Bu yazıyı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Türkiye’deki Türkoloji’nin kurucusu Reşit Rahmeti Arat’ın ruhlarına adıyorum
Çok düşündüm nasıl yazabilirim diye. Hikâye edemiyordum bir türlü çünkü kahramanım zaten hikâye etmişti her şeyi. Gemi yolculuğunu, Türkiye’ye gelmeden önce hangi liman ve ülkelerde konakladığını, kimlerle karşılaştığını ayrıntılı olarak anlatmıştı. Onun; yaşadıklarını, hiçbir hayalî ve kurgu unsura yer vermeden olduğu gibi anlatışını, yeniden hikâye etmem nasıl mümkün olacaktı, bunu çözemiyordum.
Aslında her şey uluslararası bir kültür kuruluşunun millî komitesince, onun bilim alemine sunduğu Türkçenin abidevî eseri ve müellifi adına ithaf edilmiş bir yıl içindeki faaliyetlerle başladı. Türkiye’nin her yerinde üniversiteler ve başka eğitim kuruluşlarında toplantılar düzenlendi bu abidevî eser ve müellif hakkında. Eser ve müellifi kadar onun da hayatı yakın odağa alındı, çalışmaları, kitapları, kendisi ve Türkiye’ye gelişi ayrıntıyla yazıldı, çizildi. İlmî yayınları ve hayatıyla ilgili gizli kalmış bir şey yoktu, çok yazılmış, çizilmiş ve yeni nesle aktarılmıştı gıpta edilecek bilim hayatı. Ama günümüzde pek az kimsenin bilebileceği bir ayrıntı vermişti onu çok iyi tanıyan âlimlerden biri, bizim kuruluşumuzun o yılki toplantılarından birinde. Davetli konuşmacı olarak gelmişti ve öğrencilerimiz konferans salonunu hem onun için hem de anlattığı konudan dolayı hınca hınç doldurmuştu. Öyle güzel anlatıyordu ki! 1960 yılının başlarında kültürümüzü, tarihimizi ve dilimizi ilmî yollarla işlemek üzere yola çıkan bir dergide yazdıklarına değiniyor ve gemi yolculuğu sırasında anlattığı cümleleri dağıtıyordu salonda dinleyenlere. Ben bu gemi yolculuğunu hiç okumamıştım. Gemi yolculuğunun kahramanının o ciddi ve tatlı bilimsel yazıları dışında bir konuyu ve hayatını hikâye ettiğini hiç fark etmemiştim. İşte o anda oldu her şey. Gemideydim, kahramanımın yanındaydım ve daha çok anlatmasını istiyordum onu yakından tanıyan âlimin. Sanki salona yaydığı bütün cümleler mıknatısla çekilmiş gibi benim üstüme yapışmıştı. Bir ipucu vermişti, yanılmıyorsam derginin on üçüncü sayısı, orada anlatıyor demişti. Bunları daha sonra telefon konuşmamızda söylemişti. On üçüncü sayı bağlandı yazı hücrelerime. Hemen o dergilerin sararmış fakat iyi korunmuş koleksiyonunu kitaplığımızın en üst raflarından indirmeye başladım. Büyük kare masanın üstündeki diğer kitap ve zihinsel malzemeleri kaldırdım, yaydım masmavi bir deniz gibi dergileri masanın üstüne… Kasım 1962 1. sayı; Ocak 1963 3.sayı; Nisan 1963 6.sayı. On üç, on üç… Derginin yayımlanmaya başladığı tarihteki ilk sayısından itibaren