Celil ALTINBİLEK

Celil ALTINBİLEK

[email protected]

Fransız Pençesi ve İştahı

20 Kasım 2015 - 11:17 - Güncelleme: 20 Kasım 2015 - 11:49

Fransız Pençesi ve İştahı

Avrupa’da denge siyaseti güden Osmanlı, Kanuni Devrinde I Fransuva’dan itibaren Fransa’yı müttefik görmüş, destek vermiş ve iyi ilişkiler sürdürmüştü. On altıncı yüzyıldan itibaren Almanya’da, Lüter Mezhebi diye anılan Protestanlık ortaya çıktı ve Kalven vasıtasıyla Fransa’nın dini siyasetinde önemli bir yer işgal etmeye başladı, sonra İngiltere’ye ulaştı ve orada Angilikan Kilisesi’nin oluşmasına sebep oldu. Bu mezhebe karşı ne kadar çok baskı yapılmışsa da başarılı olunmadı.

 Katolik Mezhebi bu gelişmeler karşısında kendisine çeki düzen vermeye kalktı, böylece yenileşme, reform hareketleri başladı, cemaatler şeklinde yeniden yapılandı ve örgütlendiler. Bunlar Fransisken ve Cizvitler gibi isimle anılır oldular. Bu oluşumun en önemlisi Yesuiler yani Cizvit Cemaati oldu.

Cizvitler ve Fransiskenler on yedinci yüzyılda yaptıkları propagandalar ile Osmanlı Memleketinde huzursuzluk çıkarmışlar ve devleti uğraştırmışlardır. Osmanlı mevcut dostluğa ve iyi ilişkilere binaen Fransız Kralı IV Hanri’nin isteğini kırmamış ve Cizvitlerin Galata’da oturmalarına izin vermiştir. Onlar İstanbul’daki Elçilerinin desteği ve teşvikiyle İstanbul,  İzmir, Selanik, Sakız, Naksus ve Atina’da, Devlet aleyhinde ve onu ortadan kaldırmak, hatta yeni Haçlı Seferlerini başlatabilmek ve Hıristiyanlığı yayabilmek için güçleri yettiğince her türlü faaliyette bulunmuşlardır. Bir zaman sonra Türk Milleti’nin dinini değiştiremeyeceklerini anladıklarında ise bu sefer Ortodoks ve Diğer Tebaa üzerinde dini ve siyasi faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır. Roma Kilisesi de bunlara maddi manevi her türlü desteği vermiştir(1)

Cizvitler hedeflerine ulaşmak için İstanbul’da Papaz Metaksas’ın evinde matbaa dahi kurup faaliyete geçirdiler, çalışmaları Hükümet tarafında haber alınıp tutuklandılar ve IV Murad devrinde elebaşı beş Cizvit Papazısınır dışı edildi.

Cizvitler, Akdeniz Adaları, Kıbrıs, Halep, Şam, Beyrut ve Kudüs’e sahip olmak hedeflerini güdüyorlardı.

Lübnan üç farklı dine ve çok çeşitli kavimlere, inançlara sahip bir coğrafyadır. Lübnan’da Müslümanların en güçlüsü Dürzîler, Hıristiyanların ise Marunî’lerdi. Fransızlar, 1584 yılında Cizvit papazları ile önce Roma da sonra da Ortadoğuda birçok Marunî Okulu açtılar. Yaptıkları bir çok çalışmalar ve kışkırtmalar meyvesini verdi, 1649 yılında Beyrut Marunîleri yardım talep ederek Fransız himayesine girdi. Yine Suriye’de 1860’da İngiltere ve Fransa rekabetiyle ayaklanma çıktı, onlar özellikle dini kullanarak, mezhep ayrılıklarını derinleştirdiler, herkesi birbirine düşman ettiler, olmadı kavim, ırk ayrılıkları oluşturdular. Aslında bu rekabet, Süveyş Kanalı ve dünya üzerindeki kaynakları sömürme üzerineydi. Ayaklanma bastırıldı fakat Fransa oraya kendi askerini Barış Gücü olarak gönderdi. Daha sonra orada Özerkliğe yakın bir yapı tesisi edildi ve Fransız etkisi ve gücü devam etti. Osmanlı I Cihan Harbini kaybedince, Fransızlar Mondros Anlaşmasından sonra 1920 yılında 26 yıl Suriye’yi işgal edip sömürdüler tıpkı Afrika’nın ve Dünyanın çeşitli yerlerinde yaptıkları gibi.

Devletler güçlü olduklarında, bizim de bir zaman yaptığımız gibi, büyümek genişlemek istemeleri ve bunu uygulamaları çokça görülmüştür. Bu gün Marunî’lerde, Osmanlı- despot kelimesiyle beraber anılıyor imiş. Avrupalı, askeri güçle olduğu kadar, Saint Joseph okullarıyla, papazlarıyla, misyonerleriyle, hatta filozof ve edebiyatçılarıyla beraber oraların şeklini değiştirmeye hatta şimdilerde yaptıkları gibi değişmeyen yöntemleriyle, Marunî’ler üzerinde Fenikelilik diye yeni bir soy üretmeye çalıştılar…

Onlar veya başkaları veya herkimse, insan haklarının sade kendilerinde olduğunu, mükemmel bir kültür medeniyet ve ilmin Batıda bulunduğunu düşünseler de…

Şöyle bir, yüz küsur yıllık geçmiş bir zaman dilimine baktığımızda Dünyanın Medeni ve Teknolojik Avrupalısı, girdiği Coğrafyalara ateş, kan ve gözyaşı ve  dahi ayrılıkları bir tohum gibi atıp onun meyvesini büyük bir iştahla yemekte ve hala daha doymamaktadır. O Coğrafyaları ve insanları şekillendiren kendileri değilmiş gibi, yarattığı ve beslediği canavarın kendisine döneceğini hiç öngörmemekte idiler.

Celil Altınbilek                                                                                                       20.11.2015

                                                                     

1- İsmail Hakkı Uzunçarşılı. Osmanlı Tarihi c.3 ks.2.s.117-18