EDEBİ BAĞLAMDA RÜYA
Rüya, edebiyat ve bilimi ilk çağlardan beri güçlü bir şekilde cezbetmiş bir bilmecedir. İnsanlar hiçbir zaman hayallere kayıtsız kalmamışlardır. Mitlerde ve destanlarda, kutsal kitaplarda ve aynı zamanda bilim ve edebiyatta bu konu sürekli olarak ele alınır.
Ama aslında rüya nedir? Kısa bir şekilde rüyayı ruhun aynası veya gölgesi olarak tanımlayabiliriz. Göz kamaştırıcı bir yanılsama veya hayal gücünün boş bir kandırmacası olarak ya da.
Hayatımız boyunca rüya değişik şekillerde tezahür eder: Haberci rüya, bir rüya olarak yaşam veya yaşam olarak rüya, korkulu kâbus, gündüz rüyası ve gece görüşü gibi... Bunların hepsi kendimizi analiz ettiğimiz veya antik çağlardan beri zengin edebiyatta okuyabildiğimiz bir fenomenin açıklamaları ve anahtar sözcükleridir.
Rüya üzerine yapılan incelemelerde kültürel bakış açılarının da yardımıyla tarihsel materyallerden faydalanmak yerinde olacaktır. Çünkü rüyanın öyküsü, şiirsel veya edebi tasviri ve yorumlama teorileri Eski Yunan filozofları ile başlar ve günümüzde de devam eder, böylece insanların gelişme çağlarında yaşadığı 4.000 yıllık bir dönemi kapsar. Herkesi eşit şekilde birbirine bağlayan bu kavram, insanları farklı biçimlerle de olsa üzerinde kafa yormaya sürüklemiştir. Herakleitos'un meşhur sözleriyle ifade edecek olursak: "İnsanların uyanıkken ortak bir dünyası vardır; ama uyudukları sırada hepsi kendi dünyasına döner."
Bir dönemin incelemesini yaparken rüya olgusu ve ondan esinlenen şiir, düzyazı ve tiyatro eserlerini karşılaştırmak, edebiyatın üstün yanlarını ortaya çıkarmada çok faydalı olacaktır. Rüya genellikle bilimsel açıdan açıklanmaya çalışılmış olsa da edebiyat rüya hakkında bilimden daha çok şey biliyormuş gibi görünür; çünkü şiirsel dil rüya içindeki imgelerin işaretlerini yeniden üretir. Şair, bilinçli olarak hayal gücünden ve düşlemden faydalanır ve tıpkı yeni uykudan uyanmış bir insan gibi rüyasının görüntülerini bir araya getirerek hayal gücünü dramatize etmek için rüyanın unsurlarını kullanır. Öte yandan filozoflar ve akademisyenler, rüyayı kendi dünya görüşlerinin kalıplarına hapseder ve kendi yorumlarını desteklemeye alet ederler.
Rüya motifini ele alan bilinen en eski eser Gılgamış Destanı'dır. Bu destan, tarihi bir şahsiyet hakkında bildiğimiz en eski kaynaktır ve aynı zamanda rüyalar hakkındadır. Buna bağlı olarak içerisinde çok sayıda rüya ayrıntılı olarak anlatılmış ve yorumlanmıştır. Eserde konu edilen rüyalar, Tanrı'nın iradesini ve planlarını insanlara iletme aracıdır, bu yolla insanlar kendilerini Tanrı'nın buyruklarına göre yönlendirebilirler. Dolayısıyla rüya, ilahi güçlerin kutsal mesajlarının uyuyan kişiye aktarıldığı bir ortam olarak algılanır. Homeros'un İlyada adlı eserinde de rüyalar bu işleve sahiptir. Ama sadece edebiyatta değil, toplumda da insanlar rüyalara göre hareket ederler ve her rüyanın belli bir sebebi olduğunu düşünerek onları ilahi güçlerin ve şeytanların alâmetleri olarak değerlendirirler.
Aristoteles ve Cicero, rüya motifinin ilk psikolojik taslaklarını yazarlar. Bugün hâlâ en kapsamlı rüya teorisi Aristoteles'inkidir. Ünlü teolog Teurtillian ise daha sonraları rüyayı ruhun sürekli yinelenen temel huzursuzluğu olarak yorumlar.
Orta Çağ'da rüyaların sembolik yorumu ön plandadır. Bu bakımdan bir rüyanın anlamına bakılabilen sözlüğe benzer kitapların bu dönemde yazılması şaşılası olmasa gerek. Ancak bu kitaplar bilimsel açıdan dikkate alınabilecek kitaplar değildir ve daha çok eğlenceye katkıda bulunmuştur.
Rüyalar Aydınlanma Dönemi'nde akıl dışı unsur olarak görülür ve ilgiden yoksun bırakılarak cezalandırılır. Sadece Romantizm akımıyla birlikte rüya görmenin edebi potansiyeli fark edilmiştir ve Aydınlanma'nın tersine rüya motifi bu dönemde önem kazanmıştır. Artık kişinin uyurken mi yoksa uyanıkken mi rüya gördüğü önemsiz değildir. Bununla beraber rüya motifini net bir şekilde açıklayabilmek homojenlikten yoksun olduğu için zordur. Romantizm ile birlikte toplumda giderek daha fazla insan, rüyaları tehlikeye karşı bir uyarı veya geleceğe yönelik tahmin olarak algılamaya başlar.
Tarih öncesi devirlerden modern çağa kadar rüya konusu toplumlar tarafından merak edilegelmiştir. Dolayısıyla tıbbi veya psikolojik incelemelere rüyanın edebi açıdan değerlendirilmesi de eşlik etmiştir. Ruh için rüyaların anlamının kavranmasında çığır açan dönüm noktası olarak kabul edebileceğimiz Sigmund Freud'un 1899'da kaleme aldığı “Düşlerin Yorumu” isimli kitabına kadar, aydınlanmış bilim yalnızca rüyanın modern yorumuna yaklaşan teoriler ortaya atar. Sınırlandırmalardan, metafizikten ve mitten kurtarılan rüya zamanla edebiyat için vazgeçilmez bir malzeme hâline gelir.
Beste BEKİR
FACEBOOK YORUMLAR