başlıyorum dizmeye, kitaplığa karışık konmuş, belki de al koy oldu, sıra değişti, altı, yedi, dokuz, on bir. Her birinin içindekiler sayfasını hızlıca tarıyor gözlerim, zihinsel albenimi çalan yazıları okumadan edemiyorum içimdeki arayışla. Ve 13. sayı, işte elimde; kutsal bir metin tutuyorum; sayfaları saygıyla çeviriyorum. Kasım 1963’te Atatürk sayısı olarak basılmış, ikinci baskı ibaresi var mavi kapağın alt beyaz kuşağının hemen üstünde. İbrahim Kafesoğlu, Ercümend Kuran, Necati Akder, Halil İnalcık, Faruk K. Timurtaş; Nevin Okay ve Ahmed Caferoğlu imzalarından sonra işte aradığım yazı: Reşid Rahmeti Arat “Gazi Mustafa Kemal’den Başvekil İsmet Paşaya”, sayfa 75-82. Kalbim küt küt atıyor. Günlerce nöronlarıma bağladığım gemi ve dalga sözleriyle dolu söz torbalarımın ağızlarını açıyorum ve başlıyorum doldurmaya:
“Zihnim 10-11 yıl önceki hatıralara daldı. Uzak Doğudan Avrupa’ya gelirken, uzun vapur yolculuğumda bir çok memleket ve şehirlere uğramıştık. Oraları dolaşırken, camileri ziyaret ediyor ve yerliler ile anlaşmaya çalışıyorduk. Pinang’a uğradığımız zaman bir camie girdik, oradan bizi ,bir mektebe götürdüler. Türk ve müslüman olduğumu biliyorlardı, fakat pek inanmak istemiyor gibi, çekingen tavırları vardı. Bir çocuğa elindeki Kur’an’ı okumasını söyledim. İlk ayetlerde bir-iki tecvid hatasını düzeltmem üzerine, aradaki çekingenlikten eser kalmadı; bir anda kardeş olmuştuk. Dersler kesildi, pastalar geldi. Postahaneyi sorar sormaz elimdeki mektupları aldılar. Pul parasını almayı da reddettiler. Ertesi gün vapurun hareketine bir saat kala etrafı büyük bir kalabalık sarmıştı. Vapurdaki tanıdıkları hayrete düşüren bir tezahüratta bulundular. Ben bunu müslümanlar arasındaki kardeşlik hislerinin bir tezahürü olarak tefsir ettim. Fakat bunun başka bir sebebi de varmış. Onu da, vapurun demir attığı ikinci liman olan Kolombo’da öğrendim. Bu şehirde gezerken, küçük bir hatıra almak için bir dükkana girdik. Karşısındaki yabancı ile ilgilenen dükkân sahibi, bizim kim olduğumuzu öğrenmek istedi. Ağzımızdan Türk ve müslüman sözlerini duyar duymaz, bir “Mustafa Kemal” nidası dükkânı doldurdu. Öyle bir ifadesi vardı ki, Mustafa Kemal sanki onun kendi kanından, kendi milletinden ve kendi mücahitlerinden biri idi; biz de, bu yüksek varlığın, büyük bir tesadüf eseri olarak, onun dükkânına giren bir parçası, bir saadet habercisi idik. Onun için o anda dükkân sahibi ve müşteri mefhumları ortadan kalkmış ve biz onun karşısında nadir rastlanan ve belki de bir daha göremiyeceği bir misafir olmuştuk. Yine sütlü kahveler ve pastalar geldi. Hatıra olarak almak istediğimiz şeyleri bize hediye etmek istiyordu.”
Kahramanım, eğik olarak verdiğim bu sözleri, az önce başlığını verdiğim yazısında, Gazi Mustafa Kemal ile İsmet Paşa arasında 1934 yılında İzmir Panayırının açılması sebebiyle, karşılıklı olarak çektikleri telgraflarda Mustafa Kemal’in hitap cümlesindeki “Namo İsmet” tabirini açıklamadan önce anlatmakta; 1934 yazının kendisi için Türkiye’de geçirdiği ilk yaz olduğunu, Büyükada’dan denize girerken sıcak Ağustos günlerinden bir Cuma günü, beş sularında eve döndüğünde Büyükada karakolundan bir komiserin o akşam Dolmabahçe sarayında bulunmasını temine memur edildiğini ifade etmektedir. İşte Dolmabahçe Sarayına gitmek için saat altı vapuruna bindiğinde, zihni onu Uzak Doğudan Avrupa’ya gelirken yaptığı vapur yolculuğuna, 10-11 yıl önceki hatıralara götürür. Bundan sonra Berlin’deki günleri gözlerinin önünden geçer; o günlerin millet memleket ve milli mukadderat mefhumlarının Büyük Türk’ün şahsında toplandığı günler olduğunu yazar. Büyükada’dan Dolmabahçe’ye geldiklerinde, hatıralar gözlerindedir hala. Sonra Dolmabahçe Sarayının ikinci katına çıkar, buyur edilir: Ben de büyüklerin arkasına düştüm. Atatürk ikinci kata çıkan büyük iç merdivenin dibinde duruyordu. Herkesten sonra yanına gidip elini sıktım ve derhal geri çekildim. Bu anda neler düşündüğüm sorulsa, bu sual cevapsız kalacaktır; ne söylersem hakikat olmayacak. Öyle zamanlarda insan karşısındakinin o kadar tesiri altında kalıyor ki, kendisini düşünmek veya herhangi bir fikri ifade etmek için, bir boş an bulamıyor… Ben içimi saran hisler ile meşgul, geriye doğru çekilirken, biri arkamdan gelip, Atatürk’ün beni beklediğini söyledi. Geriye dönünce onun merdivenin ilk basamağında beklediğini gördüm. Yan yana ağır ağır yukarıya çıkarken, benim nereli olduğumu, neler yaptığımı ve neler yapmak istediğimi sordu. Ben de kısa kısa cevaplandırdım. Merdiveni çıkınca, kapısı açık ve içerisi kalabalık büyük bir salona girdik. Burada da Atatürk daha bir müddet benimle konuşmaya devam etti ve sonra beni orada bulunanlardan birine takdim ederek kendisi çalışma odasına çekildi.
Kahramanımın, bundan sonraki safha için söylediklerini özetleyecek olursam: Toplantı 2. Dil kongresi için yapılmaktadır; ama kimse onu tanımamakta ve meraklı gözlerle bakmaktadır. Yemeğin sonunda Atatürk, çalışma odasındaki masada bulunan kitabı getirmelerini ister; kitabı eline alınca kahramanımı yanına çağırır ve yanı başındaki sandalyeye oturtur. Kitap, Berlin’de basılan ve kahramanımın da adının bulunduğu Sekiz Yükmek’tir. Mahiyeti hakkında Atatürk’e izahatta bulunur; birkaç cümle okuyup Türkçeye çevirir. Ancak bazı sesleri İstanbul ağzından farklı telaffuz edişi Atatürk’ün kulağını tırmalar, “Pek olmadı, dur, ben okuyayım” der. Sonra eserin tamamının Türkçeye tercümesini ister. Beş altı sayfalık bir numune hazırlar; ikinci defa saraya gidişinde Atatürk’le bunları gözden geçirirler; Atatürk bazı tashihler yapar ve tamamı tercüme edildikten sonra kendisine takdim edilir. Eserin baş kısmı üstünde tekrar tekrar durulan yer “namo but”, “namo dram”, “namo sang” (hürmet burkana, hürmet şeriate, hürmet cemaate). Burkancı Türklerin her an zikrettikleri ve İslam devrindeki “besmele” yerine kullanılan bir tabir, “üç cevher”(“üç erdini”) ismi ile anılmaktadır. Eski Türklerin “üç cevher” mefhumu burkan (Buddha), onun talim ettiği şeriat ve onun yolunda yürüyen cemaati içine alır. Burada “namo” tabiri, “hürmet” sözü ile karşılanmış olmakla beraber, onun aslında derin bir mana ifade ettiği aşikârdır. Bu tabirin dinî bir hürmet, inanç ve itimat ile bağlı hamd ü sena şeklinde bir hürmet olarak anlaşılması gerekir.
Kahramanım, Atatürk bu eski Türkçe eserin tetkiki ile meşgulken, içinden gelen bir arzuyu yenemeyerek onun beyaz ipek gömleğine dokunur; ona biraz daha yaklaşmak istemiştir; masadakilerin bir bölümünü uğurlar Atatürk; tekrar masa başına otururlar ve bir fincan çay isteme cesaretinde bulunur. Maarif Vekilinin ertesi günkü dil kongresi için telaşından dolayı o gece oradan erken ayrılırlar; arka kapıdan çıkarlar. Bu kahramanım için hayıflanılası bir durumdur; Türk tarihinin istikametini değiştirmiş bu büyük adamın yanında birkaç saat daha kalsa olmaz mıydı; bu kaçacak bir fırsat mıydı? O geceden beş gün sonra Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ile Başvekil İsmet Paşa arasında teati edilen telgraflarda Gazi Mustafa Kemal imzalı telgrafın son üç cümlesi “26 Ağustos Türk budunu için her yıl yepyeni kazançlar verimi olacaktır. Bu kısa sözün kendisi sen olacaksın. Bu inançla bu yazılar yazıldı. Namo İsmet . Gazi Mustafa Kemal”
Kendimi Namo Arat demekten alamıyorum. Sekiz Yükmek’i tercüme eden kahramanım Arat, Gazi’nin söz dağarcığına “namo”yu ekliyor; Gazi bir âlimi yanı başına alıyor, onun ileride neler yapmak istediğine eğiliyor ciddiyetle; âlim onun ipek beyaz gömleğine dokunuyor; kahramanımın İstanbul ağzıyla telaffuz etmediği kelimelerini yadırgıyor; kendisi okuyor metni Gazi. Sekiz Yükmek üzerinde notlar alıyor, kısa zamanda tercümesini istiyor ve tercümeden beş gün sonra “Namo İsmet” diyerek dilin işleyişi içine alıyor kelimeyi.
Bir kez daha kahramanımı dinliyorum: Bu telgrafta kullanılan “namo” sözü, bir taraftan Atataürk’ün İsmet Paşa’ya karşı beslediği yakınlık, saygı ve itimadın ne kadar derin olduğunu göstermekte, diğer taraftan onun Türk milletinin eski eserlerine, diline ve kültürüne olan bağlılık ve saygısının derecesini ortaya koymaktadır. Hayatında kendisini milletinin hizmetine vakfeden ve ölümünden sonra da onun hizmetinden ayrılmayan bu büyük Türk’ün önünde tazimle eğilirim.
Hani diyordu ya Sait Faik “Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım”; işte ben de yazmasam, hikâye edemesem, 13.sayıyı bulamasam, o gemiyle ve Arat’la okyanuslarda dalgalanmaya devam edecektim. Ruhum ve aklım sükûn bulmayacak, 13. sayıyı bir mecnun gibi aramaya devam edecektim.
Bu hikâyeyi sonlandırdıktan sonra, kahramanımın o mavi dergilerin Kasım 1963’te Atatürk özel sayısı olarak yayımlanan 13.sayısındaki yazısını bilgisayar ortamına çekip, eserlerinin her birini bizim başucu kitabımız haline getiren Atanın kurumunda, onun aylık dergisinde yayımlamaya söz verdim kendime. Bir “namo” da Ercilasun’a: Elbise dikmem üzere verdiği mavi kemik düğme ve 13. sayıyı hatırladığı için, bir de Kutadgu Bilig konferansına gelişi için.
Son cümlem ve hayretim kendime: Neden Arat’ın “vapuru” benim beynime “gemi” olarak yerleşti, bunu çözebilmiş değilim.
*Bu öyküdeki eğik yazılar, Türk Kültürü Dergisinin 13. sayısında Reşid Rahmeti Arat tarafından kaleme alınan “Gazi Mustafa Kemal’den Başvekil İsmet Paşa’ya” başlıklı yazıdan alıntılanan Arat’ın cümleleridir.
FACEBOOK YORUMLAR