Reklam
Reklam
Av. Abbas BİLGİLİ

Av. Abbas BİLGİLİ

[email protected]

ERNEST RENAN'NIN GÖZÜNDEN ANTAKYA

01 Aralık 2025 - 09:06

ERNEST RENAN’NIN GÖZÜNDEN ANTAKYA

 

Abbas Bilgili

 

Fransız oryantalisti, dilci, tarihçi ve edip Ernest Renan (1823-1892) Hıristiyanlık tarihi konusunda önemli çalışmalar yapmıştır. İslam dinine yönelik eleştirisi ise Namık Kemal’in önemli cevabı ile karşılaşmıştır. Namık Kemal, Fransız oryantaliste Renan Müdafaanamesi veya Renan Risalesi olarak anılan çalışması ile cevap vermişti. Ancak biz burada Renan’ın Antakya’dan bahseden bir çalışmasından bahsetmek istiyoruz. Renan’ın, Ortadoğu’ya yaptığı bir gezide Antakya’ya da geldiği ve iddiaya göre iyi karşılanmadığı da söylenmektedir.

 

Renan 1863-1883 yılları arasında sekiz ciltten oluşan Hıristiyanlığın Kökenlerinin Tarihçesi isimli çok önemli bir çalışma yapmıştı. İlk cildi İsa’nın Hayatı olan çalışmanın ikinci cildi Havariler adını taşımaktadır. Havariler’de İsa’nın ölümünden sonraki 33-45 yılları anlatılırken, Hıristiyanlık tarihinde önemli bir yer tutan Antakya’ya da havariler çerçevesinde yer verilmiştir. 

 

İsa’nın ölümünden sonra Hıristiyanlığı yaymak için Kudüs ve çevresinde sıkıntı yaşayan havarilerden bazılarının Antakya’ya geldiği bilinmektedir. Ernest Renan da kitabında Antakya’ya gelen havarilerden bahsetmeden önce Antakya’nın o dönmedeki öneminden ve konumundan bahsetmeyi tercih etmiş.

 

Renan’a göre Doğu’nun metropolü olarak bilinen ve o dönemde Roma ve İskenderiye’den sonra dünyanın üçüncü büyük kenti Antakya, kısa sürede Kuzey Suriye’de Hıristiyanlığın merkezi olmuştu. Nüfusu yarım milyonu aşıyordu. Suriye’nin Roma valisinin ikamet ettiği ihtişamlı bir yerdi. Başlangıçta Selevkoslar tarafından yüksek bir ihtişama kavuşturulmuş ve arkasından Romalılar bunu devam ettirmişlerdi. Slevkoslar büyük şehirlere uyguladıkları gösterişli süslemeler konusunda Romalıları geride bırakmışlardı. Tapınaklar, su kemeleri, hamamlar bazilikalar, revaklarla çevrili (sütunlu) caddeler, heykellerle süslü kavşakları ile diğer şehirlerden daha simetrik ve düzenliydi. Dört sıra sütunlu bezeli bir ana cadde, ortasında geniş bir bulvar ve iki yanda üzeri örtülü iki geçitle birlikte, şehri bir baştan öbür başa beş kilometreden kat ediyordu. Antakya yalnızca büyük kamu binalarının dışında, başka şehirlerin çok azının sahip olduğu Yunan sanatının başyapıtlarına, hayranlık uyandıran heykellere, incelikli klasik eserlere de sahipti. Antakya kuruluşundan itibaren Helenistik bir şehir olmuştu. Makedonyalılar, aşağı Asi Nehri’nin bu bölgesine en canlı hatıralarını, inançlarını, dini uygulamalarını ve ülkelerinin isimlerini getirmişlerdi. Yunan mitolojisi burada adeta ikinci bir yurt edinmişti. Şehirde bu mitlerle bağlantılı olduğu iddia edilen çok sayıda “kutsal mekan” mevcuttu. Şehir, Apollon’a ve su perilerine tapınmanın işaretleriyle doluydu. 

 

Şehirden sadece iki saat uzaklıktaki Daphne (bugünkü Harbiye) mevkii, büyüleyici efsaneleri çağrıştırıyordu. Mitolojik dağlar Berecyhnthe, Arvanda, İda, Olimpos dağlarının efsanelerini kopyalayarak ya da taklit ederek bu yeni topraklara taşıyorlardı. Ancak, bölgenin kadim inançları, özellikle de Kel Dağı’nın dini, bu mitolojilere bir nebze olsun ciddiyet katıyordu.

 

Antakya, dünyanın en güzel yerlerinden biriydi. Şehir, Asi Nehri ile Kel Dağı’nın kollarından Habib-i Neccar (Silpius) Dağı’nın yamaçları arasındaki alana yayılmıştı. Başka hiç bir yer, onun sularının bolluğu ve güzelliğiyle boy ölçüşemezdi. Gerçek bir askeri mimari harikası olan şehir surları, sarp kayalıklara tırmanıyor ve dağın tepelerini çevreleyerek, muazzam yükseklikteki kayalarla birlikte çarpıcı bir görsel etkiye sahip, girintili çıkıntılı bir taç oluşturuyordu. Bu mimari tercihler sayesinde, göz kamaştırıcı manzaralar ortaya çıkıyordu. Antakya, surlarının içinde yedi yüz fit (213 metre) yüksekliğinde dağları, sarp kayaları, çağlayan dereleri, uçurumları, derin vadileri, şelaleleri ve ulaşılmaz mağaraları barındırıyordu; tüm bunların arasında ise büyüleyici bahçeler vardı. Sık mersin çalılıkları, çiçek açan şimşir, defne, narin yeşil tonlarda yaprak dökmeyen bitkiler ve karanfil, sümbül ve siklamenlerle kaplı kayalar, bu vahşi yüksekliklere havada asılı duran bahçeler görünümü veriyordu. Çiçeklerin çeşitliliği, sayısız küçük ottan oluşan çimenlerin tazeliği ve Asi Nehri boyunca sıralanan çınar ağaçlarının güzelliği insana neşe veriyor.    

 

Şehrin güzelliğini öve öve bitiremeyen Ernest Renan, insan ve toplum yapısı hakkında hiç de iyi şeyler söylemiyor. İki dünyanın kesişiminde yer alan bu şehirde iç içe geçmiş ve Antakya’yı yalanların, sahtekârlıkların başkenti ve her türden yozlaşmanın lağım çukuru haline getirmişti. Halkın çoğunluğu Rum ve Süryanice konuşan Suriyeliydi. Bu iki grup arasında evlilikler yaygındı. Selefkos, şehre her yerleşen yabancının Antakya vatandaşı sayılacağını yasa ile belirlemişti. Kuruluşundan üç buçuk yıl sonra dünyada ırkların en fazla karışan yerlerden biri olmuştu. Ahlaki çürüme korkunç boyuttaydı. Şehirde hokkabazlardan, şarlatanlardan, soytarılardan, sihirbazlardan, mucize tacirlerinden, falcılardan, sahte din adamlarından oluşan görülmemiş bir karmaşa hakimdi. Burası yarışların, oyunların, dansların, geçit törenlerinin, festivallerin, Baküs şenliklerinin, içki ve sefahat alemlerinin kentiydi. Dizginlerinden boşanmış bir lüks, Doğu’ya özgü her türlü çılgınlık, en hastalıklı hurafeler, sefahate dönüşmüş bir bağnazlık Antakya’yı sarmıştı. Kenti boydan boya kat eden büyük ana cadde bir tiyatro gibiydi. Burada gün boyu boş, hafifmeşrep, çabuk değişen, ayaklanmayı seven ve bazen nüktedan bir halk, şarkılar, parodiler, şakasever ve her türden küstahlıklarla oyalanıyordu. Şehirde okuma yazma oranı yüksekti, ancak kültür tamamen retorikten ibaretti. Haz düşkünü bütün şehirlerde olduğu gibi, Antakya’da da halkın en alt tabakasını oluşturan bir kesim vardı. Bunlar halktan veya sefil yollardan geçiniyordu.   

  

Selevkosların liberal politikaları çeşitli toplulukları buraya çekiyordu ve bunun sonucunda Yahudi cemaati en kalabalıklardan biri haline gelmişti. Selevkos Nikator’dan beri Yahudiler Yunanlılarla aynı haklara sahipti. Yahudiler, burada pagan Yunanlılarla yoğun ilişki içindeydiler. Zamanla yetersiz görülen paganlığın yerini Yahudilik alıyordu. Kudüs’ten doğan Hıristiyanlık Antakya’ya sıçramıştı ve Yahudiler arasında yayılıyordu. Ancak henüz “Hıristiyan” kelimesi doğmamıştı. İsa’nın temsil ve tebliğ ettiği din, o dönemde henüz ayrı bir din değil de Yahudiliğin bir türevi gibi algılanıyordu. İlk defa Antakya’da Yahudilik dışındakilere de tanıtılmaya başlandı. Antakya Kilisesi kurulmuş ve vaazlarına başlamıştı. 23 Mart 37 tarihinde şehre büyük zarar veren deprem zihinleri meşgul ediyordu. Bütün şehir, bu tür felaketlerin tekrarlanmasını bazı gülünç tılsımlarla önleyeceğini iddia eden Debborius adında bir şarlatandan bahsediyordu. Bu durum insanların zihnini doğa üstü olaylara yöneltmişti. Bu ortamda Hıristiyan vaazları etkili oluyordu. Ateşli, yenilikçi ve genç Antakya Kilisesi, Kudüs’teki katı Hıristiyanlıktan biraz farklıydı. Gentile (Yahudi kökenli olmayanlar) Yahudilikle bağı olmayan bir kilise gibi gelişiyordu. Havariler çağının büyük propagandası orada başlamıştı. Antakya, Hıristiyanlık açısından Kudüs’ten sonra ikinci bir aşamayı temsil ediyordu. Roma, İskenderiye ve Konstantinopolis onunla kıyaslanamazdı. Her kesimden ve her tabakadan insanlar yeni dinden etkilenmişti. Aziz Petrus, Aziz Pavlus ve Aziz Yuhanna’ya adanmış eski mabetlerin kalıntıları bugün dahi görülebilir. Antakya Kilisesi’nin dili Yunanca idi, ancak banliyölerdeki Süryanilerin kurduğu kilise de devreye girince birbiriyle rekabet eder hale geldiler.  

 

Antakya’daki gelişmeler Kudüs’te heyecanla karşılandı, ancak İbrani olmayanlara da tebliğ yapılması yaşlı kesimde hoşnutsuzluğa neden olmuştu. Bu hoşnutsuzluğu gideren Barnama oldu. Barnaba, Kudüs Kilisesi’nin en aydın ve en liberal kişisiydi, herkese açıktı. Pavlus’a olan güvensizliği de o giderdi. Antakya’ya gelerek faaliyete geçti. Yeni kilisenin faaliyetlerini onaylayarak yolu açmış oldu. Barnaba, Kudüs’ün muhafazakâr ve dar görüşlü inatçılığının önünü açmıştı. Antakya’da oldukça etkili oldu ve Tarsus’a giderek oradaki Pavlusu da getirdi. Pavlus’un çok etkili olmasında esasen Barnaba’nın rolü çok büyüktü. Bu ikili Antakya’da yeni dinin öncüsü olarak seslerini başka yerlere de duyurdular. O zamana kadar yeni dine girenlere “inananlar”, sadıklar”, “azizler”, “kardeşler”, “öğrenciler” şeklinde hitap ediliyordu. Onları tanımlayan resmi, kamusal bir isim yoktu. Christianus (Hıristiyan) adı ilk kez Antakya’da bu şekilde ortaya çıktı. Hıristiyan kelimesinin ortaya çıkması, İsa’nın kilisesinin Yahudilikten kesin olarak ayrıldığı tarihi de işaret eder. Uzun bir süre bu iki din (Yahudilik ve Hıristiyanlık) birbirine karıştırılsa da zamanla ayrılık netleşti ve yeni bir din doğduğu anlaşıldı. İsa’nın dili Aramice idi ama artık bu dinin dili Yunan ve Roma dünyasında yayıldığı için Aramice geride kalmış ve unutulmaya yüz tutmuştu. Antakya ise Kudüs’ten sonra Hıristiyanlık için ikinci başkent durumundaydı.  

 

Fransa’nın önemli oryantalist ve düşünce insanlarından Ernest Renan’ın Havariler isimli kitabındaki Antakya ile ilgili bilgileri aktarmaya çalıştık. Önce Antakya’nın birinci yüzyıldaki doğal güzellikleri ve toplumsal yapısını, arkasından da o dönmede Hıristiyanlık açısından önemli bir aşama olan havarilerin Antakya’ya gelişi ve yeni dini yayma faaliyetlerini bir Batılı’nın gözünden aktarmaya çalıştık. Bu bilgilerin doğruluğu ya da yanlışlığından ziyade, bir oryantalistin penceresinden yansıtılmasının ilginç olduğunu düşünüyoruz.  

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum