağıma demir bir halkanın geçirildiğini hissettim. Göğsüme bir polis oturdu, elindeki kabloyu dişlerime, dilime, gözkapaklarıma, kulak memelerime değdirmeye başladı. Bu işkencenin ne kadar sürdüğünü bilmiyordum; ama her uzvuma dokunuşunda içim çekiliyor, her tarafımı titreme alıyordu.” (s. 90)        

        Tutuklular sorgu odalarında yapılan işkencelerden sonra mahkemelerde yargılanarak cezaevlerine gönderilmişlerdir. Cezaevleri de işkencenin devam ettiği yerler olarak görülmektedir. Askerlerin görev yaptığı cezaevlerinde, er olsalar dahi her askere ‘komutanım’ diye hitap edildiği ve onların mahkûmlar üzerinde baskı kurdukları belirtilmiştir. Mamak Askerî Cezaevi 12 Eylül döneminde işkence denildiğinde ilk akla gelen yerlerden birisidir. “Mamak’ta görev yapanlar özellikle seçiliyordu. Cahil, sadist ve psikolojik sorunları, kaprisleri, kompleksleri olan kişileri… Asker, astsubay, subay hepsi de inanın kişilikleri bozuk kişilerdi…” (s. 97) şeklinde Mamak’ta görev yapanlar anlatılmış; onların yaptıkları işkencelere herhangi normal insanın katlanamayacağı belirtilmiştir.

        Mamak Cezaevine getirilen mahkûmlar daha ilk andan itibaren şiddete maruz kalmış ve burada insanlık dışı uygulamaların muhatabı olmuşlardır: “Cezaevine geldiğimizde cephede düşmana saldırır gibi askerler tutuklulara saldırdılar. Ellerindeki copları neremize gelirse gelsin vurmaya başladılar.” (s. 101) şeklinde ifade edilen cezaevine girme, cezaevi girişindeki “kafes” adı verilen dört tarafı da demirlerle çevrili yere konulmakla devam etmektedir. Kafeste saçları kesilen ve sağlık muayenesi yapılan mahkûm üç gün ile on beş gün arası bir süre burada kalmakta, askerlerin copla saldırmalarına ve sözlü hakaretlerine maruz bırakılmaktadır.

        Kafes cezasından sonra mahkûmlar koğuşlara alınmakta, burada askeri nizama uymak zorunda bırakılmaktadır. Koğuşlar alabileceklerinden çok daha fazla kişiyle doldurulmuş, mahkûmlar yataklarda iki ya da üç kişi yatmak zorunda bırakılmıştır. Mahkûmlara az miktarda yemek verildiği; bunun yanı sıra yemeklerden mutfakta olması imkânsız olacağı düşünülen toprak, çivi, çorap gibi nesnelerin çıktığı belirtilmiştir. Bu kısıtlı imkânların yanı sıra dayak olayları devam etmiştir. Sabah altıda kalkan mahkûmlar, koğuş dışına tek sıra halinde sayıma çıkmakta, bu arada karşılıklı olarak koridora dizilen askerlerin arasından coplanarak geçirilmektedirler. Sayım sırasında mahkûmlar başlarını askerleri göremeyecek şekilde yukarı kaldırmak ve olabildiğince yüksek sesle sayıma iştirak etmek zorunda bırakılmaktadırlar. Bu arada koğuş araması şeklinde mahkûmların eşyaları askerler tarafından yelere saçılmakta ve üzerine basılmaktadır. Bu koğuş arama olayının mahkûmların koğuş dışında olduğu her sefer yapıldığı ve bunun da günde üç kere olduğu belirtilmektedir.

        “Yatışlar dahi nizami idi. Hazır olda yatıyor, uyurken esas duruşu bozanlar uyandırılıyor ve nöbetçi asker tarafından cop vurularak cezalandırılıyordu. Sabahtan akşama kadar ise kırk beş dakika eğitim, on beş dakika istirahat ile geçiyordu. İstirahat dediğim, daima diz çökerek oturmaktan ve bir sigara içmekten ibaretti.” (s. 85)

        Bu fizikî işkencelerin yanında bir de eğitim işkencesi vardır. Eğitim; silahsız olarak yapılan askerî talimler, Atatürk ilke ve inkılâpları hakkında bilgi veren kitapların okunması, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin, İstiklâl Marşı’nın on kıtasının ve çeşitli askeri marşların ezbere okunmasını içermektedir. “Toplu namaz kılmak, tespih çekmek, namaz takkesi takmak, seccade bulundurmak yasaktı. Aramalarda böyle bir şey bulurlarsa anında cezayı keserlerdi.” (s. 143) şeklindeki yasakların da cezaevi kuralları arasında bulunduğu belirtilmekte, mahkûmların sürekli gözlem altında tutulduğu ifade edilmektedir.

        “12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak”ta anılan işkencelerden biri de “karıştır-barıştır” yöntemidir. Bununla kastedilen devrimcilerle ülkücülerin aynı koğuşlara konmasıdır. Bu yöntemi uygulayanlar, sözde bu görüş sahipleri arasında barış sağlamak istemiştir. Oysa çoğunlukla durum böyle olmamış; cezaevlerinde karşı görüşteki kişiler arasında çıkan çatışmalarda sakat kalanlar, hatta ölenler olmuştur.

        “Koğuşlar, boş; hücreler, tecritler doluydu. Geride ölen, sakat kalan birçok kişi kaldı. İşte ‘Karıştır-Barıştır’ formülünün sonucu… Bu planın birçok boyutu olmasına rağmen ben iki tespitimi aktaracağım. Bu planın gayesinden biri, acaba cezaevi şartları bu gençliğin dinamizmini ve radikal tavrını törpüleyebilir mi? İkincisi, cezaevlerinde devamlı bir şeylerle meşgul olsunlar, yeter ki kitap okumasınlar, eğitim faaliyetlerinde bulunmasınlar.” (s. 64)

          Anılarını anlatan ülkücülerden bir kısmı bu “karıştır-barıştır” uygulamasının siyasi tavırlarını netleştirdiğini, görüşlerinin daha sağlam temeller üzerine oturmasını sağladığını belirtmiş olsa da genel kanaat bu uygulamanın kasıtlı olarak yapıldığı ve bu şekilde cezaevinde de çatışmaların körüklendiği yönündedir.

        12 Eylül darbesinden sonra tutuklananlara yapılan işkencelerin sebepleri düşünüldüğünde Ahmet Ercüment Gedikli’nin anılarını anlattıktan sonra yer verdiği şu tespit önemlidir:

        “Ne yapılmak isteniyordu? Uygulanmaya çalışılan, Kore savaşı sırasında kuzeylilerin esir aldıkları Amerikalı askerlere uyguladığı ve daha sonra CIA uzmanlarınca geliştirilen beyin yıkama metotlarının acemice bir kopyasıdır. Gaula metodu adıyla NATO talimnamelerinde yer alan bu işlem; öncelikle esirlerin gecesi gündüzüne karıştırılarak şiddet uygulama, aşağılama, ses şoku, slogan tekrarı esasına dayanır. Bu işlemlerin tamamı askeri cezaevlerinde fazlasıyla uygulandığı halde en önemli faktör olan zamanı unutturma gerçekleştirilemediğinden beyin yıkama operasyonu başarısızlıkla sonuçlanmıştır.” (s. 173)

        Nitekim 12 Eylül darbesinden sonra sorgu odalarında ve cezaevlerinde mahkûmların maruz bırakıldıkları şartlar beyin yıkama metodu olarak nitelendirilen uygulamalarla birçok yönden örtüşmektedir.

        Eserin “Darağacında Ülkücü Olmak” başlığını taşıyan ikinci bölümünde, 12 Eylül 1980 sonrasında yargılanarak idam edilen sekiz ülkücü şehit ile ilgili olarak aile ve arkadaşlarının anılarına ve onların bıraktıkları mektuplara yer verilmiştir. Ailelerin idam kararını öğrenmesi, infazın gerçekleştirilmesi ve cenaze işlemleriyle ilgili olan anılar anlatılmış, idamlardan sonra duyulan üzüntüler dile getirilmiştir. Ali Bülent Orkan ve Fikri Arıkan ile ilgili olarak aynı cezaevinde tutuklu bulunan Yusuf Ziya Arpacık’ın anılarına yer verilmiştir. İdam edileceklerin hücrelerde yalnız bırakıldığını belirten Arpacık, Ali Bülent Orkan hakkında şu sözleri söylüyor:

        “Hey, asker ağa, bir baksan, diye kapıdaki yüzbaşıya seslenerek mitolojik bir çıkış yapıyor ve günlük sakal tıraşının mecbur olduğu o işkence günlerinde bir haftalık sakalı ile üç adım hücre voltası atarak havalı havalı yürüyordu… O sanki idam mahkûmu değil de ilahi bir celsenin hâkimiydi…”(s. 212)

        Fikri Arıkan’ın ise idama sevinçle gittiğini, beraber yargılandığı arkadaşı Eyüp’ün idamdan kurtulması haberini cezaevindekilere sevinçle duyurduğunu belirtmiştir. Şehitlerin mektuplarında ise ailelerine ve dava arkadaşlarına nasihatleri, idam kararlarının kendilerini üzmediği ve ailelerinin de bu karardan dolayı üzülmemelerini istedikleri yer almaktadır.

        “12 Eylül İşkencesinde Ülkücü Bir Gazetecinin Dramı” ve “12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak” başlıklı eserler tarihin belli bir dönemine ışık tutma, o dönemde yaşananların unutulmasının önüne geçme iddiasını taşırlar. Anlatılanların üzerinden zaman geçmesi, yazarın geçmişte yaşadıklarını farklı yorumlaması ya da yaşananların bir kısmının unutulması gibi nedenlerden dolayı anılar, tamamıyla nesnel metinler değildir. Anılar tarihe kaynaklık eder; fakat daima belgelere dayanmaz ve zaman zaman öznel yargılara da yer verilebilir. Yukarıda da değinildiği gibi sanatlı edebî metin hüviyeti de taşıyabilen bu metinlerde zaman zaman estetik endişenin somut gerçeğin önüne geçmesi ihtimalinin de göz önünde tutulması gerekir. Sanatlı metinler hakkında Berna Moran, “Bir edebiyat eseri [bu] olumlu yan etkileri açıkça ders vererek değil, çeşitli kişileri çeşitli durumlarda canlı olarak önümüze koymakla daha iyi meydana getirir. Öyleyse bir eserin yararlı yan etkileri olabilmesi için ilk önce başarılı bir sanat eseri olması şarttır.”[6]ifadelerini kullanır. Edebî eserin “okuyucunun ahlaksal, politik alanlardaki ufkunu genişletme, deneyimlerini arttırma, düşünme yeteneğini kamçılama ve olgunlaştırma”[7]gibi yan etkilerinin ise başarılı bir sanat eseri olmasıyla ilişkili olduğunu söyler. Gerçeği anlatma iddiasından yola çıkan anılarda sanatkârane tutum daima sınırlandırılsa da estetik haz yaratma iddiasından bütünüyle azade olmadığı muhakkaktır. İnceleme konusu eserlere bu açıdan bakıldığında şu tespitlere ulaşılmıştır:        

        “12 Eylül İşkencesinde Ülkücü Bir Gazetecinin Dramı” adlı eser yazarın tutuklanması ve işkence görmesiyle bağlantılı olaylarla başlar ve 12 Eylül darbesinden sonra hapiste yaşadıkları, yargılanması ve serbest bırakılması süreçlerini içerir. Yazar, gençlik yıllarından başlayarak iş hayatını ve siyasi faaliyetlerini kronolojik düzen içinde ve on bir bölümde anlatır. Eserin “Hayat Devam Ediyor” başlıklı on ikinci bölümü ise anı türünün kapsamında değerlendirilemez; yazarın günümüz Türkiye’si hakkındaki görüş ve düşüncelerinden oluşur.

        Ali Bademci, sadece anılarını sunmakla yetinmez; zaman zaman okuyucuya da hitap ederek onları düşünmeye davet eder.

        “Adana’da zamanın Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un polis müdürü veya âmirleri bir gece İnşaat Meslek Lisesi lojmanında birlikte oturan ve ülkücü olarak bilinen sekiz öğretmenin evinde arama yapar, fakat suç unsuru bir şey bulamazlar. Öğretmenlerden ikisi polis baskınından kuşkulanır ve geceyi geçirmek üzere başka mekânlara giderler. Korkulan başa gelir ve sabaha karşı 6 ülkücü öğretmen hunharca katledilir. Sıkı durun, aradan zaman geçer bu sefer aynı okulun 16 yaşındaki ülkücü öğrencisinin Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul cinayetinde adı geçer ve 12 Eylül’de tutuklanarak 12 yıl içerde yatar. Yani şimdi bu sıralı olaylar hep tesadüf mü? Tabii ki tesadüf değil ve millet bile bile birbirine kırdırılmıştır.” (s. 35)

        Alıntıda “sıkı durun” diye hitap edilen; soru yöneltilerek düşünmeye sevk edilen kişi okuyucudur. Eserde sıklıkla karşılaşılan bir başka durumsa yazarın güncel konularla geçmişi bağdaştırması ve birtakım yorumlarda bulunmasıdır. Bu uygulamalar eserin ideolojik bir metin gibi algılanmasına neden olmakta, anlatılanlarda estetik kaygılardan çok siyasi söylemler ağır basmaktadır.

        Ali Bademci, anılarını kısa cümlelerle, daha sonra konu hakkında öğrendiği diğer bilgileri de ekleyerek aktarır. Özellikle şahısların fiziksel özelliklerinin anlatımında sıfatlardan yararlanılır. Yazar, eserinde siyasi anılarının dışında ailesi ve arkadaşları ile yaşadıklarına da yer verir:

        “İfadeden çıkınca çok yakınlarda, bayramdan beri görmediğim anamın sesini duyar gibi oldum. Kendi kendime acaba rüya mı görüyorum diye düşünürken bu sefer babamın da ‘Fatma beni bekle.’ dediğini işittim. ‘Anne-Baba!’ dedim ama görevli beni kaldığımız nezarete iteleyerek kapıyı kapattı. Ses az çok duyuluyordu; gerçekten boyu 1.50’yi geçmeyen anam sigara da içmediği için bir çırpıda bilmem kaç kat çıkmış, 1.90’lık babam kilosu da olmamasına rağmen günde iki tabaka tütün içtiği için alt merdivenlerde kalmıştı. Onun için işte biraz da dağlı kafası ile anama kızıyordu.” (s. 67)

        Görüldüğü gibi yazar, olayları birtakım yorumlarla zenginleştirme yoluna gitmiştir. O, olaylarla birlikte duygularını da aksettirmek, böylece okuyucuyla fikir birliği sağlamanın yanında duygusal bir bütünlük yaşamak istemiştir. Yazarın bu tutumu, anlatımı akıcı hale getirmenin yanı sıra okuyucunun eserle özdeşlik kurmasını sağlamak, böylece estetik haz yaratmak amacı güder.

        Mehmet Kürşat’ın hazırladığı “12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak” eseri ise on sekiz kişinin anılarına dayanır. 12 Eylül sonrasında ülkücülere yapılan işkenceleri ortaya koymak amacıyla yazılan bu anıların yazarları farklı olmasına rağmen estetik haz yaratma konusunda bu eserde de benzer bir tutumla karşılaşırız. Eserdeki anıların tamamı, yazarının tutuklanmasından başlayarak serbest bırakılmasına kadar geçen sürede gördüğü işkenceleri anlatmasına dayanır. Yazarlar, ideolojik söylemlerde bulunmaktan sosyal ve siyasi yorumlar yapmaktan çekinmezler.

        “Demokrasiden yana, Türkiye’nin bağımsızlığını rehber edinmiş Türk insanına özgürlüğü vermiş olan Atatürk bunları görse bir dönemin gençliğini yok etmeye çalışan bu sahte Atatürkçüleri, Yunan’ı denize döktüğü gibi yine denize dökerdi.” (s. 47),

        “Koğuşa verildiğimde ülkücü ve sol görüşlü kişilerin aynı koğuşta, karışık olarak tutulduklarını gördüm. Anlaşılan ihtilal öncesi oynanan oyun cezaevlerinde de düşünce sahibi kişilerin birbirlerine zarar vermeleri hesaplanarak karıştır-barıştır uygulaması adı altında devam ediyordu.” (s. 154),

        “Rejimin bizleri bu işkence, haksızlık, adaletsizlik zincirinden geçirmesinin tek bir sebebi vardı, Ülkücü Hareket’in Türk milleti ve Türkiye için çözüm üreten kendi kimliği ile demokratik yönetime talip alternatif bir sistem getirmek istemesidir.” (s. 159)

        Eserden alıntılanan bu pasajlar farklı yazarlar tarafından kaleme alınmıştır ve hepsinde de fikirler doğrudan okuyucuya aktarılmak istenmiş; herhangi bir estetik kaygı güdülmemiştir. Bu tutum, anlatıcıların edebî bir eser oluşturma endişesi taşımaktan çok tarihe tanıklık etme isteğinden kaynaklanır. Yazarın/anlatıcının okuyucuyla konuşması; okuyucuya hitap etmesi “12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak”’ta da karşılaşılan bir durumdur. “Emin olun, işkence sırası beklemek en korkunç işkencelerden birisidir.” (s. 80),“Sizlere uydurma bir senaryo ile idam cezası almama sebep olan olayı anlatmak istiyorum.” (s. 109), “Anlayacağınız ben hâlâ gözaltında tutuluyordum.” (s. 140) Bu alıntılarda da görüleceği gibi okuyucuyu bilgilendirme ve kendisine inandırma amacı güden anlatıcılar bilinçli bir biçimde konuşma dilini tercih ederler.

        Bu anıların sunumunda düzenli fiil cümlesi ağırlıklı bir gramatikal tercihten de söz etmek mümkün görünmektedir. Bu tutumun olay ağırlıklı içerikle ilişkisi bir yana anlatıma hareketlilik kazandırdığı; estetik haz yaratıcı unsurlardan olan heyecan duygusunun yükselmesine yol açtığı bir gerçektir. Cümle yapısıyla ilişkili bir diğer husus olarak da eksiltili ya da üç nokta ile bitirilen cümlelerden sık sık yararlanılmasıdır. Bu tür cümleler okuyucunun muhayyile gücünü hareket geçirerek zaman zaman edebî haz yaratmada önemli bir işlev görebilir. Burada da bilhassa cezaevleri anlatılırken bu tür cümlelere başvurularak bu işlevden yararlanılmak istenmiştir.

        “Orası için kin, nefret, intikam tohumları eken bir çiftlik diyebilirim. Maddi ve manevî her türlü gizliliklerin, çirkefliğin, rezilliğin yapıldığı bir yer… Millî ve dini değerlerin ayaklar altına alındığı, saygı, sevgi ve hürmet gösterilmesi gereken değerlere fiili ve sözlü hakaret ve tecavüzün edildiği yer…” (s. 183)

        Yazarın ve anlatıcıların mekân ve şahıslarla ilişkili tasvirî ögelere yer vermesi de bir anlatım özelliği olarak karşımıza çıkar. Tasvir, görme duyusuna hitap eden okuyucuyu metne bağlamada sık sık yararlanılan bir tekniktir. Estetik hazzın kaynaklarından biri, okuyucunun metinle özdeşlik kurması olduğu için tasvirler böyle bir işlev görürler. Burada da yazar bu bilinçle hareket etmiş görünür ve sık sık bu tasvirî ögelerden yararlanır.

        “Odanın içerisinde sol tarafta yüzleri duvara dönük, şahadet parmakları yukarıya doğru kaldırılmış, duvara dayalı vaziyette, gözleri bağlı, tek ayaklarının üzerinde duran üç kişi bitkin bir vaziyette duruyordu. Aynı odanın içerisinde sağ tarafta gözleri bağlanmış bir bayanın diğer üç kişi gibi durduğunu fark ettim.” (s.128)

        “Mamak Askerî Cezaevi’ne demirden bir nizamiye kapısından geçilerek girilir. Çevre yüksek duvarlarla, tel örgülerle çevrilidir. Duvarların iç tarafları ve blokların arası mayın döşelidir. Çelik kuleleri, projektörleri adım başı rastlanan silahını çaprazlama tutan nöbetçileri, kurt ve kangal köpekli devriyeleri, duvarların üzerindeki otomatik silahlı askerleriyle garip bir yerdir Mamak…” (s. 168)

        “On İki Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak” eserinden alıntılanan yukarıdaki pasajlar birer tasvir örneğidir. Anlatıcılar, yaptıkları bu tasvirlerle okuyucunun anlatılanları gözünde canlandırmasını sağlamıştır. Böylece de okuyucunun mekânlar ve olaylar arasında bağ kurması kolaylaşmıştır.

        Anı/hatırat Eski Yunan çağından beri bilinen bir yazı faaliyetidir. Bizim edebiyatımızda bilhassa Tanzimat senelerinden itibaren yaygınlaşmış olup siyasi ve edebî nitelikli birçok anı kaleme alınmıştır. Anı yazmak insani bir ihtiyacın; hafızayı diri tutma, kalıcı olma isteğinin de bir yansımasıdır. Siyasi anılar, yazanın yaşadığı kişisel tecrübelerle birlikte devrinin şartlarını gelecek kuşaklara aktararak tarihi doğru okumaya, geleceği biçimlendirmeye hizmet etmek amacı güderler. Edebî anılar ise bir sanat faaliyeti olarak okuyucusunda estetik haz yaratmayı öncelikli hedef olarak görür. 12 Eylül 1980 darbesi etkileri, hâlâ devam eden bir tarihsel sürecin başlangıcı olarak Türk milletinin hafızasında derin izler bırakmıştır. Bu zulüm çağının tanıklarının anı yazması kaçınılmaz bir olgudur. İnceleme konusu iki eser bu kaçınılmazlığın bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve darbenin yarattığı bireysel ve toplumsal travmaları “ülkücü edebiyat” bağlamında dile getirmiştir.

       

        [1] Ali Bademci, 12 Eylül İşkencesinde Ülkücü Bir Gazetecinin Dramı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2013.

        [2] Mehmet Kürşat, 12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak, Hoşgörü Yayınları, İstanbul 2012.

        [3] Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2009, s.99.

        [4] Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, Seyran Yayıncılık, İstanbul 1993, s. 17 (Alıntılayan: Muzaffer Çandır, Türk Edebiyatında Hatıra Türü ve Samet Ağaoğlu’nun Hatıra Kitapları).       

        [5] İbrahim Olgun, Anı Türü ve Türk Edebiyatında Anı, Türk Dili Anı Özel Sayısı, s. 405(Alıntılayan: Muzaffer Çandır, Türk Edebiyatında Hatıra Türü ve Samet Ağaoğlu’nun Hatıra Kitapları).

        [6]Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul 1994, s. 306.

           [7]age, s. 306.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum